Musa VATANSEVER

Tarih:  31 Mayıs 2017

Konu:   Bütün dertler bitti, Bulgar devleti imam okulu açıyor.

Ramazan yeni başladı ve huzur bozan haberler bir bir tekerlenmeye başladı.

İftar sofrası lezzetini alan Bulgarlar Sofya “Banya Başı Cami” çadırına doldu taştı. “Lülin” semtindeki Müslüman Arap çadırı da tıklım tıklım. İftar sofralarının kalabalığına baksan “Sofya Müslümanlaşmış” dersin.

Oruçlusuna oruçsuzuna sofralarımızda kardeş bereketi var. “Aynı sofrada yemek yemişiz” sözünün derin anlamının yaşandığı mübarek günlerdeyiz. Türk, Arap, Bulgar, Irak ve Suriye’den savaş kaçakları, sığınmacılar, çocuk ve yaşlılar huzur sofralarında beraberiz. Dualar ediliyor. Duacıyız…

2017 Ramazanı’nda Bulgar devleti boş durmadı. Kafasından çıkan son fikir şudur:

Bulgaristan’da Devlet İmam Okulları açalım. Bulgar devletinde Bulgarcadan başka dilde eğitim verilmediğinden dinimiz tamamen Bulgarlaştırılacak ve böylece Bulgar faşistlerinin büyük emeli olan camilerde yalnız ve bir tek Bulgar dilinde ibadet etme ve konuşma planı gerçekleştirilmiş olacaktır. Beni düşündüren, bunu da yaparlarsa, acaba arkasından ne gelecektir?!

Bulgar faşistlerinin ideologu olarak geçen, İç Makedon Devrim Örgütü VMRO Avrupa Birliği parlamenteri Angel Cambazki “modern faşizm nedir?” sorusuna şu yanıtı verdi:

Modern faşizm Hitler ve Nazi faşizminden farklıdır. Naziler insanları gaz kamaralarında yakarak yok ederken, modern faşizm insanların sadece özünü değiştiriyor. Kısacası hedefimizdeki Makedon’u Bulgar yapmak, Pomak’ı Bulgar yapmak; Türkü Bulgar yapmak; Çingeneden Bulgar yapmaktır!“

Bulgaristan Baş Müftüsü ve Sofya İslam Enstitüsü Rektörü D-r Mustafa Hacı, Hzr. Muhammed’in doğum günü vesilesiyle Sofya “Ramada” Oteli salonlarındaki kutlamadaki resmi konuşmada, “Bir insanın kimliğinin belirlenmesinde başrolü dilinden önce dininin oynadığına” vurgu yaptı ve “din olmadan dil olmaz!” dedi.

Eski kıta, artık ismi pizzacılara verilen, büyük düşünür Maximilien Robespierre’den beri dil, din ve ulusal kimliğin insanlık tarihindeki yer ve rolünü tartışıyor. Dinini kaybeden kavimlerin giderek dilini de yitirdiği ve insan kalabalığında eriyip gittiklerini biliniyor. Anadili olmayan hiçbir etniğin kimliğinden söz edilemeyeceği gün gibi ortadadır. Yalnız ibadet ederek yaşayan soy ve boy da yoktur. İnsan oğlu dünyaya geldiğinde Allah, Peygamber, İslam ve ben bir Müslüman’ım demezden önce Anne, Baba, mama, ekmek ve su demeyi öğrenir. Dünyada hiçbir şey tepe taklak edilmiş bir halde yaşayamaz ve yaşasa bile hiç kimse için yararlı olamaz… İlk ve son belirleyici olanın din olduğunun Baş Müftülük katında ve yüzde yüz Sofya İslam Enstitüsü zihinsel kimliği olarak benimsenmiş olması, sivri akıllı ya da aklı bir karış kafasının üstünde olan Bulgar devlet yöneticilerinin şuuruna “gelin bitirelim şu işi” fikrini itmiş olacak. Aslında Türk dili konusu devlet gündeminden silinip süpürülür ve unutulursa, Türkiye destekli İslam lise ve enstitüsüne gerek kendiliğinden çöplük oluverir. 21 Mayıs 1989’da Cebel’deki cenaze merasiminde muhtarın başına tabut geçirme ve isyan başlatma olayının bir daha patlamasına gerekli birikim için şöyle bir 20-30 sene daha beklemek gerekir ki, Bulgar’ın dediği gibi, o zaman kadar “ya deve ya deveci ölmüş olur”…

Bu fikir, bu defa Baş Müftülüğün aynı otelin daha lüks bir salonunda Bulgaristan Cumhurbaşkanlığı, Hıristiyan papazlığı siyasi parti başkanları ve parlamento grup vekilleri ile diğer dinlerden temsilciler ve bir grup Suriyeli sığınmacıya verilen resmi iftar yemeğinden sonra ortaya çıktı.

