Dr. Nedim BİRİNCİ

 

Bulgaristan hükümet kurma sorununu uzlaşmalı çözmede zorlanıyor. Politik partiler dönüp geriye bakmadan ileri adım atmak istemiyor. Arkasına bakanda ise intikam (revaşizm) duyumları alevleniyor.

 

Bulgar’ın yeni politikası 1989’da YUVARLAK MASA görüşmelerinde başlamıştı. O zaman bu masanın kenarında Müslümanlar adına oturmuş Nedim Gencev isminde bir ateist Baş Müftü vardı. O hiç konuşması, bir şey önermedi, hiç bir şey istemedi. İşleri karıştırmazsa ödüllendirileceğini biliyordu. O zaman Ahmet Doğan henüz politik pazara sürülmemişti. Elbiseleri kuru temizlikçide, kendisi de tellaklı hamamdaydı.

 

Ahmet Doğan’ın Sofya sahnesine çıkması 1989’un son günlerinde oldu, o zaman henüz “doğan” değildi, tüyleri çıkmamış ve uçamadığından, bir yerden bir yere polis aracığıyla gezdiriliyor, burnu zincirli ayı gibi oynatılıyor ve sonra yine kafese toplanıyordu. Yollarda, meydanlarda insanlar arasında fazla gezip tozmasına da izin yoktu, çünkü ayakkabının ökçesi olmadığından, su alır ve hastalanır diye korkanlar vardı ama al şu parayı da bir çift ayakkabı al deyen de olmadı, çünkü bilirsiniz, bal bozumu başlamadan kovandan bal yenmez.

O günler de gecikmedi, “ilk ihtiyaçlarını karşılasınlar” diye Baş Müftüye Bulgaristan Komünist Partisi Politik Büro üyesi Boris Velçev’ın, Ahmet Doğan’a da Başbakan Georgi Atanasov’un daireleri verildi, içi boş durmasın diye duvarlara asmak için birkaç haydut voyvoda tablosu, birkaç eski kama, kılış, patlamayan patlak vs. hediye edildi. Generallerin bu hediyeleri sunarken söyledikleri sözlerde ”revaşizm” yok, yani Türk ve Müslümanların dini, doğal ve insan haklarını, ana dil, baba dil, olup biteni sorup sorgulamak yok, hapisler, “Belene” ölüm kampı ve mengenelerde yapılan işkenceler unutulacak, unutturacak, dedi.

 

İşleri perde ardından yönetenler nefretten sonra sevgi gelmesini bekliyorlardı. Nefretin özelliği insanlara dağılma çağı yaşatmasıdır. 1984–1990 nefret çağı geçmişti. Bu dönemde insanlar doğal olar dağılmış, ülkeden kovulmuş veya kaçmıştı. Onların anlayışına göre 1990’da nefret bir kenara çekilmek zorundaydı. İnsanlar yeniden bir araya gelecek ve sevinçli günler yaşayacaktı.

 

Sorunları çözmek için yeni liderler artık bir tek “uzlaşma” formülü icat edeceklerdi. Ön görüşmelerde onlara apaçık şu söylenmişti: “Bizden maaş beklemeyin!” Baş Müftü vakıf mallarını istediği gibi kullanır, satıp tozar, Ahmet ise T.C’den gelecek paraları cepleyebilir, Bulgaristan Türk. Pomak ve Çingenelerini istediği gibi dolandırıp soyabilir, yalanı esaslı ilişkilerde temel attı. Yalan insanlık günah işlemeye başladığı günden beri vardı ve Bulgaristan’a yalanı yasaklayan ya da cezalandıran yasa yoktu. Hodri meydan… Bariyer kalkmıştı!

 

Derken, Bulgaristan’da yalan, dolan, aldatma, umutlandırma ve toslatma en geçerli yönetim usulü oldu ve uygulanmaya devam ediyor.

