Rafet ULUTÜRK

 

Konu:  Kültürel birlik, laf salatası değildir.                                         

Tatildeyim denizim mavisini seyrediyorum. Ağustos sonu Temmuz yakıcılığını yitirmiş. Güneş arayanlar ıslak kıyıda tepiniyor. Altınsal tanecikleri parlamaktan usanan kumsal, köpürerek gelen dalgaları artık beklemiyor. Sanki birbirlerini sevmekten usanmışlar.

 

Boş midiye kabuklarına basıyorum. Her zaman olduğu gibi, şimdi de midyeler beni şaşırtıyor. Sahile ancak ölünce vuruyorlar. Nasıl doğduklarını, ne zaman seviştiğini gören var mı!?

Hatta ne yediklerini!… Göz kulağı olmadan DOLUNAYI hissetmek ne büyük bir yetenek!  Nereden nasıl sinyal alıp dolunayda açılıyorlar?

 

Ayağımın altındaki dolaşanlar, DOLUNAY gecesi kabuğundan çıkıp sevgili kabuğuna sığınan ve seviştikten sonra orada kalan midyelerin kabuğu mu?

 

Balıkçılardan, kapalı bir kabukta canlı iki midye bulduğunuz oldu mu?,  soruyorum.  Yüzüme tuhaf bakıp kafayı yemiş, der gibi, kafa sallayarak dalga uçlarının kumsala eriştiği yerde yollarına devam ediyorlar. Bu, “Hayır!” demek olabilir mi?

 

Oysa ben, doğada olan bir şeyin bir benzeri toplumda da olur, fikrine emsal arıyorum. Bulamadıkça üzülüyorum. Midyeler aşırı milliyetçilere yem oluyor. Onların derdi, benim derdimden farklı olsa bile, kemiksiz kılçıksız midye yemekten hoşlanmalarına sinir oluyorum. Çünkü “bir midiye bir can” onların ruhuyla çakışıyor.

Bulgaristan Bulgarlara!” yalnız bir slogan değil, bizde XXI. yüzyılda da kabuğunu çatlatmış bir eski çekirdek. Püskülünde zehir var – “Papaz vatanında başkasını istemiyor!”

 

Bize uyan, bin kardeşli simgeleyen o güzel nar örneği. İçindeki çekirdekleri hepsi aynı. Hepsi aynı renk, aynı tat, ayrılmamak üzere birbirine sarılmışlar… Aranan kardeşlik, kuralsız eşitlik, güneşten ışık çalmakta birbiriyle yarış halindeler. Güneş yolu düz ve sonsuz, tatlan tatlanabildiğince…

 

Yaratan insanları eşit yaratsa da, herkesi aynı zamanda doğurmadığı için, eşitsizliğe fırsat tanımış. Fırsat da canlı bir şey – iyisi var, kötüsü var. Bize düşen şanssızlık!

 

Bulgar devleti içinde eşit haklı yaşama ve yaratma arzusu olan, kendi dili, dini ve ırkı olan bir azınlık durumundayız. Öyle ki, ne midye içinde ikinci bir can, ne de birbirinin aynı nar taneciklerinden biriyiz. Kendi özgün özelliklerimizle yaşamadan var olamayız. Midyenin tatlı suda yaşayamadığı gibi! Ruhumuzun eti budu olmasa da, yalnız bize ait olan canı var. Bu böyle olmasaydı, şair “Ah benim yaralı ruhum!,” demezdi. Ruha aşı yapılamaması ise belki de problemlerin problemi… Kabuklu çekirdeklilerden kalemler kabuksuz çekirdeksizlere aşılanamadığı gibi, ayvaya erik aşısı yapılamıyor ya, öyle bir şey.