Bu iftar sofrası kurulmazdan önce adına “Yurtseverler Birliği” denen 27 milletvekilli faşist güruh, Sofya meclisine sunduğu yeni yasa tasarında, İslam konusunda kendilerinin özel olarak geliştirdikleri yeni kıstaslara göre, herhangi bir caminin yanından geçerken  “radikal İslam” kokusu alınca, artık Pazarcık camii imamı ve müritlerinden bir kısmı hakkında mahkeme kararı çıkartırken aylarca ve hatta yıllarca zorlandıkları gibi ter dökmeyecekler, hemen pranga takıp, demir parmaklıkların ardına atma yolunu açmış olacaklar. Bu olay pekçok kişiyi ürküttü ve korkuttu. Herkes acaba bu “radikal” fikirler hangi bit pazarından alınıp getiriliyor ve Müslümanlarımızın beynine hangi yollarla saçılıp aşılanıyor, diye düşündü!?

Kamuoyunun yüzüne sıkılan ilk biber gazının analiz sonuçları, “Bu, Arap devletlerinde ve diğer dış ülkelerde yüksek dini eğitim görenlerin işidir” iddiasını vursa da, sanki pek tutmadı. Çünkü camilerde imamlık, bölge müftüsü ve diğer dini görevlerde bulunan bizim din eğitimli gençerimizin birçoğu Kahire’de El-Ezher Üniversitesi gibi akademik kurumların mezunudur. Ki, Birleşik Amerika Başkanı Barak Obama bile o akademik kürsülere çıkarak yaptığı konuşmalarda “Dünya barışını savunan çok değerli kadrolar yetiştirdiğiniz için kurumunuza teşekkür ederim” demeyi boyun borcu biliyor. Bulgaristan Müslümanları dini önderlerinin bir kısmı da Ankara, İstanbul Marmara ve Mersin İlahiyat Fakültelerinin yetiştirdiği kadrolardır. Günümüzde İslam dinini feci bir şekilde çarpıtıp terörü kutsallaştıran DEAŞ (İŞİD) gibi kurumların eylem ilhamı haline getirdikleri katliamların idesel temellerinin İslam’dan öncelere, ilkel barbarlık yıllarına dayandığını açığa çıkaran, amansız eleştiren ve doğru yolu gösteren akademi bilim ocaklarının da bu kurumlar olduğunu itiraf etmek zorundayız. Üstelik pratik uygulamada, “radikal İslam’a” en sert çatan ve onunla bağdaşmaz bir şekilde yalnız idesel değil, bizzat savaş meydanında da vuruşan devletin Türkiye Cumhuriyeti olduğunu da tanımak zorunluluğu ortadadır. Üstüne Türkiye devlet siyasetini yöneten Sayın R. Tayyib Erdoğan da sert bir aşırı İslam düşmanı ve dünyada anti-terör savaşımının saygın önderidir.

Önce Bulgar devletinin dünyanın hangi İslam Enstitüsü, Üniversite veya fakültesini resmen tanıdığı, o kurumlardan alınan diplomaların geçerli olduğunu açıklaması gerekir. Biz Sofya’da Bakanlar Kurulu katında Oxford ve Cembridge Üniversitelerinde İslam okumuş, Kuranı Kerimi hiç açmamış, İslam dini, hukuku, felsefesi, sanatı, ahlakı vb konulardan zerre kadar haberi olmayan kişilerin uzman görevi aldığını gördük, fakat bu kişilerden hiç birini camide göremedik. Amerika’da İslam ve Müslümanlar Araştırma Merkezinde görevli bir yetkilinin İslam usulüne göre bir Müslüman defin merasimi yönetebileceğine ya da bir Mevlit okuyabileceğine inanmıyorum. Bu kişilerin görevleri gizemli…

Aynı zamanda Konya’da FETÖ imam okulu mezunu bir şahsın Bulgaristan’da parti militanlığı yapabileceğine de inanmıyoruz. “Cenaze imamlarıyla” siyaset yapılırsa, millet parçalanır, azınlığımızın şu son 2 yılda başına gelenlere bakınız. 139 yıldan beri yaşanmamış rezillikler yaşıyoruz. Bitmeyen duruşmalar, hırsızlık mı dersin, rüşvet mi dersin, alan dolan mı yoksa göz boyamak mı, hepsi birden bir diplomaya nasıl sığdırılmış bilemedik!

