Tarih: 22 Aralık 2018
Yazan: Raziye ÇAKIR
Konu: Zulüm volkanının fışkırdığı 1984 Aralığını asla unutmadık.

Biz Bulgaristan’daki Müslümanlar 24 Aralık 1984 gecesi Güney Doğu Rodoplar’ın Kırca Ali İline bağlı Mleçino (Sütkesi) ardından 26.12.1984’te Benkovski belediyesi Türk köylerine silahlı jandarma, asker ve bereli saldırısıyla başladı. Bulgarlar isim ve Türk Kimliği değiştirme ve Müslümanlığımızı zorla unutturma saldırı kampanyası, şehit ve yaralılarımızı, evde köyde, sürgünde ve toplama kamplarında gördüğümüz çileyi, zorla parçalanmamızı, güç kullanarak Vatanımızdan, toprağımızdan kovulmamızı asla unutmadık ve unutmayacağız. Hiçbir zaman unutmayacağız – unutturmayacağız.

Bulgaristan’da her yıl “Türkan Çeşme” mitingleri düzenliyoruz. Mestanlı Şehitler Andı önünde toplanıp Türklüğümüz yeminini yeniliyoruz. Totaliter terörle mücadelemizi anma törenlerimiz memleketimizi baştanbaşa dolaşıyor. Yiğitlerimizin mezarına çiçek ve çelenk koyuyor, dua ediyor, Mevlit dinliyoruz. Çocuklar şiir okuyor. Davamızı genç kuşaklara devrediyoruz.

Adına hak ve özgürlüklerimiz uğruna mücadele dediğimiz kutsal başkaldırımız 1878’den beri süregelen Türk ve İslam düşmanlığına karşı biçimlendi ve güç topladı. 1878’de sona eren Rusya ile Osmanlı imparatorlukları arasındaki büyük savaş Osmanlının Balkan topraklarında – Bulgaristan’da cereyan etmişti.

Gerçeği söylemek gerekirse Ruslar bu kanlı savaştan hiçbir şey elde edemediler. Tuna boyu eyaletlerini Osmanlı’dan koparan ve Bulgar Prensliği kurulmasına yol açan Berlin Konferansı, ne yazık ki, bu güzelim topraklarda insan kardeşliğine, dostluklara ve iyi komşuluklara mezar kazdı.

Osmanlı’da uyanan Bulgar milleti bilincinden bir halk ve millet doğmadı. Tek dilli, tek kültürlü ve tek milletli devlet kurmaya özenen poturlu entelektüel Bulgarlar ve kurdukları partiler bir MİLLİ BİLİNÇ doğuramadı. Çünkü bir milli bilincin doğabilmesi ve egemen olması için önce bir Bulgar milletin oluşması gerekirdi ki, bu da olmadı.

Şöyle de diyebiliriz. Bulgarlar kendi özgün milli bilinçlerini oluşturmadan, ülkemizde yaşayan etnik azınlıklarla asla kaynaşamazlar. Böyle bir yakınlaşma bile olanaklı kabul edilemez.

Osmanlı bağrında yaşanan Bulgar uyanış ve Bulgarların bir milliyet (narodnost) olarak biçimlenme devrini araştıran ve yazan, Prof. Nikolay Gençev’in “Osmanlı olmasaydı, biz bir oluşmamış milliyet ve soy kalıntıları olarak eriyip gidecektik, yok olacaktık, dilimizi hatırlayamayacaktık, yazımızı unutmuş olacaktık, dinimiz kayıplara karışmış olacaktı fikri dikkate değerdir.”

Bulgar okulları, halk kültürü merkezleri hep Osmanlıda ve Osmanlı devletinin yardımlarıyla meydana gelmiştir.

Bulgarlar kendi dillerinde dua ettikleri kiliseye Osmanlıda girmişlerdir, kilise ve manastır vakıflarına toprağı, araç gereci, özgürlüğü Osmanlı devleti tanımıştır. Ve Osmanlı’dan çok sancılı ayrılış sürecinin sadece 140 yıl önce olduğu ve bu yıllarda bir defa Rus İmparatorluğu ve ikincisi de Alman Nazi diktatörlüğü tarafından 2 kez adamakıllı soyulan, İkinci Dünya Savaşında İngiliz ve Amerika tarafından havadan bombalandığı hatırlandıkça gerçekler görülebiliyor. Her 2 savaştan sonra Yunanlara ve Sırplara savaş tazminatı ödemek zorunda bırakıldık. Bu gerçekleri bilenler bu günkü durumumuzu daha kolay anlayabiliyorlar.

Bizler bu ağır 140 yılda biz Bulgaristan Müslümanları Bulgaristan’da yaşadık.