 

Öyle böyle de her şey her zaman düşünüldüğü gibi olmuyor.  Gençev’in yaratanla zaten arası yoktu. Çalma kapma olaylarına vakıf ve Baş Müftülük Mülklerini oğlunun üstüne aktarma işlerinde derinleşme başlayınca işin içine çok günah girdi. Aptes almamış insanları yüzer yüzer Hacca götürmek de günahları aklamadı. Osmanlının Bulgaristan’da kalan tüm malını mülkünü üstüne geçireceği bir sırada, dananın kuyruğu koptu ve Baş Müftü görevinden düştü.

 

Ahmet çalma kapma işlerini hapishanelerin konut konutlarında geçirdiği yıllarda biraz unutmuş olduğundan, paralar tomar tomar değil çantalarla çanta dolusu gönderildi. O da saymadan aldı harcadı. Biraz dağıttı, biraz yemledi, zaten elden verilen paranın hesabını da tutan, sorup sual eden de yoktu. Veren de bu paraları ekip biçip de kazanmamış, 1989 Ağustosu’nda KAPIKULE BİTPAZARINDAN toplamıştı. Bilirsiniz şu verme işi bizde camiye yardım yapmak, sadaka vermek ya da fitre vermek gibi bir şeydir, faturası “Allah Kabul Etsindir!” Hem de almak için mutlaka el açmak, eğilip bükülmek, boyun eğmek, vaatte bulunmak da gerekmez. Bizim özümüzün özünde “isteyen bir dilenci, vermeyen iki dilencidir!” Büyüklük hep bizde kalmalıdır. İstemeden verilen de kabulümüzdür…

Bu işlerde yanlış anlaşılan bir husus yoktu. N. Gencev Allah işleriyle uğraştığından kendisine verilen daireye Bulgarca bastırdığı Kuranı Kerim’i depoladı. Ahmet ise yabancı diplomatlara kiraya verdi. Şimdiartık ayda 5 bin USD alıyordur…

 

Şimdi dönelim şu “uzlaşma” konusuna, SİYASET TEORİSİ TEMEL ESERLERİNDE “politikacılar kendinden bir şeyler feda etmez ve uzlaşmaya çaba göstermezse, hükümet kurulamaz!” denir. Şimdi N. Gençev’de fedakârlık yapmasını beklemek boşa kürek çekmek olur.  A. Doğan’ın politik olarak ödün vereceği bir şey kalmamış, çünkü bir defa alacağını aldı. “Verecekli değilim!” diyor. Anlaşılan Bulgar Kooperatif Ticaret Bankası BTK’dan aldığı ve geri çevirmediği paraları Of shor adalara çıkarmış ki, dışarı akan paralar aranmasın diyor. Bu konuda baş hırsızlardan milletvekili ikilisi Danço Peevski ile Yordan Tsonev’e bir kanun tasarısı yazdırmış ve altını Lütfü Mestan imzalamış. Halı kaldırılırsa altındaki kertenkelerin hepsi sayılır ama bakalım kaldıracaklar mı?

 

A.Doğan’ın “Konsorsiyumdan bir şeyler feda et” deyenlere de cevabı hazır: “Yönetim kurulu toplanmadan olmaz!” Oysa yönetimde kendinden başka kimseciler yok. Adı konsorsiyum da, aslında tek kişilik şirket yani (Ltd) gibi bir şey. Batıda “konsorsiyum” yönetimlerinde 100 kişi çalışıyor. Bizimkisi uzaktan baktım pek çok, yanına vardım hiç yok.

 

Şimdi şu “politikada işler ödün vermeden gitmez” deyenlere de gıcık olmamak elde değil. N. Barekov’ GERP ile tamamen başarısız geçen görüşmede “ödün verin” demiş. Heyet de “Biz Bulgaristan Cumhuriyeti’nin adının Bulgaristan Halk Cumhuriyeti olarak değiştirilmesini yani 1990 öncesi adını yeniden almasını istiyoruz “ önerisinde bulunmuş. Fakat toslamışlar, çünkü GERB başkanı B. Borisov o yıllarda itfaiyeci olduğundan beni eski görevime döndürürler diye kormuş. Bulgar köylerinde “Todor Jivkov Mağazaları” açılmaya başlayanlar ise, politikacılara hava atıyor.

