Musa VATANSEVER

Kış ortasındayız. Yeller, seller, karlar hakim dünyaya… Bir de Bulgaristan sosyal hayatında yaprak dökümündeyiz. Her yapının birkaç ana direği olduğu gibi, sosyal ve politik yaşamın da birkaç başı çeken, lider konumunda olan, fikir ve eylem hocası vardır.

Bulgaristan’da 1990 dönüşümünün doğal önderi çelimsiz, gösterişsiz, mütevazı ve paragöz

olmayan Jelü Jelev’in hayata gözlerini yummasıyla eski defterler bir daha açıldı. Sevenleri ve sevmeyenleri önlüklerini silkti. Şu çeyrek asrın inkâr edilemez gerçekleri olduğu göründü. Ki, anti-totaliter dönüşümün atası olan Jelev, daha 1980’li yıllarda Şumen’in Veselinovo köyünde sürgünde mısır karıklarında çapa sallarken boş zamanlarında kaleme aldığı “FAŞİZM” eserinde ağarması beklenen ufkun kavını çakmıştı. Bunu kimse yatsıyamadı!

Ukrayna’da “Çernobil” AES faciasından ve Romana’nın “Gürgovo” Kimya Fabrikası zehirli gazlarının Tuna şehrimiz Rusçuk (Ruse) genç ailelerini çocuklarının hayatını kurtarmak için evlerini terk edip yönsüz kaçışlarında mayalanan “Ekoglasnost” çevreci hareketi bir ilk oldu. Değişim yelkenine taze rüzgâr gibi dolan “Açıklık ve Değişiklik Kulübü” aydınlarınca yakılan ateş, demokrasi hareketini başlatıp geliştirdi. Bulgaristan’ da totalitarizmi, baskı ve terör rejimini olumsuzlama ve yerine adalet ve demokrasi düzeni, hürriyetleri çağırma atılımları böyle başladı.

Vatanımızda totaliter zulüm rejimine karşı ana muhalefet gücü olarak oluşup gelişen Demokratik Güçler Birliği (CDC) kurultay salonlarında kurulmadı. Jelü Jelev’in iki odalı dairesinin mutfağında yürütülen hararetli politik tartışmalarda oluşup biçimlendi. Jelü’den gayrı herkes bu işin bir başkasının örneğine göre yapılmasını istiyordu.  Her kafadan bir ses, bir fikrin çıktığı o günlerde, Bulgaristan için geçerli politik formülü öneren J. Jelev olmuştu.  O, halk hareketlenmesinin Demokratik Güçler Birliği “CDC” şeklinde tutacağına inanıyordu.  Saflarında birleşen milyonlar onun doğruluğunu kanıtladı. Bulgaristan dirilişi BÜYÜK BİR KOALİSYON hareketi şeklinde gerçekleşti. Umut “CDC” olarak doğdu. Bu bir partiler birliği, sendikal hareket, gençlik patlaması olmakla birlikte, demokrasiden yana olan tüm güçlerin tek yumruğu, birliği ve politik öncüsü oldu.

Dip dalgasının hareketlenmesine öncülük eden Jelev’in Cumhurbaşkanı seçilmesi kolay olmadı. O kendisi uzun yıllar hapishanede kalmış bir savaşımcı olan sosyal demokrat lider   D-r Petır Dertliev’in Cumhurbaşkanı seçilmesi için ısrar etti. Fakat Demokratik Güçler Birliğine katılan Çiftçiler, yeşiller, radikal demokratlar D-r Dertliev’e karşı çıktı. Dertliev Bulgaristan’ın eyalet şeklinde yönetilmesini, kantonlarla yönetilen bir İsviçre’ye benzemesini, etnik azınlıklara tüm haklarının tanınmasını özlüyordu. Onun devlet yönetimini ele geçirmesinden en fazla ürkenler ise sosyalistlerdi. Sosyalist kitlenin Sosyal Demokrat partiye akacağından korktular ve seçilmesine kesin karşı çıktılar. 400 milletvekili olan Büyük Halk Meclisi parçalanıp çökmek üzereydi. O zaman uyumlu ve dengeli bir üslupla politika yapan J.Jelev olaya yaratıcı yanaştı ve aklıselim üstün geldi. O 1990’da meclis çoğunluğuyla ilk demokratik Cumhurbaşkanı seçildi. Ne yazık ki, Jerlev “CDC” içindeki örgütsel yapıyı dimdik ayakta tutan kişi olduğundan, herkesin Cumhurbaşkanı seçilmesiyle dengeler bozuldu. Parti içi birlik bunalıma düştü, parçalandı ve dağıldı.

