Muazzez YURDAKUL

 

Mestanlı’ya uğradım,

Kanlı sokaklarını dolaştım adım adım,

Başsağlığı diledim şehit analarına,

Bir şehit mezarının orada sabahladım

Ölmez otundan mehlem sürdüm yaralarına.

Yaralar hâlâ mosmor,

Büyüdükçe büyüyen nefret kül altında kor!

Bulgar mezaliminin eksiği yok içinde,

Baskılar işkenceler, hâlâ kurban alıyor.

Sokaklar şehitlere anıt bekleyişinde.

 

Tırnaklarımızla kazıyarak yücelttiğimiz hürriyet davamızı anlatmaya devam ediyoruz.

 

Duruşma Günü

 

“Böyle böyle Mart ayı geçti. Nisan ayı da yarılamıştı ki, bana bir gün dosyamı verdiler savcının iddianamesi ile birlikte. Önce iddianameyi okudum. Adam beni idama, darağacına götürmeye hazırdı. Sonunda benim Türkiye’den silahlı yardım talebinde bulunduğunu iddia ediyor, bu yüzden çok şiddetli bir şekilde cezalandırılmamı talep ediyordu. Bunun böyle olacağı da belliydi.

Dosya oldukça kabarıktı. İki günde okudum. Sorgu yargıcının bana avukat tutmamı söylediğinde  “Ne gereği var ki” dedim. Bizde avukatlar siyasi dava sanıklarını müdafaa edemez. Bunu çok iyi biliyorum. O bana avukat tutmamın zorunlu olduğunu söyledi. Ertesi gün bana kendilerinin seçtikleri bir avukat getirdi. Ama benim onunla baş başa kalmama imkân yoktu. Bunun ötesinde avukatın onların adamı olduğu çok belliydi.

Benim el yazımı beğenmeyen tek bir kişi olmasına rağmen, sorgu yargıcına bazılarının beğenmediğini, kiminin de doğrudan reddettiğini bir takımı için de kendileri için kendileri için konuşma imkânı bulamadığımı söylemeye mecbur olmuştum.

Dosyada anladığıma göre benim el yazılarımı okumayan bazı şahitler de vardı. Abdurrahim Ferhat, Koşukavak’ta öğretmen; Hasan Bayraktar ve Kara Mustafa adında kim olduğunu hatırlayamadığım biri. Bunlardan başka el yazılarımı Türkçeden Bulgarcaya tercüme eden bilirkişi sıfatında devletin güvenilir elemanlarından beş kişi, başta o zaman gazetecilik yapan Mehmet Kocamustafa (Halen Bulgaristan’da soyadı Alev), Hayri Sabri, Kasım Yonus, Selahattin, Osman… da tanık durumuna sokulmuştu. Bu beni çok şaşırttı. Aslında çevri yapanlar duruşmaya ya hiç katılmamalılar ya da bilirkişi…

Duruşmanın başındaki formalite işlemler geçtikten sonra el yazılarımı okuyan tanıklar dinlendi. Hepsi de romanları beğenmediklerini söylediler tıpkı benim gibi. Böyle demeselerdi şu an şurada benimle aynı sanık sandalyesinde oturacaklardı ve duruşma günü benim el yazılarımı okuyanların hepsi tanık durumunda olduklarını gördüm. Buna sevindim, çünkü benim yüzümden yargılanıp cezalandırılmaları hiç de iyi olmazdı.

Hasan Bayraktar çağırılmış olmasına rağmen duruşmaya gelmemişti. Duruşmaya Mestan Hüseyin de gelmemişti. Çünkü benden bir şey okumadığını söylemekte ısrar etmişti. Oysa sorgu yargıcı da, G. Pilev de Mestan’ın okuduğunu biliyordu. Mestan’ın ve Bayraktar’ın duruşmaya gelmeyişi kasıtlıydı. İlk akla gelen şey de benim müzevirin kim olduğunu araştırmamda şüphelendiklerimin dışında kalmalarını sağlamaktı. Görüldüğü gibi bu doğru çıkmadı.

Kadir Ahmet ağır hasta olduğundan ifadesine dahi başvurulmamış, hatta tutuklandığımdan bile haberi olmamıştı. Benim hastane ziyaretine gitmemeden şüphe edip “Ömer beni neden ziyarete gelmiyor, hasta mı yoksa?” diye sorduğunda gerçeği kendinden gizlemişler.

