Şakir ARSLANTAŞ

 

Son günlerde Hacıoğulu Pararcığı (Dobriç) ilinde bulunan Baraklar (Bakalovo) köyünden Necmettin Hak’ın anılarını okudum. Zahid Vahid ve Mümün Mustafa ile üçünün 1985’te Sofya’ya gelip Ahmet Doğan’la görüşmesinde, gelecek yılların “lideri”  onlardan genel kültürlerini yükseltip zenginleştirmeleri isterken, önce neden İvo Andriç’in DRİNA KÖPRÜSÜ kitabını okumaları öğütlemiştir. Sırpça adı “Na Drini Cuprija” olan bu ünlü eser Türkçemize Hasan Ali Ediz ve Nuriye Müstakimoğulu tarafından kazandırıldı.

 

Ahmet üç arkadaşına o kitabı okuyun derken, kendisi eseri önceden okumuş ve içindeki gelişme seyrini akla yakın bulmuş olmalı! Bu kitapta ne geçmişten bir şikâyet, ne de gelecek üzerine bir umut ya da erdem var. Derin düşünüldüğünde yılların aşındırdığı Müslümanlar öz topraklarında Hıristiyanlarla huzurlu bir ortamında yaşarken uyurgezer duruma getirilmelerinin acı çilesi anlatılmıştır. Bizdeki olay farklı gelişti. Devlet zulmü nankör ve güvensiz bir hava yarattı, güven köprülerini havaya uçurdu. Yalnız ezan sesinin işitildiği bir ortamda ölmeye razı olanları bile şaşırttı. O günlerden başlayarak Bulgaristan’da hayatta kalmak isteyen Türkler ölü taklidi yapmaları gerektiğini baskı altında inleyen gir halk olarak iyi anladı. Birçoğumuza göre zulümden kurtuluşun yolu “ölü canlı” yaşamaktı.

 

“Drşna Köprüsü” kitabında dile gelen bir Hıristiyan aydının kaleminde, Osmanlıda farklı toplulukların bir arada yaşayışını, hayatı zorlamadan, kimlikler değiştirilmeden birlikte yaşayabilme romanını anlatırken, biz gibi 1985 soykırımını yaşamış Bulgaristanlı okurların aklına bambaşka duyumlar geliyor. Vizyon değiştiğinde “Drina Köprüsü” milliyetçiliği kan kabarttığı çağda hayatın evrim sıkıntılarıyla değiştiğini anlatıyor. Bu ulusallaşmayı bir türlü tamamlayamayan Bulgaristan’da da her sokak başında rastladığımız bir olardır. 1970-72’de ve 1985’te Bulgaristan’da uygulanan totaliter zorbacılıkla karşılaştırıldığında ise akla ilk gelen ne mi oluyor? Kuşkusuz insan “Drina Köprüsü” nin bombalanıp yıkılmasını düşünüyor. Etnikler ve uluslar arasındaki ilişkilerde en kötü olan köprülerin yıkılmasıdır. Şimdi Sofya’da bakıyorum hükümet temasları var ama Türklerin partisi HÖH-DPS ile görüşmek istemiyorlar. Beni düşündüren, A. Doğan’ın bundan 29 yıl önce söylemek istediği “oturun oturduğunuz yerde, evrimle devrimin son durağı aynıdır!” olabilir mi? Yoksa ne de yapsanız en sonunda olacak olan budur! Mu memiştir.

 

“Osmanlı Yönetimindeki Bosna-Hersek’te Kültür Yaşamı” adlı bir doktora tezinin yazarı olan İv. Antiç,  300 yılı aşkın bir tarihsel dönemin yuvarlanışını yükseklerde uçan bir keskin kartal bakışındaki bilgelikle anlatırken Nobel Edebiyat Ödülü (1961) kazandı. Bu, ödül hak etmek için yazılmış bir eser değildir. Anlatılan, taşları birbirine yapıştırılmış bu köprünün bir aynası olan ayakları arasından birbirini itip kakalayarak bitirmeden akıp geçen ırmağın su damlalarından oluşan derya ve sanki gücünü kâh hoşgörülü yaşamdan, kâh didişip boğuşmadan alan toplumdur.

