Maddeyi gâye hâline getirmemiz osmânlıyı anlamamızı fevkalâde zorlaşdırmış bulunuyor. Ömrümüzün nasıl geçdiğini bilemediğimiz için altı yüz senelik bir hayâtın mâhiyyetini de anlayamıyoruz. Kosova, Varna, Fethi mübîn ve daha nicelerini sıradan bir hâdiseymiş gibi değerlendiriyoruz. İdârecilerimizin bilâ-istisnâ dehâ göstermelerinden olacak, Osmân gâzî, Orhan gâzî, Birinci Murâd, Yıldırım Bâyezid, Çelebi Mehmed, İkinci Murâd, Fâtih Sultân Mehmed, İkinci Bâyezid, Yavûz Sultân Selîm ve Kânûnî Sultân Süleymânın birbiri arkasına gelen dâhîler olmasını da tabîî karşılıyoruz. Peki ya dünyânın en zor coğrafyasındaki 22 milyon kilometre kare? Efendim biz bugün o kadar büyük bir toprağa ihtiyâc duymadığımız için anadoludayız. Bu arada Viyanayı düşüremeyen ordumuza da kızıyoruz, Kardak fâtihleri olarak!..

Bugün insânımızın çoğu şu üç şeye kavuşunca mutlu olacağını düşünüyor: Makâm, para, kadın… Bunlara kavuşmak için kavga verenlerin çoğu hiçbirini elde edemeden ölüp gidiyor ve fakat bu sefer çocukları aynı yolda yürümeye başlıyor. Bu kısır döngü etrâflarını saran çemberi kırma ihtimâlini neredeyse sıfıra indiriyor. Böyle bir ortamda atalarımızdan bahsetmenin çok da kolay olmadığını bilmemiz gerekiyor. Başarısını kazandığı paraya göre ölçen bir şahsa osmânlının iktisâdî anlayışını nasıl îzâh edebilirsiniz? İhrâcâtdan çok idhâlâta önem vermesini anlatabilir misiniz? Topladığı vergiden daha fazlasını o ülkeye yatırması kapitalist bir kafanın alabileceği iş midir? Bunu açıklamaya kalkdığınızda muhâtabınız ya size inanmayacak ya da ceddinizi akılsızlıkla ithâm edecekdir. Kânûnnâme-i sultânî ber mûceb-i örf-i osmânîde yer alan Fâtih devrine âid bir hüküm sûretindeki şu ifâdeler idrâk sâhiblerini beklemekdedir: “…kimesnenün bir habbesi bir pulı, benümçün de olursa, ziyâde alınmalu olmaya…” Fedâkârlık olarak otobüsde bir yaşlıya yer vermekden öte bir şey yapmamış olanların kardeş katlini anlaması nasıl mümkün olabilir? Hiçbir kâide tanımadan yaşayanların, islâmiyyetin her emrine uyma gayretindeki dedelerimizi doğru olarak değerlendirmesi beklenebilir mi? Şu hâlde osmânlıyı anlamak bir boyut mes’elesidir; nasîbi olanlar çaplarına göre belli bir idrâke varır. Aslında osmânlıları mâcerâ peşinde koşan insânlar olarak görmek de çapla ilgilidir. Onların bir avuç türkle dünyânın fethine koyulmasını başka türlü açıklayamayanlar işin kolayına kaçıyor. İslâm dünyâsını küfür cebhesine karşı savunacaksın ve bunda da muvaffak olacaksın. Ve bunu sınırlı sayıdaki insânla gerçekleşdireceksin. Kaçımızın hayâl gücü böylesine bir hâdiseyi cânlandırabilecek kadar geniş doğrusu merâk ediyoruz? Belki pek çoğumuz o fetihlerin rü’yâsını dahi görecek durumda değil. Kapasitesi müsâid olanlar mes’eleyi idrâk ediyor ama ekseriyyet fıratı aşamayan bir rûh hâlini temsîl etdiği için bu büyük hâdiseyi anlayamıyor. Yakınlık kuramadığı mes’eleleri peşînen reddetme eğilimi gösterenler genellikle kemikleşmiş düşüncelere sâhibdir ve bu fikirler beyin nakli olmadan değişmez.

