Neriman ERALP

Konu: Sisteme uyan sistemi değiştiremez.                        

Yirminci yüzyıl Bulgaristan toplumu çok dert üretti de analarımızın bize ninnisi

Derdim çoktur, hangisine yanayım” oldu. Türküde “çok hasretlik çektim, bağırım eziktir” özdür.

Nasıl oldu da yarım binyıl mutlu yaşanan topraklarımızdaki bileşim kötüye değişti?

İnsanoğlu kendini görmezden önce cama kapıya çıkar ve yakında olan başkalarını görür.

Başımıza gelen kötülükleri bir devlet düzeni, bir rejim dayattı, dedik defalarca. Kötülüklerin fışkırdığı karanlık Hıristiyanlıktır. Bu din, Musa Peygamberin dini olan Yahudilikten gelirken kurucu Peygamber İsa’nın çarmıha gerilmesi, Hıristiyanların içinde öteki dinlere karşı sönmeyen husumet ateşi yakmıştır. Bu ateş daha sonra eski kıtadaki azınlıklara karşı da alev almıştır. Yakın zaman olaylarını anlatabilmek için Orta Çağlarda Batı ülkelerinde Katoliklerin katı inançlarına karşı gelenleri cezalandırmak için kurulan kilise mahkemelerini, insanların meydan ateşlerinde canlı yakıldığını anımsamadan olmuyor. İspanyol Yahudilerinin Avrupa ülkelerine dağılışını, XV. Yüzyılda Osmanlı’ya sığınışını vs unutmamak gerek.

 

Ne var ki, adı katliam olan bu kitlesel vahşet olaylarının XX. asrın birinci yarısında, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasında, Avrupa Yahudilerine yönelik olarak Nazi Almanya’sında ve savaştan sonra kovuşturma biçiminde Sovyetler Birliği’nde tekrar ettiği gözlendi.

1960’lardan başlayıp 1990’lara kadar uzanan 30 yıllık Bulgar komünist totalitarizmi Türklere ve diğer etniklere karşı “soya dönüş” adında farklı bir zulüm uyguladı. Müslüman Türkleri asimile ederek ya da yaşadıkları topraklardan kovarak tek uluslu Bulgar devleti kurmak için baskı ve teröre başvurdu. “Derdim çoktur, hangisine yanayım” türküsü o yıllarda hiç birimizin ağzından düşmedi.

İnsanın kendi başından geçeni bir başkasından dinlemesi, derdini deşmektir. Bizdeki dert yanmak, sızlanmak değildir. Dertleşmelerimizden “Derdini Makro Paşaya anlat” değimi çıkmıştır ki anlamı şudur: 1888’de bizim topraklarda Makro Paşa adında biri belirmiş. Osmanlının yenilip çekilmesinden sonra arkada kalanlarda dert çok, kimilerine göre, Makro Paşa fakir fukaranın derdiyle ilgilenir görünüp olumlu bir iş yapmayan masal sima olarak Rusların yarattığı bir Türk hekimdir. İnsanlarımızı oyalamak, derlerini öğrenmek, aldatarak uyutmak ve ayılmalarını engellemek için yaratılmıştır.

Olayın tekrarını 1990’da Hak ve Özgürlükler Hareketini kuruluşunda ve kendini “kurtarıcı lider” olarak dayatan yeminli Rus ajanı Ahmet Doğan simasında, yeni Makro Paşa olarak tanıdık. O sözde herkesin derdini dinler gibi havalara girdi ama hiç birimizin derdine derman bulmadı. İnsanımızı aldatarak oyalama TV dizisini 2013’ten sonra Lütfi Mestan sürdürdü. Dolayısıyla son üç yılın Makro Paşa’sı odur. Şimdi kalkmış “öyle değil böyleydi” falan filan nedenlerle kendini aklamaya çalışıyor. Ama bu hapın zehirli olduğunu bilmeyen kalmadı.

Etniklere zulüm etme, Nazi Almanya’sı ve Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi Bulgaristan’da da bir devlet (rejim) sorunudur. Önce Bulgar komünist rejimine totalitarizm dememizin nedeni, Komünist partisi ile yasama, yürütme ve yargının (meclis,hükümet ve mahkemelerin)  birbirine kaynaşması ve son üçü anayasayla birlikte rafa kaldırılarak ülkenin komünist parti tarafından keyfi bir şekilde, kitaba deftere bakmadan yönetilmesini yani zulmü doğurdu. Geçen sene rahmetli olan Bulgaristan Demokratik Güçler (SDS) kurucusu ve 1990–1997 dönemi Cumhurbaşkanı Jelü Jelev totalitarizm yıllarında sürgünde yazdığı FAŞİZM eserinde Bulgar devlet yapısının Nazi Almanya’sına tıpa tıp benzediğini kanıtlamıştı. Neden Sovyetler Birliği devlet yapısı örnek alınmamış da Nazi Almanya’sı rejimi emsal alınmış diye soranlara cevabım şudur:

Bulgar devletinin 1908’de egemenliği ilan edildiğinde Çar Ferdinand yeni devleti Bismark Almanya’sını örnek alarak inşa etmeye başladı. Oğlu Çar III. Boris bu işi tamamladı.  1945’te devlet yönetimini ele geçiren komünistler devlet yapısı ve etnik azınlıklar konularında yüzeysel (kozmatik) değişikliklere giderek keyfi uygulamaya geçmişlerdir. Etnik azınlıklara saldırı konularında Alman Nazilerinin ideolojisi komünistler tarafından ancak kopyalanarak ve özgün koşullara göre uygulanmıştır. Türklerin sınır boyu köylerinden çıkarılması vs hep bu siyasetten kaynaklanmıştır. Tek uluslu devlet oluşturma hedefi hiç saptırılmadan faşist Çarlık döneminden devralınmış ve kat kat şiddetlendirilerek uygulanmıştır.

Bu konuyu İngiliz yazarlarından Saymın Dınstın ile Cerard Ulyams geçen ay çıkan “Boz Kurt” kitabında yeniden işlerken Almanya pratiğini şöyle anlatıyor:

1934’ün ağustosunda yaşlı Hindenbur’un vefatından sonra, Nazi partisinin ve devletin yönetimine el koyan Adolf Hitler 38 milyon Alman’ın oyunu aldığı halk oylamasının ertesi günü “zor kullanarak eşitleştirmek” siyasetini uygulamaya başladı. Nazi partisinin kontrolü altında bulunmayan tüm devlet kurumlarını kapattı ve devleti tek elde topladı. Devlet kararnameleri yayınlayarak kişisel hakları ve dernek kurma hakkını yasakladı; basın yayın haklarını kıstı; Nazi partisi dışında tüm partiler ve özgür sendikacılık yasaklandı; mahkemelerin ve yerel otoritelerin bağımsız ve özerklik hakları rafa kaldırıldı. Olur, olmaz “suçlar” için idam cezası getirildi. Muhalefet temsilcilerinden sonra, faşistlerin gözünde ahlaksız olan Yahudiler, Çingeneler ve diğer azınlıklar arasında büyük gruplar halinde tutuklamalar başladı. Bu insanlardan daha fazlası Hitler idaresinin ilk yıllarında kurulan 50 Ölüm Kampına tıkıldı.” (Sayfa 67)

Anlatılan gerçekler, Bulgaristan rejim gerçekliğine ve başımıza gelenlere tam olarak benzemiyor mu? Örneğin olaya kitaplarımızın yasaklanması ve toplatılması açısından bakarsak, Hitlerde Einschtein, Froyd, Kafka ve Marksın eserlerini toplatıp yaktı. Sosyalist Bulgaristan’da Froyd ve Kafka yasaktı. 153 cilt olan Maks Engels kül yatı’nın bizde yalnız 56 cildi basıldı. Başka eserleri olduğunu kimsecikler bilmiyordu. Bulgaristan’da Kuranı Kerim, Muhammet Peygamber’imizin hayatı hiç basılamadı.

Kitapların yakıldığı yerde bir gün insanlar yakılır.

Bunu haykıran 19-uncu yüzyıl dev şairi Heinrich Heine’nin eserleri 10 Mayıs 1934’te Berlin “Opera” meydanında 25 bin klasik eserle birlikte ateşe verildiğinde 40 bin kişi coşmuştu. Aynı yılın Kasım ayında yapılan halk oylamasında Nazı partisi % 95 oy aldı. Aslında hak ve özgürlükleri sistemli olarak ellerinden alınacak ve kelepçe takın diye bileklerini uzatmak zorunda kalacan olanlar verdi oyunu. Bizde BKP oyların % 98’ini almıyor muydu? Sonra aynı parti toplatmadı mı hepimizi?  Bugün Ahmet Doğan ve Lütfi Mestan’a tebessümle bakanlara şaşıyorum. Hadi artık ayılalım!