Şimdi Bulgar devletinin dış ülkelerden alınmış imam diplomalarını, Yüksek İslam Enstitüsü sertifikalarını ve diğer belgeleri “tanımam” demesi ve totaliter sosyalizm döneminde olduğu gibi imamlara ölmeyecek kadar maaş verip, cami işlerini, doğumdan define Müslümanların nefesini sayacağım havalarına girmesi, ruhsal dünyamız için kavurucu soğukların kapıda olduğuna işarettir. İslam bir enternasyonal dindir. Dünyanın üçte biri Müslüman’dır. Bulgaristan Müslüman azınlığını dünyadan kopardığımızda, geleneklerimizi tamamen bozarak eski köye yeni adet getirilmesi, dilimiz ile dinimizin kurşuna dizilmezden ya da darağacında sallanmazdan önce son sınava hazırlanmamız gerektiği anlamına gelir.

1990’da haklarımız ve hukukumuz için 40 bin kişi toplanabiliyorduk. “Son kalelerimiz, liselerimiz, kuran kurslarımız, İslam Enstitümüz, istikbalimiz elimizden alınıyor. Hadi gelin komşular, Sofya’ya gidelim protesto edelim” diye avaz avaz bağırsak 5 kişi toplanmaz. Toplananların cebinde de Sofya’ya gidecek para yoktur. Biz sıfırlandık! Bizi içimizden oyuyorlar.  Baskıyı arttıranlar bunu biliyorlar. Ama yalnızca biz mi? Hayır! Bulgar vatandaş da kemeri son deliğe çekmiş, santim sayıyor.

Dün (30 Mayıs 2017) Bulgaristan’da çok büyük bir olay oldu. Hatırlayınız! 2013’te Bulgaristan’da 19 kişi kaçırılmış, ikisi öldürülmüş, bu insanlardan 15 milyon fidye istenmiş, ödeyemeyenlerin kulağı, parmağı, burnu kesilmiş, biri 37 gün, Angel Bonçev ise, 2 ay bir sandık içinde tutulmuş, onun yerine sandığa eşi girmiş, kadıncağız korkudan kanser olup ölmüştü. O zaman bu olay Sergey Stanişev Başbakanlığındaki “BSP – DPS” hükümetini düşürmüştü. Tam o zaman GERB sahneye çıktı, “ben bu işi hallederim” dedi. Üç katili tutukladı. Yargı “18’er yıl ağır hapis” dedi ve henüz 7 yıl geçmeden katiller artık serbest bırakılıyor. Ne ki, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık önü protestocu dolmuyor; düdük çalan yok; meclis abluka altına alınmıyor. Halk bıkmış gibi “ne olursa olsun, sonu kara toprak” deyip başını çevirip de bakmıyor. Halkın pili sanki bitmiş, şarj aleti de bozulmuş. Hayal edilen güçlü sistemli baskı dalgası kabarmıyor… Anlatılır gibi değil!

Aslında sıralanan örnekler yeni bir saldırı, yeni bir zorlama, yeni bir ölümcül darbe sayılamaz. Daha önce ne kötüleri yaşanmıştı. Örneğin 28 yıldan beri Sofya’da askeri darbe olmadı. Todor Jivkov zamanında 3 askeri darbe denemesi yaşanmıştı. III. Boris 1923’te “Araba Konak”ta ve Sofya “Ts. Nedelya” kilisesinde Bulgaristan tarihinin en kanlı saldırısıyla öldürülmek istenmişti. 1934’te askeri darbe oldu. Bunların hepsi çok feci de olsa “küstahlar” /naglite/ adıyla ünlü bu katiller Bulgaristan halkını titretmiş ve hayatını zehir etmişti. Bu kadar korku içinde yaşayan insanların dayanışma ateşi yakması da çok zordur.

Konumuza geçelim:  Sofya Baş Müftüsü Ahmet Davutoğulu Kahire El-Ezher Üniversitesini bitirmişti, fakat dini baskıların hiçbir bir kaba sığamadığı totalitarizm yıllarında nasıl elektrik sandalyesine oturtulduğunu kitaplaştırarak anlatsa da, kimsenin kılı kıpırdamamış, ruhumuzu esir alan zulüm hepimizi susturmuştu. İşte bu günler geri geliyor.. Bu gibi Hitler taktiklerini önce Jivkov’un şimdi de yeni idarecilerin ustaca kullandığına başka örnekler de verebiliriz.