Osmân gâzînin kurduğu devlet yalnızca türk milletinin değil, bütün islâm âleminin gidişâtını değişdirdi. Her türlü şahsî kaygıdan arınmış mücâhidler büyük bir fetih hareketi başlatdılar. Böylece doğuyu haçlı seferleri ve moğol istîlâsının ardından yeniden ayağa kaldırmış oluyorlardı. Gerçi Selçuklular batıdan gelen düşmânla kahramânca mücâdele etmiş ve bilhassa Kılıçarslan zemânında pek büyük muvaffakiyyetler kazanmışlardı ancak bunların hepsi kendi topraklarımızda sağladığımız başarılardı. Çiğnenen, târ ü mâr olan bizim memleketimizdi. Moğol istîlâsına karşı ise hemen hiçbir şey yapılamamışdı. Osmânlıların garba başlatdığı taarruz kelimenin tam ma’nâsiyle müdhiş, fakat şefkat doluydu. Müdhişdi çünkü karşı koyan her seddi yıkıyordu, şefkat doluydu çünkü halkı kanatları altına alıyordu. Fâtihlerin samîmiyyeti, tahayyülü imkânsız bir güven ortamı doğuruyordu. Uzunçarşılı konuşuyor (947 baskısı): “İznik muhâsarası esnâsında burada muhâfız bulunan rumların gerek muhârebe ve gerek sâir sûretle ölümlerinden dolayı dul kalmış olan kadınları Orhan gâzîye başvurarak kendilerine bakacak koca istemişler, o da, kendi askerlerinden arzû edenlerin bunları nikâhlayıp evlerinde oturabileceklerini ve bu kadınlarla evlenenlerin İznik muhâfazasında alıkonulabileceklerini bildirmiş ve öyle yapılmışdır.” Orhan gâzînin buradaki tavrı fevkalâde asîlce ama hâdisenin diğer ciheti çok daha mühim: Siz bir şehre düşmân sıfatıyla gireceksiniz ve oranın ahâlisi ve üstelik kadınlar ve hem de böyle bir konuda sizden yardım isteyecek. Şu yaşlı târih bu gibi hâdiselere acâba kaç kere şâhid oldu?

 

Osmânlıların memleket dâhilinde son derece yumuşak bir siyâset uyguladıklarını görüyoruz. Onlar reâyânın temâyüllerine de büyük değer veriyorlardı. Fethetdikleri bölgenin hânedân âilesini ortadan kaldırma yoluna gitmemeleri, onlara uygun vazîfeler vermeleri bunu isbât etmekdedir. Ülkeye henüz dâhil olmuş bölgeler bir hamlede yutulmuyor, tedrîcen hazmediliyordu. Fetih siyâseti rızâ-yı ilâhîyi kazanma esâsına dayanıyordu. Bugünün insânı gazâ kisvesi altında süflî ideallerini gerçekleşdirme yolunda bulunduğu için bunu idrâk edemiyor. Eskilerin her konuda başvurduğu yegâne ölçünün islâmiyyet olması, örfün, âdetin onunla çatışmamak kaydıyla bir değer taşıması nefsî uygulamaların önüne geçiyordu. Elbetde onların da hatâları vardı, ancak bunlar insânî za’fların tezâhüründen ibâretdi. Ele geçirilen bölgelerde halkın sindirilmesine çalışılmıyor, onun kendini emniyyetde hissetmesi sağlanıyordu. İdârecilerin ehliyetli kimseler olması her birinin dîndârlığına işâret ediyordu; pek tabîî ki bu kuru bir softalık değil, hakîkî bir müslimânlıkdı. Onların bulundukları makâmlarda nefislerinin tatmînini aramaları düşünülemezdi; çünkü âhiretin ebedîliği karşısında bu dünyânın üç günlük hayâtı bir hiçdi. Şüphesiz her idâreci bu üstün anlayışı temsîl etmiyordu; keyfî uygulamalar içerisine giren, mal toplamak sevdâsına kapılan yöneticiler de vardı. Fakat devlet onların defterini dürmeye her an muktedirdi ve bunu yeri geldiği zemân yapıyordu. Defterin dürülmesi çok zemân başın gövdeden ayrılması ma’nâsına geliyordu. Şu hâlde halkına karşı son derece müşfik olan osmânlı, idârecilerin sûiisti’mâline, hattâ yanlışına en ufak bir müsâmaha göstermiyordu. Kim olursa olsun, arsızın, hırsızın, ahlâksızın… kısa veyâ daha kısa bir sürede etdiğini bulması rutin işlerdendi. Yüz milyonlarca arşiv vesîkası devletin kötü niyyetlilerle nasıl bir mücâdeleye girdiğini başka hiçbir kaynağa ihtiyâc hissetdirmeyecek derecede doyurucu olarak ortaya koymakdadır; yalnız bunlara ters bir mantıkla yaklaşıldığında çok komik yorumlar yapmak da mümkündür. Kütübhânelerimizin rafları mantık ilmini katleden on binlerce kitâbı tartmakda bir hayli zorlanmakdadır. Bu safsataları okuduğumuzda mantığın değerini bir def’a daha anlıyoruz…