Jelev Bulgaristan Türklerinin isim değiştirme, kültürel katliam ve zorla topraklarından kovulma zorbalığını yakından izleyen ve olup bitene üzülen bir demokrattı. O, haklı ve asil mücadelemizde her zaman yanımızda oldu. Ağır mücadele yıllarında Bulgaristan Türklerinin doğal ve insan hakları direnişlerinin illegal Bulgar demokrasi hareketiyle kaynaşmasından yanaydı. 1990’dan sonra “CDC” de birleşen ve şahlanan Bulgar demokratik dönüşüm hareketinin bağrını açıp Türk ve Müslüman başkaldırısıyla kaynaşmasını isteyenlerden biri de o idi. Yuvarlak masa toplantılarında “Türk ve Müslümanların isimlerini geri vermek atılacak ilk adımdır” deyen de o oldu.

Şunu itiraf etmek zorundayım: O zamanlar, bizler yani köy ve kasabalarda halkımızı örgütleyenler, Hak ve Özgürlükler Hareketi yönetimini ele geçiren Ahmet Doğan (Medü Doganov) ve arkadaşlarının Bulgar devlet güvenlik teşkilatı (DS) kaşarlı ajanı olduklarını, onların hapislerde görevli ajan olarak, bir mahsus yattıklarını, içerde de muhbirlik yaptıklarını bilmiyorduk. Eski mahkûmlarsa ya Türkiye, Viyana ve Belgrat’ta kaçmış ya da Bulgaristan’dan uzaklaşmak istediği için her konuda susuyordu. Bulgar devletinin bize karşı bu denli derin ve sıkı çalıştığı aklımızın ucundan geçmiyordu. Zindan ve koğuş kapılarının açılmasıyla hürriyet güneşi sanki gözlerimizi kamaştırmıştı. Aramıza sızanlarınlar dan hepsinin bacağı bağlı, kulağına ne yapacağını devamlı fısıldayan birileri olduğunu nereden bile bilirdik!? Doğrusu iğrenç oyun bitti diye düşünmüştük.  O zaman büyük göç oldu. Kuru tahta, kuru bok su üzerinde yüzdüğünden, biz kalanlar bizimdir misali, vatanda kalanlar tertemizdir havasına girmiştik.  Türkiye seli akmaya devam ediyordu. Şimdi anlıyoruz ki ajanların toplam sayısı 3 016 imiş, küçük bir rakam sayılmaz, bunlar sıradan insan değildi, hepsi okumuş, hazırlıklı ve iş başındaydı. Ben onlardan hepsinin aynı iş için kullanıldığına pek inanmak istemiyorum. Yıllar sonra, sesiz ve gece dokunan bir örümce ağını andıran bu doku – gizli polisin aramızda bir ajanlar şebekesi (ağı) oluşturduğu artık gün ışığına çıkarmakla kalmadı, yüzde yüz kanıtladı. Biz sindirilmiştik, kimin kim olduğunu araştırıp soracak, ardından da hesap soracak takatimiz kalmamıştı. Göç edenler yolda sıra düzüyor, yerlerinde kalanlar da açılan boşlukları doldurmaya çalışıyorduk. İnancımızda “ajanlar zamanı bitti” anlayışı hakimdi ve tam o zaman başımıza yeni bir çuval geçirildiğini fark edemedik. Bu çuvalı geçirenler de yine aramızdan olup hainliği kabul etmiş kişilerdi, ama biz bunu fark edemediğimiz için, bugün artık çok üzgünüm desem de, 25 yılın çekisi ortada…