Dosyadan anladığıma göre el yazılarımı okumayan bazı şahıslar da tanık olarak dinleneceklerdi. Koşukavak’tan öğretmen Abdurrahim Ferhat, Kıyılar köyünden Hasan Bayraktar, Atalan köyünden Mustafa İsmailov (Kara Mustafa).

Şahıt Abdurrahim Ferhat beni Lenin’i eleştirmekle suçladı. Kendisini sorumluluk altından kurtarma çabalarımı geri itişine çok gücendim. Mustafa adındaki yaşlı şahidin, İstanbul’daki akrabalarımdan birinin kayını olduğumu anladım. Yalancı, müzevir ve karaktersiz biri olarak bilinir çevre köylerde. Yetmişli yılların ikinci yarısında İstanbul’a yaptığı gezide, minarenin şerefesinde ezan okuyan müezzine dönüp “Bu adam eşek gibi ne anırıyor. Yollayın onu gitsin fabrikaya çalışmaya” demiş. Demiş ama akrabaları olmasaymış dayak yiyecekmiş. Benim için ise, Türkiye’ye bir akrabamdan şiir göndermek istediğimi, buna kendisinin engel olduğunu ve de Türkiye’deki akrabalarımın özellikle Kocasinan’da oturan amcam oğlu Süleyman Sarp’ın beni sahte bir pasaportla Türkiye’ye kaçırmak istediğini söyledi. Yargıcın bu masallara inanıp inanmadığını bilmem, bildiğim yargıcın Mustafa’yı dinlemediğiydi. Çünkü adam Bulgarca değil, Türkçe konuşuyordu. Oysa yargıç tıpkı onun konuştuklarını anlıyormuş gibi yanındaki kâtibe istediklerini not aldırıyordu. Bu arada elimi kaldırdım ve yargıca hitaben, şahidin Türkçe konuştuğunu, bunu anlayıp anlamadığını sordum. Yargıç “Nasıl Olur?” gibilerden mırıldandı. Savcı öfkeyle bana bakıyor “Ne yapsan elimdesin.” Demek istiyordu. Ben yargıcı Türkçeden Bulgarcaya tercüman bulmaya mecbur etmiştim. Bir Bulgar getirdiler tercümanlık yapamadı. Bir daha aradılar, beş on dakika sonra bir tane buldular. Ne olursa olsun şahit Mustafa’nın Bulgarca bilmediğini ve hatta okuryazar olmadığını ispatladım. Bu dinleyenlerin duruşmanın gülünçlüğünü ve sahteliğini açıkça anladığını açıkça gösterdi. Zaten duruşmada benim el yazılarımdan ve onların içeriğinden tek kelime edilmedi. Yargıç ve savcı da hep benim on beş, yirmi yıl önce nerde, nasıl hangi kadınla birlikte olduğumu konuşup durdular. Açık olan bu duruşmada dinleyiciler, duruşmaya özel davetiye ile katılan aydınlar, parti sekreterleri ve üniversite öğrencileri, benim yazdığım eserlerin başlıklarını dahi öğrenemediler.

Senaryosu önceden hazırlanmış bu mahkeme bana beş yıl ağır hapis cezasını uygun görmüştü. Duruşma Nisan’ın 17’sinde bitti. Duruşmadan sonra annem, o zaman sağ olan babam, kardeşim ve kız kardeşimle görüştüm. Biraz ağladık, bol bol üzüldük, ahlayıp vahladık. Polis benim için getirdikleri yemekleri ve giysileri almama izin vermedi. On beş, yirmi dakika sonra görüşme kesildi. Görüşmede iki dakika dahi akrabalarımla baş başa kalamadım. Söyleyeceklerimin birini söyleyemedim. Bu eve dönmeden mümkün olmadı.

 

Tefrika halinde verdiğimiz, Bulgaristan Türeleri’nin 1984–1990 mücadele yıllarını anlatan tanınmış yazar Ömer Osman’ın SEVGİ KIVILCIMLARI ARIYORUM YOLLARDA eserinden alınmıştır.

Devam edecek.

Reklamlar