Üsküdar, Doğancılar, İmrahor Camiindeki sadaka taşı

 

Osmânlıların huzûrlu bir kalbleri vardı, fakat bu râhatlık sorumsuzluğun netîcesi değil, tevekkülün gereğiydi. Osmânlı türkü sevinirken olduğu gibi üzülürken de kaderine râzıydı. Çok kimsenin mâhiyyetini bilmeden tenkîd etdiği zihniyyet aslında çok yüksek bir anlayışı temsîl ediyordu. Tedbîr alınmalı, takdîr beklenmeliydi. Beyân-ı menâzilden Kânûnîyi dinleyelim: “Benüm bu bâbda i’timâdum tevâfur-i mâl u menâle ve tekâsür-i ecnâd u ebtâle değül, belki (şübhesiz, kat’iyyetle) inâyet-i melikü’l-müteâledür” Bu seviyede olmayanlar misâl olma vasfından da uzakdılar. Çark bugün olduğu gibi menfîyi değil müsbeti gündeme getiriyordu. Isırgan otunu kimse alkışlamıyordu ki şımarıp bahçeyi sarsın. Hattâ filizlenme teşebbüslerine dahi çok sert tepki gösteriliyordu. Söz gelişi Dördüncü Murâd zemânında fâhiş fiyatlarla sebze-meyve satan bir pazarcı ciddî şekilde korkutulmuşdu ki bu binlerce örnekden sâdece biridir. Başka bir ifâdeyle bu toplumda hiç kimse işini bilmiyor, herkes mesleğinin gereğini yerine getiriyordu. Devlet yapılması gerekenleri en ince teferruâtına kadar bildiriyor, eslemeyenin muhkem hakkından geliyordu. Der beyân-ı kânûnnâme-i Osmânîye kulak verelim: “Ve aşciler pişürdigi et çig olmaya ve aşı tuzlu olmaya ve kâseleri pâk ola ve kâse bezi ve sû sâgi pâk ola ve kazgânları kalâysuz olmaya ve çanâkları eski ve sirsüz olmaya ve belinde fûtası pâk ola ve hizmetkârları kâfîr olmaya bu mezkûrata muhâlif olsa muhkem hakkından geline…” Görülüyor ki osmânlılar doğruyu te’mîn konusunda insânların merhametine sığınmıyordu. Ayakkabıcı esnâfına kul hakkı da, pabucu dama atılma ta’bîri de belletilmeliydi. Sultân Selîmin ordusu şüphesiz harâma el uzatmayacak askerlerden müteşekkildi ama isteyen de zâten uzatamazdı; bir kelleyi bir elmayla kim değişebilirdi?