Yıllar sonra, bazen hanıma bir kaymaklı kahve pişirtip, pencere kenarına çekilip, şehrin sesini dinlerken derin derin düşündüğüm de oluyor. Şu an sizinle paylaşmak istediğin şu fikir hep aklımdadır. 1878’den sonra anlaşılan Bulgar bizden hep korkmuş, bize hep kuşkulu ve ürkek bakmış ve bizi başı ezilecek bir yılan olarak görmüşler. Neden mi deyeceksiniz. Olay şundan ibarettir. Bulgarlar, biz öz Türklere bal arısı gibi bakıyorlardı. Çalışkanız, dürüstüz, bize akıl veren, yapacağımız işi söyleyen olmasa da, işimizi biliriz. Kılavuzumuz toprak kokusu, havanın nemidir. Halkı buluttan yağmur geleceğini de ilk bakışta söyleyebiliriz. Şu da var.  Bize tehlike yaratmayana biz saldırmayız. Bal arısına benzeriz. Bilirsiniz sarıca arının, eşek arısının ve diğer arı türlerinin beyi yoktur. Onlar teker teker, çifter çifter yaşar. Biz beraberce varız, koloni oluştururuz. Birbirimize engel olmadan yaşamayı biliriz. Bu işin kitabı musafı yoktur, bu iş bizim özümüzdedir.

Bal arıları, ikilik kabul etmez, tek beye bağlı ve son derece düzgün örgütlü, kendi kendine yeten, zor zamanda bey üretip oğul şeklinde dar gelen sandıktan kavgasız ayrılan, ağaç kovuklarına bile gömeç takıp örgütlü ve düzenli hayatlarını sürdüren ender yaratıklardır. Sosyal hayatta bu tarifin anlamı, Türklerin devlet kurabilen bir insan türü olduğunda gizlenir. Cumhurbaşkanlığı forsumuzda 16 devlet yaratıp yaşattığımız ortadadır. Bu bakıma ezilmiş de olsak, dağılmış da olsak, birbirilerini bulup yediden örgüt düzeni kurarak kendi kendimize yol devam ederiz ve bu, aslında diğerleri için bir büyük tehlikedir. Bu tehlike 1878’de beri bu topraklarda nabzı atan bir oluşumdur. Biz böyle tip insanlar olduğumuzdan, totalitarizmin ağır çeki yıllarında 44 illegal, yarı legal ve legal örgüt kurarak kimliğimizi yeniden kanıtladık.  Elimizde tek imkan kalmamış olduğu bir ortamda durumumuzu dünyaya duyurduk. Dünyayı kendi davamıza kazanabildik. Ayaklandık. Ayaklandığımızı dünya duydu. İş bu, bunlar yeniden ve yeniden ve bizim akıl erdiremediğimiz bir düzen içinde politik olarak örgütlenirler korkusu 1989 Ağustos büyük göçün ana, temal, esas, başlıca ve başat sebebi oldu. 10 bin aydınımızın, tüm genç ailelerin yerlerinden, evlerinden, topraklarından sökülüp sınır dışı edilmesini başka bir gözle ve sesle okuyanlar her zaman yanıldı ve yanılacaktır. Bu büyük olayı başka türlü anlatmak ve anlamak her zaman ve her yerde yanlış olur. Biz Bulgaristan’da yaşayan diğer etniklerden farklı olduğumuzdan dolayı hep takip, saldırı, oyalama, engelleme, semelime, uyutma hedefi olduk. Oluyoruz ve halen de tam olarak uyanamadık.

Bulgar kitapları Balkanlardan Türk ve Bulgar ırkından başka öz devlet kurma öz yetisine sahip olan ırk yoktur yazar. Doğru bir tespittir. Bulgar devletleri de defalarca yıkıldı, boyunduruğa girdiler ama yine de kurtulup dirildiler ve devlerini kurmayı başardılar. Şu an biz Bulgar devletinde ve onlarla beraber yaşıyoruz.