 

Edebiyatımızı, yaşamımızın yani kültürümüzün anadilimizle ruhsal yansımamız olduğu şeklinde kabul edersek, önce hem de anadilimize hem de öz edebiyatımıza, yani ikisine de ihtiyacımız olduğu kabul edilmiş olur. V.Hugo, “Edebiyatı olmayan bir millet, milletten sayılmaz!” derken bizi düşünmüş olabilir mi?  Anadilsiz bir halk olmadığına tarifi yapılamamış olabilir. Olayın özü, Türkçe düşünerek, yazılıp okumakta gizli… Anadil dokusu olmadan yaşayan kuşak, geçmiş, gelecek ve bugün bağını kuramaz. Geçmiş unutulur, gelecek solar, bugünün de dadı tuzu kalmaz. En büyük kütüphaneler onun olsa, dili olmayan bir halk kültür yaratamaz. Yabancı kabuk öze bol, ruha ise dar gelir…

 

Son dönemde bizi fazlaca mı ötekileştirdiler ne, hendekten düşersek sorun çıkar korkusu belirdi. Sözü geçen bazı yetkililer Bulgaristan’da Türk azınlığı olduğunu “tanımalıyız” demeye başladılar. “Güneş balçıkla sıvanmaz” değilmi, Bulgar dilinde olmadığından, bizi kabul etmek istemediler. Demek oluyor ki, bu gidişle belki de, özgün özelliklerimiz olduğu kabul edilebilir, yani şimdiye kadar olmayanın varlığın bundan böyle yasallaşırsa, bakarsın yüzümüz gülmüş olur. Umur ruhun gıdasıdır!

 

Yaşamdan güç alarak anadil zenginliği ile beslenen edebiyatımız, Osmanlıdan kopmamızdan bu yana çok ağır ve sert bir mücadele devrini sürüne ezile geçirdi. Şu anda da okulsuz ve kitapsızız. Gençlikleri zindanlarda belleklerine şiir kazıyarak geçen şair kuşağımız birer ikişer bu dünyadan göçüp gidiyor.

136 yılda ilk şair anıtı dikebildik.

Nuri Adalı altın harfli levhada yaşıyor. Ne mutlu bize! O eski ve yeni yazılarımızla yazdı. Osmanlıcayı bırakıp Latin alfabesine geçmemiz ve yeni dilde yaratmamız yıllar aldı. Bellek yazını tanımıyor. Lehçelerimize ortak çatı yani edebî dil olarak, Türkiye Türkçemizi seçtik. Şiir, destan, öykü, uzun hikâye, roman ve piyeslerimizi ebedî dilimizde söyledik, yazdık ve okuduk.

Nice şair ve yazarımız tarihsel geçmişimizi, memleketimizin güzelliklerini, yaşayışımızdan özgün renkleri, gelenek, ahlak ve kültürümüzü, umutlarımızı herkesin anlayabildiğince anlatmayı başardı.

Kalemi dar öz imkânlarla açan Halit Aliosman, İbrahim Tata, İsmail Cambaz, Ahmet Şerif, Recep Küpçü, Nuri Adalı, Yusuf Kerim, Mefkûre Molla, Muhittin Mehmedov, Sabri İbrahimov, Osman Aziz, Naci Ferhadov, İbrahim Beytullov, Sabahattin Bayram, Haşim Akif ve daha pek çok yaratıcı Bulgaristan’da yaşayan Türk kimliğini yaşatmaya gece gündüz uğraştı.

Etnik azınlığımızın sanat ocakları hep Türkçe tüttü. Türklük ocağını söndürmeme davasında bize el uzatanlar da oldu. Türkiyeli yazar ve şairlerinden Orhan Veli, Sabahattin Ali, Nazım Hikmet vb yaratıcılar etkisiyle derinlik ve zenginlik kazanırken Bulgaristan’da 1950’lerde esen N.Hikmet rüzgârı ufuk açtı. O bize yangının ateşte, ateşin ise kıvılcımda olduğunu şöyle öğretti.