 

  1. Hak “Drina Köprüsü”nü okuduğunu yazmıyor. Kimliklerine saldıranlara karşı etnik hakları için halkı uyandırıp devrim yapmak isteyen üç Dobrucalı genç yanıtı İvo Andriç’te aramıyor. Andriç eserinde ümmetlerden ulusa geçişin acılarını anlatırken yeni olanın eski ile bağlar aradığına hiç değinmemiştir. Çünkü sakın ve sabırlı anlatımıyla sönen bir çağın küllerinden uyanan yeni bir devrin parlayan kıvılcımlarında ötekileştirilen bir kişinin yabancı ateşinde ısınamayacağına değişik biçimde işaret ederken, kültürel etkileşimin ince ayrımlarına dokunuyor ve kendi yolunda giden hayatın doğası gereği mutlaka değişikliklerle yüklendiğine inandığı için kimseyi yön, biçim ve öz değiştirmeye davet etmiyor.

 

Bu eser Dobrucalı  3 Türk gence tavsiye edilirken bizde artık ağıcın dalı kesilmişti. Yarası dinmeyen yerlere yeşil boya sürülmüştü. Böyle bir durumda, önerilen bu kitapla yürek acısından doğan devrimci şahlanmayı bastırma niyeti gizlenmiş olabilir mi! İsimlerini geri almak için örgütlenip ayaklanmayı göze alan 3 arkadaşa acaba hevesiniz kursağınızda kalabilir işareti mi verilmek istendi? O zamandan bugüne 29 yıl geçti. 1985’te felsefe hocalığı yapan ama felsefe biliminin hangi bölümünü anlattığı hala bilinmeyen ve  “soya dönüş” probleminin felsefeyle ne işi olduğuna da asla değinmeyen A. Doğan daha o yıllarda Bulgaristan’da yaşayan Türklerin, Pomakların ve Romların evrim geçirip Bulgarlaşmayı usulca git gide kabul edeceklerine inanan ve bu başa gelene ayak uydurmanın kaçınılmazlığını sezebilen bir kişi olarak ortaya çıktı. Daha sonraki yıllarda Pazarcık Hapishanesinde, N. Hak’in da katıldığı “soya dönüş” konulu ve Orlin Zagorov (Şükrü Tahir) “Gerçekler” (İstinata)  eseri kaynaklı konuşmalarında da bu konudaki inanmışlık havası hakimdi. Bu böyle olmasa zaten kendisine “Dönek” takma adı deyip yeni dosya açan Bulgar gizli servisi “DC” onu yeniden sofrasına davet etmezdi.

 

Doğan her kuşağın kendine göre hayalleri olduğuna inanır. Oğullar babaları gibi yaşamak istemez. Kızlar da değişen bir dünyada açıp sarmayı hayal eder. Şu herkesin ismiyle cismiyle rezil edildiği olaylar olmasaydı, 1980’lerde Bulgaristan Türkleri kimlik somunlarını oldukça gevşetmiş ve daha iyi yaşama adına azdan az da olsa fedakârlık yapmıştı. Bugün de “şu Bulgarcayı Bulgarlarda daha iyi örenelim de bitirelim şu çileyi” deyenler çoğalıyor. Zaten sokakta konuşulan Bulgar dili ile iş hayatına giren Bulgarca arasında büyük bir uçurum belirdi. Batı dillerinden giren yeni sözlerin sayısı durmadan arttığı için, Bulgarlar kendileri de ana dillerini anlamaz duruma geldi.