Dolayısıyla onlar bizi kendi beylerini, örgüt ve düzenini kendileri yaratabilen bal arısı gibi gördüklerinden “kovan dışında” çakma, sahte, dönem ve hain bey yetiştirdiler. Türkleri tanımayan, Türkleri ele vererek yetiştirilen, ruhu hainlik kanıyla zehirlenmiş Ahmet Doğan’ı “bey” olarak başımıza bela ettiler. Bunu yapmazdan önce onun gerçek yüzünü, kimliğini, iki yüzlü sahteliğini bilenlerin hepsi vatandan kovuldu. Başarılı oldular. Bu başarının temelinde yine muhbir jurnalci sürüsünün 10 Ocak 1990’da Varna’da Hak ve Özgürlük Partisi’ni “kurması” oldu. “Kurmsı” sözünü tırnak içine aldım, çünkü “kurucular” varnaya toplanıp şerefe demezden önce HÖH zaten kurulmuştu. Sofya’ya bağlı polis akademisinde Program ve Tüzüğü yazılmış, Varna Asli Hukuk Mahkemesi’nde tescil ettirilmiş ve Ahmet Doğan’ın adı  kurucu başkan olarak kütüğe işlenmişti. Böylece de ”bey” nereye uçarsa “oğul” – Bulgaristan Türkleri ve Müslüman kitlesi –  oraya uçup konar ve yuvalanır misali hareket ettiler. Bizi iyi tanıdıkları her adımlarından bellidir. Bizi gizli polis “DC” zırhınına kapsüle edip, koyun sayasına kuzu kapar gibi kapadılar. Bu işi üstün başarılı yaptın diye kendi adamlarını ödüllendirdiler – hain ve dönek Ahmet’i kendi değimlerince sayanın yanındaki çoban odasına yani sözüm ona  “saraya” kapadılar, yıllardan beri ekmek elden su gölden, viski şişeden yaşatıyor.

Bilirsiniz fıçıdaki turşu bile dura dura bozulur, şarap da döner ve sirke olur, saraylarda yaşatılanlarsa tımarhanelik olur. Ahmet’inde başı dertten kurtulmuyor. Son dönemde cehennem rüyaları görmeye başlamış. Kafası iyice bozulmuş ve ne yapayım ne yapayım, kime okutayım derken, eski komünist ve devlet güvenlik sisteminde önde gelen subaylardan olan, halen lanet duaları okumakla meşhurlaşan eski baş müftü Nedim Geneçev’e telefon açmış ve aman gel beni bir üfle demiş.

Gencev gitmiş gitmesine de, “saraya” zor zar girmiş. Kurşun dökerim diye yanına biraz malzeme de almış ama içeri sokamamış. “Ben bu yaşıma kadar böyle şey görmedim, eskiden de gitmişliğim var ama şimdi koruma kordonu 3 kat, gir gire bilirsen, donlarımın içine kadar her yerime baktılar,” artık yaşımızı başımızı aldık biraz ayıp oldu diyor. Görüşmüşler. Ahmet’i “bitmiş”  “çökmüş” buldum. Normal biri olsa tımarhanelik duruma gelmiş” de neyse… Benden önce başka şifacıları da çağırtmış, fakat onların nefesi benim kadar kuvvetli değil, Gencev okumuş, olumsuz –boğucu enerjisini almış, “aldım da yerine hemen daha zehirli enerji dalgası doldu, zor başa çıktım” diye anlatıyor.  En nihayet üçüncü seansta işler yoluna girmiş ve Ahmet’in ruhu uykuya yatmış, o da kendine gelmiş ve buzlu viski kadehine uzanmış….

Böyle durumlarda, arı kovanında gelişmeler şöyle gelişir. Kovan başka bir beye itaat etmez, yumurtaya yatar ve hemen yenisini üretir ve yetiştirir. 19 Ocak 2013’ten beri bu iş Lürfü Mestan’a devredildi. Fakat her arıda bey vasıfları olmadığı gibi, onda da “lider” lider nitelikleri eksik! O gün bu gün, olaylar kabuğundan çıktı. Tencere kapağı attı. Çorbanın yağı dışarı aktı. Demek istediğim adamın, ana dil derdi var, adama kesilen “çakma” cezalar ortadadır. Eskiden, nizam düzen varken bizde her Türkçe konuşana ceza fişi kesilmezdi. Kurbanlık koyun farklı, damızlık toklu farklıdır. Bu adamcağıza polis ceza kesebiliyorsa bu işin içinde eksik bir taraf var demektir. Ya polis ajanlığı işi denk değil, ya dönekliğinde bir eksiklik var, ya da fazla konuşuyor. Herkes bilir ki, Başkanlar fazla konuşmaz. Şu Boyko bile Başbakan olalı sustu, memleket sel altında kalmasa, uykudan bile kalkmayacak.

İkinci Dünya Savaşında İngiltere Başbakanı Cherchıl yarak odasına girerken, sekreteri sormuş:

  • Sizi ne zaman uyandırayım?

Aldığı cevap şu olmuş.