Fakat azınlıklara baskılara, onların parçalanmasına alet olan hainler de vardı ve var.Geçen yüzyıl Bulgaristan Müslümanlarının 2 binden fazla okulunun kapandığını, gerçekleştirdikleri “alfabe, eğitim devrimi, aydınlanma” köküne kibrit suyu döküldüğünü;  1923 -4’lerde Şumnu’da açılan Türk Pedagoji Okulu ve yüksek din eğitim kurumu “Nüvvab” ın yetiştirdiği binden fazla kadronun baskıya dayanamayıp memleketimizi terk ettiklerini anımsatmaya gerek var mı bilmiyorum. Baskı 1989 Mayısına kadar “göç” doğurdu.  1989 Mayısında da göç seli aktı. “Nüvvap” 1926 yılında ilk mezunlarını verdi. 1947 yılına kadar toplam 677 yüksek okullu eğitti. Fakat bunların bilgeliği ve cesareti göç kapısını kapamaya etmedi.  Öğretmensiz, müftüsüz, imamsız kalmak, karanlıkta kalmaktır. Ardına bakan, “bu insanlar karanlıkta kaldı. Ne yaparlar?” deyen olmadı. Tohumsuz kaldık. Kaç defa budandık, kaç defa köklendik bilen bilir. Halkımız aydınlığın okumuş, aydın insanlarla geleceğine inanmıştı. Köylüler çocuklarını okutma yarışına girmişti. Hey millet artık son okullarımız kapanıyor!

Durumun özeti: Geçen yüzyıl 186 gazete ve dergimiz kapandı. Bu, köylere giden köy lambalarının birer ikişer tek tek değil hepsinin birden hepsinin kırıldığı anlamına gelir. Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) Ahmet Doğan’a övgü kitaplarından başka kitap bastır(a)madı. Bütün kitaplar aynı yalanı yazdı: 1989 Mayıs Ayaklanmasını örgütleyen ve yöneten A. Doğan oldu. “Yalan dedik,” inandıramadık. “1990’ın 4 Ocak günü Varna’da HÖH diye bir parti kurulmadı,” dedik. Yine inandıramadık. 28 yıl sonra “Doğru muş be!” demeye başladılar. Şimdi de Lütfi Mestan başımıza dert oldu. Ömründe Kuran açmamış, mevlit dinlememiş, yalnızca ve sadece iftarda konuk bulunmuş bu adamın aydınlığıyla biz Müslümanlığıyla yol alamayız. Bu adamın kafasının içi zaten kapkara ve şimdi karanlığın zifiri karanlık olduğunu fark edemiyor. Varsa yoksa işi “lider” olmak. Ha önce bir “Bulgaristan Türkleri Aydını” ol da görelim boyunu!  Şahsen bize kalsa, Ahmet Doğan ile Lütfü Mestan danışlı dövüş yapıyorlar. Hedef: Bulgaristan’da Türkleri Türkiye ile arasını açmak, Türkleri ve tüm Müslümanları parçalamak, kanaat önderlerini sıkıştırıp kovalamak, dernek ve partileri kapatmak ve ardından aralarında Türkçe bilen ve ezan okuyacak nitelikli bir tek kişi bırakmayana kadar Baş Müftülüğü ve Müftülükleri boşaltmak ve karartmaktır.