 

Reformcu Blok grubu “uzlaşma” görüşmelerinde hem en güçlü hem de en kırılgan. Miglena Kuneva kendisini düşünüyor, Dış işleri Bakanı olmak istiyor.  Demokratik Güçler Birliği (DGB) uzlaşmaya en sıcak bakarken, Güçlü Bulgaristan Partisi (DCB) Radan Kınev hiçbir konuda ödün veremeyiz ve “azınlık hükümetine” girmeyiz diyor. GERRB partisi ile birlikte 107 sandalye sahibi olan Reformcuların da aslında reform yapmaya niyeti yok gibi, çünkü son söz sahibi olan Borko Borisov ya 1 Temmuz 2015’te yerel seçimlerle birlikte ya da 2016’da Cumhurbaşkanı seçimleriyle birlikte genel erken seçime gidilmesini gündeme getirdi ve dillendirdi. 4 yıllık azınlık hükümeti kurulmasını ise Reformcu Blok kabul etmiyor.

Bizde “fütüroloji” (öngörü bilimi) gelişmemiş olduğundan konuyu özel olarak inceletmek için  Amerikan Üniversitelerine göndermişler ve şimdi cevap bekliyoruz. AB ise baskısını artırdı ve “Gecikmeden hükümet kurun!” diye bastırıyor.

 

Sosyalistler ile GERBçiler arasında uzlaşma ise imkânsızlaştı. İktidar olursal biteriz diye titreyen sosyalistlerin yeni yönetimi önce kendi aralarında bir hesaplaşmadan geçmeden ileri adım atabilmelerinin mümkün olmadığının bilincine en sonunda vardı. Şu günlerde, Bulgar yakıt istasyonlarında bir devlet denetimi yapıldı (geçici hükümetin ve AB’nın ısrarı üzerine tabii) ve ülkede 512 kayıtsız, evraksız, vergi numarası olmayan, adı var kendisi var ama kaydı olmayan hava cıva benzinci olduğu ortaya çıktı. Bunlardan birçoğunun sosyalist partiden genç liderlerin olduğuna işaret edenler var. Öyle ki kavganın birinci perdesindeyiz.

 

Tüm bunların üzerine bir de geçmişi olmayanın geleceği olmaz iddiaları eklenince her şey her balkıma karışıyor. Çünkü sosyalistlerin geçmişinde bir de 1950’li yıllarda “Güneşli Dünya” toplama kampında öldürülmüş ve hesabı verilmeyen 200 bin kişi var k,i, bu olay da bana “DELER VE TORUNLAR” fıkrasını hatırlattı.

 

Dedeler bir dün toplanıp lokantaya uğramış ve yiyip içip bir daha zevklenelim demişler.

Demişlerde, masaya çöktüklerinde listeye önce gözlüksüz bakmışlar ve yemeklerin resimlerine sulanmışlar da gözlük taktıklarında tam sipariş vermekten vaz geçecekleri an, garson dikilmiş başlarına ve fiyatlara bakmayın, bizim lokantamızda torunlar ödüyor, demiş.

Eh, torunlar ödeyecekse, getirin bakalım, deyen dedeler iyice yayılmışlar, içmişler, yemişler, içmişler ve nihayet, çakır keyif kalkmışlar ve tam kapı ağzında, Baş Garson “DURUN!” demiş ve hesabı uzatmış.

“Hani torunlar ödeyecekti!” deyen dedelere verilen cevapsa şu olmuş…

“Bu sisin hesabınız değil, dedelerinizin eski hesabı, siz torunlar ödeyeceksiniz!”

 

İşte böyle bizim toplumda çok derin anlaşmazlık ve uzlaşmazlıklar var. Bunların arasında da en sivri taş olarak Hak ve Özgürlükler Hareketinin yaratığı şirketler zinciri var ki, hiç sorma…

Reklamlar