Osmânlı sâkin bir rûh hâlini temsîl ediyordu. Kânûnîdeki sükûnet Osmân gâzîde de mevcûddu. Onlar küçükken de büyükdüler; milyonlarca kilometre kareye ulaşan bir cihân devleti olduklarında yalnızca sınırları genişlemişdi. Büyük insânlar kıl çadırlarda değil de taş çadırlarda ikâmet etmeye başlamışlardı. Artık orduları beş bin kişiden oluşmuyor, yüz bin kişiden teşekkül ediyordu. Hazînenin mütevâzılığı son bulmuş, dünyânın en zengin devleti hâline gelinmişdi. Osmân bin Ertuğrulun Kânûnîden farkı, tarladakilerin hasadını değil de ekimini yapmış olmasıydı. Fâtih Sultân Mehmed 1300’lerde başa geçseydi târihin akışı muhtemelen yine aynı olurdu. Onlar tavırca büyükdüler, ahlâkca büyükdüler ve her şeyden önemlisi dînce büyükdüler. İslâmiyyetle şereflenme bahtiyârlığına erişememiş batılıların bunu anlaması imkân dışıdır. Osmânlıyı sık sık tenkîd eden bizimkilere gelince: Onlar bırakın yükselmeyi, alçalma imkânından dahi mahrûm bulunuyorlar; çünkü derin bir çukurun en dip noktasındalar. Türk milletinin kâbûsu olanlar, onun destânını elbetde anlayamazlar. Nefsin isteklerini hayâtın gâyesi yapan sefîh kimselerin üç kıt’ada at koşturan kahramânları değerlendirebilecek kapasiteleri yokdur. Macar ordusunu Mohaçda kasırga gibi süpüren muzaffer komutanın ilerlemiş yaşına rağmen Zigetvar seferine çıkması, doksanlık Kuyucu Murâd paşanın anadoluyu karış be karış dolaşması kolayca anlaşılabilecek olaylar değil!.. Onlar dînleri yolunda dünyâlarını satdılar, nefisleri için âhiretden vazgeçenlerin bu tavrı anlayamaması gâyet tabîîdir. Osmânlı türkü mâzîye bakdığında kâlû belâyı görüyordu, her geriye döndüğünde kıllı bir maymunla karşılaşanların ecdâdımızdan nefret etmesini anlayışla karşılıyoruz.

Osmânlının küfür cebhesine açdığı bayrak islâmiyyeti yeryüzüne hâkim kılma da’vâsının i’lânıydı. Onları bu yoldan ne Karamanın koyunu, ne de Bizansın entrikaları döndürebilirdi. Osmân gâzî Söğütden bu ülküyle yola çıkmış, Vahîdeddîn hân aynı düşüncelerle istanbulu terk etmişdi. Kânûnînin dere tepe demeden at sırtında on binlerce kilometre dolaşması da aynı rûh hâlinin mahsûlüydü. “Sultân-ı selâtîni’l-islâm” olan osmânlı pâdişâhları muazzam derecede büyük bir mes’ûliyyeti deruhde etmiş bulunuyorlardı. Onlar İmâm-ı a’zamı rehber edinmişlerdi; çünkü o “sâhib-i mezheb-i millet-i bâhire ve zâhib-i me’âsir-i sünnet-i zâhire su’ltâni’l-ulemâi’r-râsihîn üstâd-ı eimmeti’l-müctehidîn câmi’u’l-usûl ve’l-fürû’ muhakkıku’l-ma’kûl ve’l-mesmû’ müfti-i ehli’l-yakîn ve rehnümây-ı dîn-i metîn ve mübeyyin-i şer’-i mübîn imâmu’l-enâm ve’l-ümem allâme-i fühûli’l-Arab ve’l-Acem İmâm-ı a’zam hazretleri” idi. Osmânlılar islâmiyyete bağlılıklarını her vesîleyle ortaya koymakdaydılar. Bunun sebebi dîn-i mübînin onlar için her şey demek olmasıydı. Gerek pâdişâhlar ve gerekse diğer devlet erkânı bunu büyük bir samîmiyyetle ifâde ediyordu. Arşiv vesîkaları, “Şer’-i şerîfe muhâlif iş olmakdan ziyâde hazer eyliyesin”, “Muktezâ-yı şer’-i şerîf üzre teftîş ve tahkîk idüb göresin” tarzındaki emirlerle doludur. Dördüncü Mehmedin şu sözleri osmânlı münevverinin hangi endîşelerle hareket etdiğini göstermesi bakımından fevkalâde mühimdir: “Eğer hilâf-ı şer’-i şerîf bir kimesneyi katl iderse dünyâda ve ukbâda cezâsın bulur. Benim şeri’at-ı mutahharaya muğâyir iş olduğuna aslâ rızâ-yı hümâyûnum yokdur ve cümle vükelâ-yı devletime fermânım budur ki, hükûmetlerinde iğrâz-ı nefsâniyyeden müctenib oldukları hâlde ahvâl-i nâsı şer’le görüp zulm u fesâdı def ideler.” Onlar küçücük bir beyliğin kısa zemânda üç kıt’ayı bürüyen bir dünyâ devleti olmasını Kur’ân-ı kerîme gösterdikleri hürmet ve bağlılıkla îzâh ediyorlar; bunda bir sarsıntı olursa her şeyin elden gideceğine inanıyorlardı. “Kelâm-ı Hakka her kim ki gönülden olmaya mâyil; Olur her itdüği ebter ü her ne eylese bâtıl” beytini söyleyen kişi Kânûnîden başkası değildir. Onun hareket tarzını belirleyen esâs unsurun iktisâdî âmiller olduğunu ileri sürmek bayağılıkların en süflîsidir. “Gayret-i islâm içindür kıldığım azm-i sefer; Hakk bilür kim itmedüm ben anı mülk-i dâd içün” diyen Muhibbî sahtekâr olamayacağına göre, iddiânın sâhibi müfterîdir. Son nefesde îmânsız gitmemek için Peygamber efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” vesîle ederek cenâb-ı Hakka sığınan bu pâdişâhın ortada asılı duran bir kandîl olduğunu zannetmeyin; öncekiler ve sonrakiler, hiçbiri istisnâ olmamak kaydıyla hep buna inanıyordu. Hattâ batılılaşma hareketinin resmen i’lân edildiği Tanzîmâtda bile aynı görüş hâkimdi. Metni hâzırlayanlar farklı maksadlarla da olsa bir müddetden beri islâmiyyete bağlılığın zayıflaması sebebiyle devletin geri kaldığını ifâde ediyorlardı. Kendini küfür rüzgârına kaptırmamış olanlar bugün de farklı düşünmemekdedir