Bazı konularda ciddi başarı elde ettiler. Türkiye’de “kof” hırslı kişiler de buna yardımcı oluyorlar. Örneğin BULTÜRK yönetim ve üyelerinden hiçbir kimsenin Belediyenin iftarına davet edilmemesi, BULTÜRK 3. Olağan Kongresine katılmak isteyen bek çok soydaşlarımıza engel olunması, Bulgaristan’a iftar sofrası çıkarıp yalnızca Cebel kasabasında açılması, Mestancı olmayanların iftara buyur edilmemesi gibi birçok misalleri yazarken utanıyoruz. Baş Müftülüğün Cumhurbaşkanı Radev’e verdiği iftara Bulgaristan Türkleri kanaat önderlerini davet etmemesi gibi örnekler de bölücü, incitici, göz ardı edici nitelikte olup yıkıcılığa hizmet etmektedir. Türkiye’de aynı türden faaliyetlerin belirli bir dönem önce Bulgaristan Müslüman Türklerinin 100 bin üyeli Bursa BALGÖÇ Federasyonu’nu parçalayıp, derneklerini nasıl birbirine düşürdüğünü biliyoruz ve unutmadık. Şu an Türkiye’de bu iğrenç etkinlikleri kışkırtan Aziz Babuşçu ekibinin olduğunu, belediyeleri etki altına aldıklarını ve sindirme faaliyetlerini şiddetlendirdiklerini yakından izliyoruz. Cumhurbaşkanlı Başbakanlı Partili yönetimin basacağı en sağlam taş dernekler ve muhtarlıklardır. Soydaş dernekleri kolluk kuvvet kullanan parti kodamanlarınca asla yönetilemez. Biz Bulgaristanlı Türkler 100 yıl zulme dayandık, kendini beğenmişlerin baskısı altında asla ezilmeyiz ve ezilmeyeceğiz. Türkiye’de bize saldırıldıkça, Türkiye ile Bulgaristan arası açıldıkça vatanda kalanmış soydaşlarımıza baskılar yoğunlaşıyor. Belki de Bulgaristan’a turistik gezi yapmak bu gerçeklerin görülmesi için yeterli olmuyor.

Sinsi planın birinci aşamasında Türkiye ile Bulgaristan diyanetleri arasındaki işbirliği ve yardımlaşma antlaşmasını bozmak ve Bulgaristan Camilerindeki diyanet görevlilerini kovmaktır öncelik kazanmış gibi duruyor. Saldırı dalgaları birbirini izliyor.

İki, Mastanlı, Şumen ve Ruse imam hatip okullarını kapatmak ya da devlet okulu haline getirip, Türkiye’den gelen müdür, müdür yardımcısı, öğretmen ve eğitmenleri sınır dışı etmek ve ardından kadro yetersizliğinden ve malı yetersizlik nedeniyle bu okulların kapısına kilit vurmak özem kazanıyor. Bugün bu okullardaki ana kadrolar Türkiye yüksek okullarında eğitim almış yararlı uzmanlardır.

Üç, devlet kontrolü dışında camilere ve mescitlere bağlı kuran kursu açılmasını yasaklamak. Yeni durumda bu yönde etkinlikler kesin durdurulacaktır.

Dört, Sofya Yüksek İslam Enstitüsünü kapatmak! Bu kurumun kapatılması Bulgaristan Müslümanlarını yeniden 50 yıl gerilere atan bir darbe olacaktır. Bu plan mutlaka suya düşürülmelidir. Artık anlaşılmalıdır ki, L. Mestan ve arkadaşları Bulgaristan Türklerine şimdiye kadar bir damlacık yardım, hizmet getirmediler ve asla getiremezler. Bir defa kesin görüş şudur. Din adamları siyasetten kesin çekilmelidir. Bu kişilerin siyaset sahnesine çıkmazdan önce yalan detektöründen geçmeleri şart olmuştur. Bulgaristan Türkleri 2016’dan beri darbe üstüne darbe alıyor. DOST ve DPS gibi partiler vahim ve çok tehlikeli gelişmelere seyirci kalıyor. Türkçemizin ibadet dini olarak yok edilmesine çalışılıyor.

Türkler parçalanmıştır, şimdi mecliste 38 milletvekilimiz olsaydı, bakalım GERB Başkanı ve Başbakan Borisov ile Cumhurbaşkanı Radev ağız birliği yapıp Devlet İmam Okulu sözünü söyleyebilecekler miydi!  GERB’in kaşarlı kadrosu, üçüncü kuşak kaşarlı komünist Adalet Bakanı Tsaçeva, kendinden güç bulup da, “Devlet İmam Okulu” kanun tasarısı hazırlansın emrini verebilecek miydi?  GERB partisi, meclisteki koltuklarına rahat yerleşen 18 komünist ve 46 gizli polis “DC” ajanı el ele vermiş Bulgaristan’da Türklüğü ve İslam’ı sökmeye yoğun hazırlık görüyorlar. “Birleşik Yurtseverler” (faşistler) sanki ikinci planda kaldı. Komünistler ve polis ajanları 44. mecliste aşırı milliyetçilikte başı çekiyor. Bu arada, her sözüne dikkat edilen,  Baş Müftü Hacı Mustafa da anadilimizi küçümseyerek, Türklüğümüzü görmezlikten gelerek, Müslümanlık gölgesinden Türk Müslüman kimliğimize füze ateşi açarak, düşmanlarımızın saflarında yer almış oldu. Bu da yeni bir ayardır.