Bizi sırtında yük gören Bulgar devleti hepimizi defalarca göçe zorladı. En büyük göçler 1878’de, 1913’te, 1950-51’de, 1968-74-78 yılları arasında ve 1989’da oldu. Şu da var.tabi ki, 1990’dan sonra da 300 bin Bulgaristanlı Müslüman Batı Avrupa’da gurbetçilik yapıyor.

İşte bu ağır koşullarda, Osmanlıdan milliyet olarak ayrılan Bulgarlardan bir Bulgar milleti (ulus), bir Bulgar halkı oluşamadı. Oluşmuş olsaydı başımıza gelenlerin hiç biri yaşanmayacaktı. Durum sakattır.

1934’te ihtilalden sonra Ulahların Ortodoks kiliselerinde isimlerinin Bulgarlaştırılması yaşandı. Ardından Pomak kardeşlerimize karşı da uyguladılar. Pomaklar, Ulahlar Bulgar olmadılar, 2017’den beri Vidin, Vratsa ve Montana illeri hukuksal otonomi istiyor. Entegre olmadılar.

1946’da Makedonlara Bulgar kimliği dağıtıldı.

Pirin yöresinde Struuma ırmağı (Kara Su) boyunda yaşayan bu azınlık Makedon dilinden ve kültüründen vaz geçmedi. Azınlık statüsü ve kültürel otonomi için mücadele ediyor. Gelişime açılan Makedon Bulgaristan ilişkilerinde çok aktif rol oynuyor. Kendilerini Kuzey Makedon Cumhuriyeti nüfusundan görüyorlar. Okullarda Makedon dilinde eğitim için direniyorlar. Demek oluyor ki onlar da Bulgarlaşmamışlar.

1962’de Çingenelerin ve Hakraların isimlerinin değiştirilmesi yaşandı.

Onların birçok olan etnik sözlü dillerinden ve kültürlerinden, sürünerek yaşadıkları Getto yaşantısından vaz geçmedikleri ortadadır. Evde, sokakta ve işte Çingenece konuşuyorlar. Yunanistan’a gidip bebe sattılar ama “Geçiş Dönemi” adlı rezilliği zor zar atlattılar. Bulgar sanat ve kültürünü benimsemedikleri gibi, yok sayıyorlar, Bulgarca okuma yazmaya karşı direniyorlar. Kültürel varlıklarını müzik dünyalarına kilitlemişler, geleneksel yaşayış tarzlarında var olmaya devam ediyorlar. Devletin tarımdan ve sanayi sektöründen çekilmesiyle boş kalan kırlarda ve sanayi bölgelerinde çöpçülük yaparak yaşam törpülüyorlar.

Kentlerin bit pazar ve çarşılarına doldular.

Çöp tenekeleri ve çöplükleri geçim kaynağı demirbaşı ettiler. Bulgar devletinin Çingenelerle bütünleşme, kaynaşma, entegre olma ve onları asimile etme kavgasında, hayat Çingene kanının daha koyu, Çingene nefesinin de daha keskin olduğunu kanıtladı. Bulgar olmayı kabul etmeyen Çingene soy, boy ve kafileleri bildikleri geleneksel yaşam tarzını Bulgar isimleriyle büyük bir tutuculukla sürdürüyorlar. Sayıları 600-800 bin olan Müslüman Çingeneler, Türk Çingeneleri (millet) yukardakilerden farklı bir yaşam sürüyor ve Türk inanç ve kültürüne kayıyor. Bu sosyal, kültürel ve etnik toplulukluklardan her biri bir azınlık durumunda ve bütünleşmeye yanaşma eğilimi göstermiyor, kenarda kalıyor, Avrupa’ya kaçıyor.

1972-73’te tekrar Müslüman Pomakların isim ve dinlerinin değiştirilmesi ve 1984’te Türklerin isim, dil, din, kültür, medeniyet ve yaşam tarzının tüm oluşturucu öğeleri olan töreden, evlenmeden boşanmaya, sofrada kaşık tutmaya, oturup kalkmaya, giyim kuşama kadar her şeylerinin Bulgarlaştırılması zorbalığı tutmadı. Azınlıklarımızdan hiç biri yenilmedi ve etnik kimlik ve kültürlerini, ibadet ettikleri dinlerine göre yaşamaya devam ettiler.

Baskıya ve teröre katlandılar.

Bu zorlu gelişmenin bir asır boyunca devam etmesi ve 1989 sonunda Pomakları, Türklerin ve Müslüman Çingeneleri isimlerinin ve din haklarının geri verilmesi zorla Bulgar milleri yaratma zorbalığına ve toplumsal suniliğin başarı vermediğini kanıtladı. Bu baskıcı uygulamayı Tatarlar, Çerkezler ve Gagavuzlar da bunları yaşadı.