 

Nasıl saklayamazsa

Tebessümü yüzün kırışığı

Karanlıklar da keza

Saklayamaz ışığı

 

Bir senfoni gibi çağrışan sevgiyi hücre duvarına kazımayı S. Ali’den öğrendik. Hem denizde hem karada uçmayı da O. Veliden kaptık. Yapıtlarda Bulgaristan Türklüğünün vatan hakkı, hayatın her dalında özgürce yaşama ve yaratma atılımları filizlendi. Fırsat belirince yüzlerce eser bastık, halkı kucakladık. Özgün kültürümüzü yaşatma davamızda Mehsut Mehmetov, Turgut Şinikarov, Recai Sadık, İsmail Bekir gibi bestecilerimiz güftelere sesli can verdi.  Kadriye Lativova, Osman Azizov, Ahmet Yusufov, Cemil Şabanov, Pakize Hasanova, Ulviye Ahmedova, Yıldız İbrahimova vb sanatçılarımızın gönlü dile geldi.

 

Şu soru hiç sorulmadı.

Radyo çağında, Bulgaristanlı Türklerin İstanbul Türkçesine kilitleyen sevda neydi?

Tek cevaplı bir soru: Zeki Müren. Gece gündüz dinlenen, dinlendikçe beklenen, gönül şerbeti sanatçımız.

Bulgaristanlı Türk şair ve yazarlarında sönmeyen kıvılcım ise Büyük Şair Nazım Hikmet oldu.

 

Bulgaristan’da Türk halk kültür ve edebiyatı böyle doğdu. Sözlü edebiyat yazıya dökülürken büyüdü. Bu hamleye, bir asır gibi bir zamanda 200 den fazla haftalık, aylık, periyodik gazete ve dergi katıldı. Hepsi İstanbul Türkçesiyle çıktı.

Her hanede okur buldu. Şairlerimiz köyde kentti halkla yüzleşirken herkesin gönlüne girmeden kürsüden inmediler. Unutulmuş maniler, fıkralar, taşlamalar, anonim dörtlükler, kafiyesiz şiirler, yaşamayan, yaşayan veya arzuladığımızı çizen eski izler, kısa ve uzun öykülere, ilk romanlara götüren yolun basamakları git gide çıkıldı. Ana temamız barış ve huzurdu. İşte ve toplumda birlik ve beraberlikti. Hoşgörünün galebe çalmasına yolları açmaktı. Komşu kapılarına set çekmemek oldu.

Biz hep baharın geleceğine çiçeklerin açacağına ve bütün çiçeklerin Vatan bildiğimiz memleketimize kokacağına inandık. İnançtan büyük güç kaynağı yoktur. İnanç sevgili gözlerinde de belirince hayat değişir. Eserlerimizin ruhunda, sazlarımızın tınısında ortak nokta, yaşayan ruh okuldu.

 

Geçen yüzyılın ikinci yarısında Bulgar klasikleri İvan Vazov, Hristo Botev, Lüben Karavelov, Nisan 1876 Ayaklanması ve 1877–78 Rus -Türk Savaşı üstüne yazılan eserler vs anadilimize tercüme edildi. Biz hemen yılanın toprak altında ilerlediğini gördük. Osmanlıya karşı olduğu kadar Türklüğe ve Müslümanlığa karşı da ırkçı -milliyetçi Bulgar ruhu uyanıyordu. Gerilen bir hava oluştu. Çiğden yağacak yağmura umut aşılanıyordu.

 

Yaratıcılığımızın ruhu olan iyi niyet, merhamet, hoşgörü, iyi komşuluk ve yardımlaşarak beraber var olma, güzellikleri kanatlandırma vasıfları bizden istenen bir bedel olmaya başladı. Yeni istemlere ayak uyduramayan yaratıcılarımıza karşı önce sinsi ve gizli, ardından açıktan açığa kabaran öfkeli düşmanlık, ayrımcılık ve küçümseyerek ötekileştirme tırmandıkça yollar hep koğuş zindanına çıktı. Özden gelenlerle yaşamak isteyenlerin karanlıkta yalnızlık yolu 23 yıla kadar uzadı.

 

Hayatın kendisi aranan güzelliği yansıtan edebiyat, müzik, sanat olsa da, aynı gerçeğin Bulgar yaratıcılar tarafından yansıtılmasından dehşetli düşmanlık fışkırması ürkek şaşkınlık doğurdu. Öfke bikrimi yapan bir eğilim yol aldı.