 

Devlet politikası ve toplumsal yaşam arkadan gelen kuşağa geçmişi öğretmediğinden dolayı karşılaştırmalı düşünen yok. Birçokları yeniliklerin doğruluğundan zaten kuşkulanıyor. Bıçak kemiğe dayanmadan uyanmayan kimlik bilincinden tepki de gelmez. Aslında bütün kuşaklar birbirinin tekrarıdır. Yen, kuşaklar eski nesillerin bellek kuyusu dibinde özlerini aramaya üşeniyor. Yeni nesiller atalarından sadece hayal bakımından daha zengindi. Bir öncekinin hayatını bilmeyen o zamanın güzelliklerini düşleyemez. Yitirilen ve elde edilen gerçekler, baktığımız açıya göre alevlenir, için için yanar ve söner. Öz tarihimiz, şanlı kimliğimiz soy öyküsü sosyalizm yıllarında hafızamıza ekilen soyut fikirlerle söndürüldü. Ayakaltına alındı. Geçmişimizden küllerinden başka bir şeyi olmayan bir uygarlık kaldı: Adı Osmanlı Türk uygarlığı olsa da ağza almak yasaktı. Görkemli olmasına rağmen, o da hiçbir işe yaramadığı için Türkiye halkının bile olumsuzladığı bir toplumsal olgu ve yeni alevleriyle parlayan yabancı bir gelecek vardı. Bu dönüşüm sürecine bize yapılan ani ama çok şiddetli bir saldırıyla soy kimliğimizi değiştirme gibi bir saçmalıkla devlet zulmü ile dayatılınca ruhları parçalanmış, ezilen ve boynu bükük bir kuşak ortaya çıkması beklendi. Ne var ki, halk isyan etti. “Drina Köprüsü”nün taşları tarihin çilelerine dayanabilmiştir. Köprü yıkılsa da ırmak kirlenmeden akıyor. Bizimse soy ağıcımızın dalları kesildi ve yerine yene farklı çubuk aşılanmak istendi, tutmandı. Yaralandık ve sızıları dinmiyor. Kitaplarda daha fazla geçmiş anlatıldığına, hangi kitabı açarsak açalım, yüreğimiz sızlıyor. Bizi yaralatyanlar sanki kör ettiler.

 

Gidişatı geri çevirmeyi denemek sanki ortak bir inanç haline geldi. Bunun olabilmesi için herkesin kişisel özveride bulunması gerekir Herkesin içinde olan, sürüp giden ya da hayal edilen yaşayış biçimiyle zulümle dayatılan yaşam biçiminin asla bağdaşmazlığı ana çelişkimiz oldu. 1990’dan sonra ise, zamanını dolduran ile hayata çağrılan arasındaki boğuşma 25 yıldan beri sürüyor ve henüz genç olan filizlenebilmiş değildir. “Drina” Köprüsü”ndeki yıkımın da sürgünleri yoktur. Bu belirsizlik 1996’da savaşına kadar devam etti. Tüm ezilmişliklerin patladığı gibi orada da yeniz fışkırdı ama çok kurban aldı.

 

Bizde totalitarizm döneminde Türklerin ulusal uyanışı devlet terörizmiyle dayatılan Bulgar milliyetçiliğini ret ediyordu. 1985 soy kırımını Türkler 5 yıl içinde ters çevirdi. Yeni ortamda  balta girmez Türk ormanı oluşmadı. Acıların doruk yaptığı günlerden 29 yıl geçti. Bugün de büyük bir ağaç olamadık, hala  karaçalı dikenleri gibi birbirimize sarılıp örülmüşüz, ayakta duruyor ama boy atamıyoruz. Boy atmaktan korkanlarımız da var. Çünkü bizim burada önce selviler kesilir. Bizdeki hayat da Andriç’in romanındaki gibi çok değişti. Kırcaali’ye bağlı Gorno Prahovo köyünde kadın kalmamış, erkek köy bekliyor sultanlık kurmuşlar. Andriç’in eserini yazdığı 1942’de Sofya Parlamentosu yemekhanesine uğrayan milletvekilleri meyhanelerde içki mezesi yapmak için ceplerine köfte kebap, kızartılmış balık dolduruyordu.  Şimdi hem zaman hem milletvekilleri değişti, en fazla çalanlar kamara önünde “harama el sürmeyeceklerine dair yemin ediyorlar.