Bu yıllar Bulgaristan’da yaşayan azınlıklar arasında milli bilinci, kültürü, sımsıkı tutundukları bir hayat tarzı olan ve uygarlık taşıyıcısı olan en güçlü kesimin Türkler olduğunu ortaya koydu. Paylaşıcı olan Türkler, Müslüman Pomak, Çingene, Tatar, Çerkez ve Gagavuzları kanat altına almaktan geri durmadı. Osmanlı döneminde 2 353 camisi, medrese ve okulu, ibadethanesi, hamamı, çeşmesi, türbesi, evi, köyü, kentlerde semti veya mahallesi, üretim tarzı vs olan ve gelenekleri yerleşmiş olan Türkler, Bulgar devletine rağmen toplumun omurgasını oluşturdular. Öyle ki yoğun göçe zorlama, itip kakma, sürekli zorlama ve kimliksizleştirme zorbalığı, hayatın her dalında sinsilik ve sönmeyen bir düşmanlık, göçler ve budama olmasa, Türk azınlık Bulgaristan Türk Millerini ve Halkını artık oluşturmuş ve kendini dünyaya tanıtmış olacaktı.

Bundan 34 yıl önce Süütkesiğin’de (Mleçino), Kirli (Benkovski) ve Rodoplardan Tuna boylarında, Gerlovo, Dobruca, Deliorman, Trakya’da, her Türk köyünde, her Türk’ün bulunduğu yaşadığı bu feci ve yüz karası olaylar aslında Bulgarların olgun bir milliyet, millet ve halk olamadığını tüm dünyaya gösterdi.

Bu gerçek Bulgar devletinin hayatın her dalında ülkedeki azınlıklardan daha zayıf, alternatifsiz ve çaresiz olduğunu ortaya koydu. Kuşkusuz 140 yıldan beri devletsiz yaşayan Bulgaristanlı azınlıklar insan haklarından, azınlık hak ve özgürlüklerinden uzak, adaletsiz ve derin dondurucuya kilitlenmiş bir demokrasi koşullarında çok ağır yaşadılar. Bulgar kültürünü kabul etmezken, dünya kültürel teknik atılımlarından, kendi medeniyetleri olan İslam Medeniyetinden ve Avrupa’nın medeniyet benzetmelerinden uzak kaldılar.

Azınlıklar onları ilgilendirmeyen bir manevi dünyaya atıldılar.

Orada eritilmek ve kaynatılmak isteseler de çözülmediler. Bu devlet rejimlerinin adı faşizm ve totalirarizimdi, uygulanan baskı ve terördü. Kabul etmediler.

34 yıl önce yaşanan ve Türkan kızımız gibi 17 aylık bebelerimizin de canına kıyan acı gerçekler, Bulgarların Türklerinin, Müslümanların ve İslam medeniyetinin öncülüğünü, yaratıcı gücünü kabul etmeyenlerin bir kanlı ölümcül saldırısıydı. Bu kedini aidiyet ve kültürler arası bir kapışmaydı. İsim, dil, din ve diğer yasaklanan unsurlar medeniyet ve kültürümüzün oluşturucu öğeleri olduğundan dolayı bize ateş açıldı. Dilimiz ve dinimiz yasaklandı. Hedefte Türk kimliği vardı.

Bu vahşette mezar kazan Bulgarlar Komünist Sistem oldu.

Aslında başkasının değil, kendi mezarlarını kazmışlardır ki, 2 milyon Bulgar’ın millet ve halk olamama acısını dış dünyaya kaçarak unutmak istediğine şahidiz. Katillerin cezalandırılmaması onları huzura kavuşturmadı. Bu feci gerçek, Bulgar unsuru içinde bir kanser halindedir. Ahmet Doğan gibi hainlerse bu olumsuz kanser oluşumunun terini almakla, geçindiler. Bulgarların kendileri için kazdıkları mezarın üstüne kereste dizdiler ve 30 yıldan beri içinde ceset olmayan bu mezarı suluyor ve üzerine yanlarına çiçek dikiyorlar, çelenk taşıyorlar. Bu çok acı bir gerçektir. Sahte bir dünyada yaşayan insanların geleceği ve cenneti olmaz.

Anma mitinglerimiz politik niteliklidir. Mitinglerimizi, yeminimizi ve yaşadığımız acıları küçümseyenler bizden sayılmamalıdır.

Şehitlerimizin yattığı yer nur olsun.
Can verdikleri dava omuzlarımızdadır.
Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Dostlarınızla Paylaşınız lütfen.

Reklamlar