Osmânlının ta’lîm-terbiye çarkından geçenler sarsılmaz bir îmân ve doğru bir i’tikâda kavuşuyorlardı. Milyonlarca kilometrekarede te’sîs edilen yüzlerce medrese cehâlete karşı açılan hakîkî bir savaşdı. Osmânoğulları Selçukluların mîrâsına sâhib çıkamasalardı cem’iyyetimiz çok farklı mecrâlara doğru yol alabilirdi. Onların hâkimiyyet sâhalarını genişletirken insâna yatırım yapmayı da ihmâl etmemeleri milletimizin dînî kimliğini korumasını sağlamışdı. Ehl-i sünnet i’tikâdının öğretildiği medreselerin memleketi bir ağ gibi sarması gayri sünnî akımların önünü büyük ölçüde kesmişdi. Gerçi Selçuklular da aynı vazîfeyi görmüşlerdi; bilhassa nizâmiye medreseleri bu husûsda önemli bir görev icrâ etmişdi; ancak siyâsî istikrârın uzun süreli olmaması tehlikeli akımlarla mücâdelede büyük bir za’fdı. Osmânlılar son derece hassas bir bölgede uzun süreli bir istikrâr sağladılar. Selçuklular nasıl ki Fâtımîlere geçid vermeyerek şîîliğin yayılmasını önledilerse, osmânlılar da belki onlar kadar tehlikeli olabilecek Safevîleri irana habsetdiler. Türk târihinde osmânlı asırları olmasaydı milletimiz dînî açıdan büyük bir mozaik teşkîl edebilirdi. Zâten belli çevrelerin osmânlıya olan düşmânlıkları, Sultân Selîmin ve ecdâdının ve evlâdının halkımızı her zerresine kadar müslimân yapmasından kaynaklanıyor.

Türkü sessiz sedâsız üç kıt’aya hâkim kılan Osmânoğulları müslimânların kardeşliğine gönülden inanıyorlardı. Üstünlüğün takvâyla olduğunu bildikleri için yanlış yoldaki ırkdaşlarına “etrâk-ı bî-idrâk” demekden çekinmediler. İslâmiyyetin nûrlu câddesinden gitmeyenlerin idrâkden nasîbi olamazdı. Şerefi dîn-i mübînin dışında arayanlar ebedî ateşe doğru yürüyen zevallılardı. Ertuğrul gâzînin çocukları dünyâyla âhiret arasında kalmamış, sonsuzluk kervânına büyük bir iştiyâkla katılmışdı. Deryâlar aşılmalı, dağlar devrilmeli ve islâmiyyet cümle âleme duyurulmalıydı. “Hazret-i Hakk celle ve alânın uluvv-i inâyetine tevekkül ve server-i enbiyâ aleyhi efdalü’s-salavât ve ekmelü’t-tahiyyâtın mu’cizât-ı kesîretü’l-berekâtına tevessül olınup fî sebîli’l-lâhi teâlâ gazâ ve cihâd içün…” yürümek gerekiyordu. Koca Fâtih küçük Trabzon için bunca sıkıntıyı niye çekmişdi? Sultân Mehmedin, “İmtisâl-i ‘câhidu-fillâh’ olubdur niyyetüm; Dîn-i islâmın mücerred gayretidür gayretüm” diye başlayan gazeline kulak tıkamak çok büyük bir nasîbsizlik olsa gerek!..