Okul kitaplarından, köylülerin kültür buluşmalarından tiyatro sahnesine kin köpüğü damladı. Kötü gidişin son ürünü 1984-1989’da Türklerin ve Müslümanların isim, kimlik ve kültürel özlerinin değiştirilmesine tırmandı. Zulmün bilinen sınırlarını aştı. “Belen Ölüm Kampı” sürgün hayatı yaratıcılarımızı susturamadı. “89 Büyük Göç” Bulgaristan’dan en seçkinlerini alıp götürürken,  zalimliğin hat safhası çilelerle yaşandı.

Büyük Tolstoy’a sormuşlar: “Bir yazar kaç senede yetişir?”  Üç kuşakta demiş, o da yetenek dediğin suyunda varsa ve fırsat bulabilirse. Açılmadan ölen midyeler görmüşsünüzdür.

İşte onlar, DOLUNAYI göremeyenlerdir yani mutluluğu yaşayamayanlar…

Şairliğin akademisi yoktur.

Edebiyat Fakülteleri bu işin teorisini öğretir. Ne var ki pratiği yaratamayan teori ölüdür. Bulgaristan Türklerinin ozan, şair ve yazarlarından edebiyat akademisi mezunu yok.

Fakat gerçek bir değerlendirme yapılsa Recep Küpçü’nün “Bulgaristan” şiiri yüzde yüz birinci olurdu.

 

Bulgaristan

Yabancı değilim

Bulgaristan

Yabancı değil tozduğum

Yollarım

Mezarlarına ellerimle

İndirdiğim

Babam ve annem

Senin toprağındadır

Bulgaristan

Yabancı değilim ben

Türkoğlu Türk’üm!

 

Anlatımın başında bir kabukta iki midye gördün mü?

Diye sorduğumda,  kumsaldaki balıkçılardan aynı denizde yani aynı ülkenin eşit sosyal ve politik koşullarında, ayrıcalığı olamayan bir yaratıcılık ortamında:

İki edebiyatın – biri Ulusal Bulgar ve biri de ana etnik azınlık olan Bulgaristan Türk topluluğunun yaratıcılığı,  yan yana, birlik ve beraberlik içinde, iki dilde ama birbirinden esinlenerek, yüreklenerek ve ortak bir ruh yaşatıp yeni olanı yaratarak var olabilir mi?,  sorusuna, kendim için yanıt arıyordum.

Bu sorunun yanıtını bulamayan şairlerimizden kendilerini yakan oldu. Bazıları öteki dünyayı kör kuyuda aradı. Kimileri kaçıp gittiler. Kalemlerini yeniden sivriltmek için Uludağ’da, İstanbul’da  Çınar gölgesi seçtiler. Yüreklerindeki sevgi taşınabilecek büyüklükten çok daha fazla olanlarımız ise, bu toprakların mayası olmuş ter kokumuzdan kopamadılar.

Her şeyi her şeyimizi hatırlatan memleketimiz! Toprağın her çatlayışı bizi istiyor.

 

En modern arıtma tesisinin bile arıtamadığı bir karışıklık oluştu ve şair A. Şerefli şöyle dedi:

 

Ne yazık yaşadığımız çağda kimilerin gözünde

Gerçek sanat etmez para pul.

Müzevirler şairlerden daha makbul

Ama müzevir anıtı yoktur yeryüzünde!

 

Nar tanecikleri gibi” dediğimde “eşit ve kardeş” bir yazar gelir aklıma.  Çingene Yazar – Bulgar adı – Georgi Paruşev. Bir kitap yazmıştı: “Hayallerin Hamalları.” Öyle bir döktürmüş ki, Çingene karılarının cangur cungur hayat kavgasını, hem de Bulgarcanın Bulgarların bilmediği ince vurgularıyla bezemiş. 2005’te Bulgar Yazarlar Birliği her yıl düzenlediği “yılın romanı” konkuruna bu eser de aldı.

Adsız, kapaksız, yazarsız ve nüsha sayısı olmayan bir el yazısı…

10 “büyük” Bulgar yazar okudu. “2005 yılı romanı işte bu!” demişler ayrı ayrı.