Bizde hep böyle oldu. Tüm kitaplarımız toplanmadı mı? Yazmaya devam edenler “Belene” Ölüm Kampına tıkılmadı mı? Kitaplar dolusu şiirlerini ezberinde yaşatanlar delirmedi mi? Komünist zulme alkış tufanı tutanlar da soluğu “Kapı Kule” yolunda almadılar mı?! Totalitarizm döneminde Müslüman Türklerin siyasi partisi var mıydı? Hayır, yoktu! Müslüman Türkleri biricik olsun derneği, kültür kulübü, kütüphanesi, basım evi vb vb var mıydı? Hayır, yoktu! Yüzde doksan sekiz buçuk değil, bu tam bir benzerlik. Fark şu ki, Almanya’daki etnik Yahudi azınlık “Alman ırkı arındırılırken” krematoryumlarda (canlı canlı) yakıldı. Biz Bulgaristanlı Türkler ise tek uluslu Bulgar devleti kurulurken 6 defa göçe zorlandık, süründük, hep süründürüldük. Sonra Bulgarlaştırıldık ve Türklüğümüz uğrunda isyan ettiğimizde, daha sonra yine göçe zorlanmadık mı?. Bu zülüm yapılırken Bulgar Alman Nazilerinden zalim davranmadım mı?. Mesela, Hitler, Berlin İstanbul Mekke demiryolu hattının yüksek mimarı A. Hoffmann’ı diğer Yahudilerle birlikte yakmalıkta canlı canlı yakmadı. Yahudi seçkinlerin 15 kişi olduğu bilinir. Bizde Türkler arasından en büyük komünistler, en sadık vatansever Türkler, hatta gizli polis ajanları arasından olup rütbe almış olanlar, daha da beğenmediniz  spor dallarında dünya ve olimpiyat şampiyonlarımız bile hiç birinin gözyaşına bakılmaksızın tümünü adı değiştirildi, hepsinin eşleriyle ana babasıyla Türkçe konuşması, atalarının mezarı başında bir Fatiha okuması bile yasaklandı. Burada büyük bir benzerlik değil yüzde yüz örtüşme, daha kötüsü katmerli örtüşme var. Kötülük ve zulmün renginde, zalimlik duruğunda buluşma ve çakışma var. Çok acı bir gerçek!

İzninizle bu ırkçı iğrençliğin bir adım daha derinine inelim ve geçen yüzyılın 30’lu yıllarında, Almanya’da Yahudileri sindirmek amacıyla devlet desteğiyle Yahudi dükkânlarının taşlanıp yağmalandığını, ülkeyi terk etmek isteyen Yahudilerin para ve taşınır mallarını beraberinde götürme hakkı olmadığını anımsayalım. Camilerimizin ve medreselerimizin taşlanması bu faşizan saldırıları size de anımsatmıyor mu? Tüm okullarımızın kapatılmasında faşizmin aşek dikenlerinin açmasından farklı ne görebildiniz ki? Atalarımızdan kalan yüzlerce çeşme, hamam, dükkân ve bedestenden, kahve, çayhane, tatlıcı ve muhallebiciden hiç birinin bugün çalıştırılamaması neyi anlatıyor size? Hangi köyümüzde keşkek dövülüyor? Dirilmenin zorluklarını bugün birlikte yaşamıyor muyuz? Anadil gününde Deliorman bayanları toplanmışlar ve şarkı söylemişler öyle sevindim ki. Doğanın da ruhu var Türkülerimizi bekliyor.

Tabii bu gelişmelerin özünde bir de Bulgar ustalığını gözlüyoruz.

Bulgar devleti azınlıklara zalimliği 1990’a kadar kendi elleriyle, rejim araçlarıyla, asker ve milis gücüyle uyguladı. Ne ki, 1985’ten sonra dünyada duyulan Bulgar zulmünün, Türklere zorbalığın devletin dağılmasına neden olabileceğini görünce, Rus’un önerisine uydu. Asimile etme, kimsizlikleştirme, dilini dinini yasaklama, yaşam tarzını değiştirme, geçmişini unutturma ve benzer gaddarlıkla dizisini etnik olarak Bulgar milletinden olmayan, Müslüman Türk de olmayan ama kırma ateist-Müslüman geçinen Ahmet Doğan ve Lütfi Mestan gibi çarpılmışların, hainlerin eline devretti. Ne çekimiz bitti, ne sızımız bitti. Biz bugünde, “Derdim çoktur, hangisine yanayım” türküsünü söylemeye devam ediyoruz. Biz bize bin kez kötülük edenlerden yeni günlerde iyilik geleceğine inanmıyoruz. NATO’culuk, Atlantikçilik, Amerikancılık bizi doyurmaz. Biz ezim ezim ezilmiş inlerken NATO vardı, Atlantikçiler de buzlu viskilerini yudumluyordu, Amerikan köpekleri bizim için havlamadı bile! Ayarı bozuklarla işimiz olmaz!

Durumun vaziyeti bu iken, son üç yılda Nazı ve totalitercilerin uyguladığı “gönüllü yatıştırma” siyasetini tatbik eden Lütfi Mestan’ın kellesi kesilip çöpe atıldıktan sonra yeni bir parti kurarak kör sofrada tereyağlı su böreklerinin başına yeniden çökme niyetine şaşıyorum.  Sen şansını elinin tersiyle ittin. Buna binlerce örnek var. Halk gönül sofrasını iki defa kurmaz. Unut bu işi!!! Sen uygulamaya çalıştığın hasımlıkların kopyalanmış olduğunun farkına bile varamadık. Senin halkımıza aşılamak istediğin ruh bizim ruhumuz değil, lütfen uzak dur!

Lütfü Mestan aklından çıkarmaman için özel olarak seçtim.

Geçmişi kontrol eden,

Geleceği elinde tutandır.

Anlatmaya çalıştığım acı geçmişin uygulayıcılarından birisin.

Geleceğimizde asla yerin olamaz.

Devam edecek.

Reklamlar