İslâm medeniyyetinin dış halkalarından birini teşkîl eden iran, osmânlının şahsında sünnîleri hedef seçmişdi; zâten varlık sebebi ehl-i sünnet düşmânlığıydı. Ne var ki, “Diyâr-ı şarkda tebdîl-i âyin-i şeri’at-i Muhammediyye ve tağyîr-i mezâhib-i millet-i Hanefiyye ve izhâr-ı şi’âr-ı ibâhat-i ilhâdiyye ve iş’âr-ı mezheb-i şi’a-i bi-asliyye ve buğz-ı Hulefâ-i Râşidîn ve hased-i e’imme-i mürşidîn ve şetm-i sahâbe-i güzîn iden”lere, “Sultânu’l-berreyn ve’l-bahreyn hâdimu’l-haremeyni’ş-şerîfeyn pâdişâh-ı cihân hüsrev-i devr-i zemân melâz-ı ehl-i îmân” olan türk hâkânının geçid vermesi düşünülemezdi ve böyle de oldu; ama gelin görün ki iranın doğuda bir çıbanbaşı gibi ortaya çıkması osmânlıların batı harekâtına büyük darbe vurdu. Şark sınırından emîn bir osmânlının garbda neler yapabileceğini tahmîn etmek için târihçi olmaya gerek yok. İran doğuda bizi oyalamasaydı târihin akışı çok daha farklı olabilirdi. Maamâfîh Viyananın aşılamamış olmasını bu sebebe bağlamak doğru olmaz. Anlaşılan devlet daha ileri gitmek istememişdir. 46 senelik saltanatında yalnızca bir meydân muhârebesi bulunan Süleymân hânın iran sebebiyle bu şehri düşüremediğine inanmak biraz sâflık olur. Aslında burada da işin esâsı takdîre dayanmakdadır.

Osmânlılarda başarısızlığın hiçbir mâzereti yokdu. İnsanların belli makâmlara gelmesinde kâbiliyyet tahsîlin önündeydi. Nihâyet iki büyük vezîriazamdan Köprülü Mehmed paşa alaylı, oğlu Fâzıl Ahmed paşa mektebliydi. Devletin kendilerinden beklediği yegâne şey memleket mes’elelerinin hâlliydi. Anlaşılan osmânlılar ba’zı vasıfların doğuşdan geldiğine inanıyorlardı. Tahsîli reddetmiyorlar, bilakis bu konuya büyük ehemmiyyet veriyorlar, ancak alaylıların önünü kapamıyorlardı. Bizler bakkalların dahi üniversite me’zûnu olması gerekdiğini düşündüğümüz için buradaki inceliği anlayamıyoruz. Şu hâlde söz konusu tatbîkâtı ölçüsüzlük olarak değerlendirmemiz yanlış olacakdır. Ayrıca zinhâr unutmamamız gereken bir diğer husûs da devlet kademelerindeki yükselmenin olmazsa olmaz bir şarta bağlanmış bulunmasıdır: Müslimân olmak!.. Resmî dilin türkçe olduğunu da hâtırlamalıyız. Mülkün gerçek sâhibini bilen türklerin bu son durumu bir gurûr vesîlesi yapdığını düşünen aklı evveller yokdur herhâlde. “Mâl ü câha gurre olma, dime yokdur ben gibi; Sür yüzin yire tevâzu’ ehli ol dâmen gibi” diyen bir pâdişâhın tebaası olmak ne büyük se’âdet!.. Fransuvaya karşı kullandığı üslûb onun kibrine değil, müslimânların vakârını korumakdaki hassâsiyyetine işâret ediyor.

Osmânlı aklın sınırlarını çok iyi biliyordu; bu yüzden onunla herhangi bir netîce elde edemeyeceği konularda hiçbir yorum yapmadı; bildirileni olduğu gibi kabûl etdi. Felsefeye dalsaydı doğruyu bulamamakla kalmayıp îmânını da kaybedecekdi. Onların ba’zân felsefeden bahsetmesi vaktiyle matematik, geometri gibi ilimlerin bu sınıf içinde sayılmasından kaynaklanıyordu. Meselâ Kâtib Çelebinin felsefeden kasdı aklî ilimlerdi, yoksa inkâr denizinde yüzenlerin safsataları değildi. Onlar aklı nakle tâbi’ kıldılar, bugünkü modernistler ise zekâya tapmak yolunda birbirleriyle yarışıyorlar.