Ömrü ışık kelebekleri kadar oldu. G. Paruşev’in bir Çingene yazar olduğu anlaşılınca kelebek düşüp öldü. Biz pırlanta olabiliriz ama kara kayanın içinde kalmak şartıyla.  İnci de olabiliriz okyanus dibindeki açılmamış midyede… “Hayallerin Hamallarını” Türkçe ve Bulgarca olmak üzere Türkiye’de bastıralım ve soydaşlar memleket kokusunu unutmasınlar niyetiyle derneklere dağıtalım, dedik. Emreden cevapları ne oldu biliyor musunuz?

Bir Çingene Bulgaristan romanını Türkiye’de nasıl temsil edebilir?”

Ne yazık ki, doğadaki benzerlikleri toplumda hele de yaratıcılık düzeyinde emsal etmek henüz pek mümkün değil. Paruşev şimdi Stokholm Balık Pazarında martı sayıyor ve belleğine yazmaya devam ediyor.

 

“Fırsat” dediğimde şunu düşünmüştüm. Bazı yaratıcılar uzun yazmaya fırsat bulabildi, roman dizileri basıldı. Kısa yazmaya zamanlar bulamamış olabilirler.

Yazarlarımız, totalitarizm döneminde anadilimizde yazma fırsatı, yazsalar basma fırsatı, bassalar okutma fırsatı bulamamışlardı. Yazdıklarını belleklerine depolayanlar. O eserler bugün de gün yüzü göremedi. Anadilimiz hala yasaklı.

 

Bu sene Prof. Zeynep Zafer’ in “İsmimi Aldıkları An” antolojisi çıktı. Bulgarca basılan eserin tanıtımında ne sebepleyse Bulgaristan Türkleri sözü geçmese de XX. yüzyılın 70’li ve 80’li yıllarında “soya dönüş sürecinde” Müslüman halk topluluklarının edebiyatı konu edilmiştir. Sofya “Kiril ve Metodiy Ulusal Kütüphanesi” salonunda tanıtıma katılamadım amma izledim. Türkçe yazılmış eserlerimizin Bulgarca tercümesini çok beğenen Bulgar aydınlar konuştu. Bu memleketi bizim de ana baba gibi sevdiğimizin, toprağına umut bağladığımızın farkına sanki ilk kez varmışlar ki, “siz bizi kurtardınız!” dediler.

Burada “kurtardınız” sözcüğünü, “midye kabuğunu açan DOLUNAY” sizmişsiniz anlamında ifade edildiğine inanmak istiyorum.

 

Bu buluşmada birçok konuşmacı ANTOLOJİNİN 45. sayfasından Nevzat Yakub Deniz’in, isimlerimizin değiştirilmesine isyan eden şairlerimizden Mehmet Karahüseyinov’a adadığı “İntihar” şiirini okudu. Şiir Bulgarca yazılmıştır. Bulgar dilinde yazan şairimizin özüne ve kimliğine isyanı Türkçe şöyle olmuştur:

 

Vaktin birinde baban sana şöyle diyordu:

“Örs üzerinde ne kadar tokmaklanırsa tokmaklansın,

Şekilden şekle değişmeye zorlansa da,

Demir her zaman demir kalır!”

 

Nasıl bir çeliktenmişiz be, dostum!

Eritmek istediler

Seni, beni, hepimizi –

ERİMEDİK!…

 

Bize yeni şekil vermek istediler,

O da olmadı! Onların kalıplarına sığmadık…

Sen, sayın dostum Mehmet, kendini yakmak isteyenlere

Örnek olmak için, nasıl yanıldığını gösterirken, alevlendin ve yandın…

Arkanda da ateşinden külleri bize miras bıraktın!

Yattığın yer nur olsun!

Allah rahmet eylesin!

 

Evet, biz akan su gibiyiz. Nasıl demişler: “Akan su durulur!” Bu bir umuttur.

Yine de, evet, ancak akan su durulur, aktıkça daha içimli olur, derken birlikte akan sular aynı içimde kıvam bulur, umudunu umudumuzu beslemek istiyorum.

Çözülüp bitmekten vazgeçip ruhta birlik aramak istiyorum.

Reklamlar