  • Sovyet savaş uçakları Londra’yı bombalamaya başladığı vakit!

Lütfü işleri hafife alıyor. Her muamele her kişiye yapılmaz. Bu ceza falan filan işlerinde bir başka dalavere dolovere olması lazım. Biz 1 milyon ceza kesildi, acısı kesenin götüne dedik, işi geçiştirdik. Şimdi Sofya Üniversitesi Doğu Diller Fakültesi’nin Türk Dili Fakültesinde okuyan öğrencilerin hepsi Bulgar kökenli. Etme dostuna gelir başına, deyenler bu günleri düşünmüş olabilirler. Güneşin Batıdan doğmasını beklemek saçmalıktır. Strazburg Mahkemesi bize göre Batıda bulunur.

Özünde ajan olmayan, ruhu temiz, uykusu derin, Türkçe bilmeyen, Bulgarcası düzgün bir HÖH – DPS başkanı aranıyor. Talep olabilirsiniz. Biraz da soydan olsun.

Son günlerde, Bulgar kamuoyu,  bir de yine demokrasi mücadelesi seçkin avarelerinden olan 26 yıldan beri “Dayanışma” sendikası başkanı görevini yürüten Konstantin Trençev’le baş etmeye çalışıyor. Bizim “Dayanışma” sendikası 1980’li yıllarda Gdansk tersanesinde Lev Walensa’nın kurduğu “Dayanışma” sendikası örneğince çatıldı. K. Trençev bir doktordur. T. Jivkov rejiminde “hürriyet yok” dediğinde işinden oldu ve aylarca Trakya ovasında derin mısır tarlalarında gizlendi. Artık Jelü gitti, Lehlerin “Dayanışma” sendikası söndü, L. Walensa bile politikadan çekildi, eskilerden bir ben kaldım,  ben de artık kenara çekileyim diyor, yerine adam da hazırlamış ve kurultay topluyor.

İşte böyle yazımın başlığında “Yaprak Dökümü” desem de, 25 yıl devam eden bir yerinde sayma döneminin aslında son yaprakları uçuşuyor. Biz dünyaya ayak uydurmasını bilen bir milletiz. Gazeteler, “II. Soğuk Savaş dönemi başladı” gibi başlıklar atıyor. Yapraksız ağaç soğukları karşılama hazırlığı içinde soyunur, demek istedim. Bizim kurulamayan demokrasi binamızın Jelü Jelev ve Konstantin Trençev gibi orta direkleri birer birer kaydığına göre, acaba nedilerin,i orta direk olarak satan ajan takımı da görevden çekilmeye hazırlanıyor mu, yoksa ajanlık işinde emeklilik yok mu? Direkler ve ajanlar çekilse henüz çatıya kadar kurulmadan bina üstümüz birden yıkılır mı? Yazımı bu sorusuyla bitirsem, bilmem çok cesur bir tahmin! Deyen olur mu. Aslında olsa da ne olacak ki! Bir yerde bir şey olmuyorsa, mutlaka başka bir şey olur anlamı çıkmaz. Çünkü dökülen son yapraklardan sonraki yeni yeşerme baharı beklemeli,  o da  bu kış ağaç donmazsa tabii.

Biz statükocu bir halk topluluğu değiliz. Avrupa’da yaşıyoruz, AB üyesi ülkeler arasında yer aldık. Bu üyeliğin anlamı dünya değişim ve dönüşümlerine öncülük yapacağız anlamındadır. Yola devam. Bal arılarının kendi beylerinin kendilerinin üretip seçip yetiştirdikleri ve ona itaat edip her sözünü dinledikleri, gömeçleri bal doldurup taşırdıkları gibi biz de bir halk topluluğu olarak yuvamızdaki hazır oncuları, asalakları, çanak yalayıcıları, parazitleri hayatımızdan atacağız, kendi gömecimize balların en kalitelisini kendimiz dolduracağız.

Yabancı, yalancı ve kirli olan her şeyden arınmak her varlığın en kutsal hayat hakkıdır. Bunu kendileri yapamayanlara yardım eden yüce Tanrı, bize doğal yaprak dökümü yaşatır ve yeni olanı hayata yeniden davet eder. Bu da onun görevidir.

Yazılarıma ilgi gösterdiğiniz için teşekkür ederim.

Reklamlar