Osmânlılar bizim gibi laf ebesi değillerdi; az konuşup çok icrâât yaparlardı. Azim, en önemli vasıflarından biriydi. Belki Ploşnikde, belki Çubuk Ovasında yenilmişler, ama teslîm olmamışlardı. Hayât başdan sona bir mücâdeleydi ve onun her hangi bir noktasında düşülebilirdi; mühim olan doğrulmak ve yoluna devâm etmekdi. Ne mesâfelerden korkuyorlardı ne de düşmânlardan. İstikbâle bakdığında sonsuzluğu görenler dünyâ için korkmaz! Ölümü ebedî hayâtın ilk adımı sayan yeniçeriyi hangi düşmân korkutabilir? Alnına doğru ıslık çalarak gelen oku cennetin habercisi kabûl eden tîmârlı sipâhîyi kim durdurabilir? İstanbulun fethini daha ilk anlardan i’tibâren aklına koyan sultânlar onca bâdireye rağmen bu da’vâdan vazgeçmediler; nitekim târihler 857’yi gösterdiğinde hedeflerine ulaşıyorlardı. Atdıkları her adımın bir sonraki hamleye zemîn teşkîl etdiğini söyleyebiliriz; büyüdükçe zenginleşiyorlar, zenginleşdikçe ihtişâmı yakalıyorlardı. Fakîr bir devletin sıkıntıya girerek Selîmiyenin masraflarını karşılaması mümkünse de, plânını çizecek, inşaını gerçekleşdirecek kadroları yetiştirmesi hemen hemen imkânsızdır. Sinan gibi bir mi’mâra sâhib olan Kânûnî elbetde şanslıdır, fakat asıl se’âdet onun böyle bir pâdişâhın emrinde çalışmasıdır. Onlar yeryüzünün en güçlü ve en zengin devletine sâhibdiler. Sokollu, “Paşa hazretleri, sen henüz bu Devlet-i aliyyeyi bilmemişsin. Bevallah böyle i’tikâd eyle, bu devlet ol devletdir ki, murâd edinirse cümle donanmasının lengerlerini gümüşden, resenlerini ibrişimden, yelkenlerini atlasdan etmekde suûbet çekmez” derken hiç de mübâlağa etmiyordu. Osmânlı türkü yorulmak nedir bilmeyen bir yapıdaydı. Bıkmıyordu da. Hayâtı âdetâ yüz metrelik bir koşu gibi görüyordu. Bu yol nasılsa bir göz açıp kapamaya bitecekdi, o hâlde insânın yukarıdaki hisleri duyacak kadar vakti bulunmuyordu. Yapılacak iş çok kısa fakat fevkalâde tehlikeli bu yolu oyalanmadan bitirmekdi; tabîî ki istikâmet üzere. Bu esnâda belki ayaklar parçalanacak, belki kollar kırılacakdı, ama bunların hiçbir önemi yokdu. Hangi dert ebedî hayâtın kaybedilmesinden daha acı olabilirdi? İmtihânı verememek felâket olduğuna göre ne yapıp edip muvaffak olunmalıydı. Bu yolda kimi emekleyecek, kimi duracak, kimi yarışı terk edecekdi; ne var ki o tek başına da kalsa menzile varmalıydı. Hiçbir tehdîd, hiçbir teklîf onu yolundan döndüremezdi; “Baş eğmezüz edâniye dünyâ-yı dûn içün” diyenlerden başka bir tavır beklenebilir miydi? Batının müşrikleri, doğunun râfızîleri ve başka cihetlerin diğer haydûdları insânlığı ebedî se’âdetden mahrûm kılamazlardı. Böyle bir teşebbüsde bulunacak olurlarsa seyfullah hâzırdı. İşte Sırp Sındığı, işte Kosova, işte Varna… İşte Çaldıran, işte Mohaç, işte Haçova… İşte Preveze, işte Cerbe… Haddini aşan, vaktini beklemeliydi!..

Alıntı: Kazım Kürşat Yücel
Reklamlar