Biz bu tabloyu daha önce 2 defa görmüştük.

Bulgaristan hükümetleri her zaman istedikleri kişileri Baş Müftü yapmıştır. Baş Müftüler bir kukla olarak her zaman Türkiye’ye ve Bulgaristan Türkleri arasındaki aydın kesime karşı kullanılmıştır. Sarıklı molla ihanetini ilk olarak 1928–1936 yılları arasında Baş Müftü Kaymakamı ve Baş Müftü olan Hüseyin Hüsnü Efendi örneğinde yaşadık. O polisten aldığı parasıyla “Medeniyet” adlı bir gazete çıkararak Atatürk Güneşini gören Bulgaristan Müslümanlarını şeriat ve eski yazın zindanına zorla sokmaya çalışmıştı. Atatürk ruhunda eğitim vermeye çalışan Türk okullarımıza saldırdı. Kraldan fazla kralcı kesilip eski yazıyı diriltti, Atatürkçü Türk aydınlarını Bulgaristan makamlarına jurnal etti. Onun döneminde 1700’ü aşkın Türk okulundan 1250 kadarı kapatıldı. Bu sıralama dernekler, kişisel tehditler, infazlar dizisiyle çok uzayabilir. 1934’te Bulgaristan’da askeri darbe yapılmıştır ve terörün yükü Türkler ve diğer azınlıklar için de çok ağır olmuştur.

Bu uygulamanın ikinci örneğini bir sivil polisin – Nedim Gencev – Baş Müftü “seçildiği” yıllarda yaşadık. O ise, Baş Müftülüğün malına mülküne, vakıf taşınmazlarına göz dikti, sattı savurdu. Alevileri suni Müslümanlardan ayırdı. Ardından Suni Hanefi Bulgaristan Müslümanları Baş Müftülüğü kurdu yani Bulgaristan Müslümanlarını parçaladı vs vs…

Biz yazılarımızda, aylardan beri Bulgaristan ufkunda faşizm göründüğüne işaret ediyoruz. Bulgar faşizmi 1942 yılında 20 bin Yahudi ve Çingeneyi Hitler gaz kamaralarına göndermiş ve hak ettiği cezayı tam olarak almadan paçayı kurtarmayı başarmış bir caniler ordusudur. Savaş yıllarında Türkiye’ye göç bir gün bile durmamıştır.  Bu bir zorlamadır. Müslüman kimliğine sürekli saldırılara ara verilmemiş, kültürümüz darbeler almış, aile huzurumuz bozulmuş, birlik ve beraberliğimiz yaralar almış, ruhumuz sürekli hırpalanmaya çalışılmıştır. Tüm bunları görmede Bulgaristan Türklerinden oy dilenmek, merhamet beklemek, istemeyerek yazsam bile ahlakımıza ters düşüyor. Kötülüğün ve küstahlığın bir sınırı vardır, örnek olsunlar diye ön plana çıkanların, acı gerçeklere göz yumması yenir yutulur şey değildir.

Bu gelişmelerin ardında daha 1923 yılında kurulan “Trakya” ve “Rodna Zaştita” (Vatan Koruması), aynı yıl Kominternle anlaşmalı VMRO; 1936’da Smolyan’da  “Drujba Rodina” (Vatan İçin Birlik), “Zveno” ve Sgovor” gibi askeri faşizan darbeci örgütlenmeler aldı yürüdü. 2014’ten beri “Ataka”, VMRO ve “Bulgaristan’ı Kurtarmak için Milli Birlik” partileri “Yurtsever Birlikte” birleşerek artık iktidar oldular. Daha 1934’te Razgrat’!ta çıkan “Deliorman” gazetesi faşizan etkinlikleri şöyle değerlendirmişti:

“Şimdi Bulgaristan’da Türklere dayak atan, onları yaralamaktan, hatta öldürmekten zevk alan, köy çeşmelerine domuz yağı süren, müezzini taşlayan, bazen de cami yakan, velhasıl saf halkın dini hissiyatını galeyana getirmek, gözünü yıldırmak, üzerine dehşet, korku salarak bu güzel vatanı terk ettirmeye çalışan kara bir teşkilat faaliyetlerine devam ediyor.” Ekliyoruz: Bu gün de Bulgar devleti faşizmleşiyor. Bulgaristan’da anti-faşist ortak cephede buluşma ve kaynaşma zamanıdır.

Paylaşmayı unutmayınız!

Reklamlar