 

Andriç aşılamayan çelişkileri şöyle bir öyküyle almış:

 

“Kadiri mutlak, dünyayı yarattığı zaman, dünyanın yüzü, nakışlı güzel bir tabak gibi dümdüz ve parlakmış. Şeytan, Allahın Âdemoğluna bu bağışını kıskanmış ve henüz yeryüzü sertleşmemiş ve bir hamur gibi yumuşakken Allah’ın topraklarını uzun tırnaklarıyla kabil olduğu kadar derin tırmalamaya başlamış… Hikâye rivayet eder ki, insanlarla ülkeleri birbirinden ayıran uçurumlar, ırmaklar böylece meydana gelmiş ve Allah’ın Âdemoğluna gıdasını sağlayacak bir bahçe gibi hediye ettiği dünyada onların bir yerden başka bir yere gitmelerini imkânsız bir hale sokmuş. Allah bu mel’unun yaptığı işleri görünce, gazaba gelmiş ama şeytanın bozduğu bu işi baştan yapamayacağından, insanlara yardım etmek ve her şeyi kolaylaştırmaları için meleklerini yollamış. Melekler zavallı insanların bu derinlikleri ve uçurumları aşamadıklarını, işlerini göremediklerini, bir kıyıdan öbür kıyıya seslenerek boşuna vakit kaybettiklerini görünce, bu yerlerin üstüne kanatlarını germiş,  insanlar da bir kıyıdan öbür kıyıya kolayca geçebilmişler. Âdemoğlu da köprülerin nasıl yapıldığını işbu meleklerden öğrenmiş. Onun için köprü yapmak çeşme yapmaktan sonra en büyük sevaptır.”

 

Biz aslında Hak ve Özgürlükler Hareketini de Bulgar toplumu içindeki derin uçurumlar arasına bir köprü olması ve gelip geçenin yaralarını sarması için kurmuştu. 25 yıldan beri oyumuzu hep bir şeyler olur da işler yoluna girer umuduyla ona verdik. Bakıyorum Bulgarlar soldan çiklet, sağdan çikolata isteyen ve eli hep açık olan siyasetçiler istemiyor. 1990’larda Bulgar toplumu bir daha eşek dikenleriyle, devlet zulmüyle dolup taşmaz inancı egemen olmuştu. Evlerimize girip gelin sandıklarını karıştıran silahlı askerler bugün artık 45–50 yaşlarındadır. Bakıyorum artık emekli olmuşlar ve Milliyetçi Cephe kurup “Türkler Dışarı” diyorlar. Eşekten at olmaz diyenler haklıdır. En çirkef kesim hükümet ortaklığına davet ediliyor. Bizi zor günler beklediğini şimdiden haber vermek görevimizdir. Biz çok iyilik yaptık ve denize attık, değişen bir şey olmadı.

 

Sosyal gelişmeler ırmakların inip yükseldiği gibidir. Irmak taştığında köprü olmayan yerde kıyıdan kıyıya geçilmez. Biz bugün Bulgar toplumunda milliyetçilik şişkinliğine tanık oluyoruz. Düşmanlık körükleyenler hayatı birçok kişiye yeniden kabul edebilirler.Yaşı 25 olan yeni kuşağımız Bulgar milliyetçilerinden zalimliğini nereden bilsin ki? Vahşeti 1996’da Bosna-Herzek yeniden yaşadı. 1914’te Drina Köprüsünü havaya uçuranlar 1996’da Moster Köprüsünü yıktı.  NATO birlikleri, Türk askeri hava kuvvetleri olmasaydı bütün ülke bir uçtan bir uca mezarla döşenecekti. Meclis görüşmelerinin birinde B. Borisov Milliyetçi Cephe isteklerine yanıt verirken “Ben Yanko Milojiç gibi katil olmak istemiyorum” dedi. Tarihi unutmayanlar bugün de galip gelebilir. Söylenen gerçekler kaynayan kazandan gelen kokudur. A.Doğan’ın daha 1985’te “Drina Köprüsü” kitabını tavsiye ederken, başımıza gelecekleri biliyor muydu acaba? Bugünkü ortamda Bulgar politik partileriyle ve demokratik kamuoyuyla tüm ilişkilerin koparılması hiç de hayırlara alamet değildir.  Acaba şimdi kabak önce kimin başına patlayacak!? 29 yıl önce bütün Bulgarlar bütün Türklere ve Müslümanlara karşıydı. Zaman değişti, durum aynı…

Reklamlar