Şakir ARSLANTAŞ

Konu: Kopyalanan ve acımasızca uygulanan faşizm

Üç buçuk yıldan beri boş vakitlerimi siz kardeşlerime gerçekleri anlatmaya ayırdım. Araştırdım. Sonunda hep aynı sonuca vardım. Bulgar Çarları, Başbakanları, polisi, komünist partisi başta olmak üzere, yüz yıldan beri bizimle uğraşıp hepimizi bezdirip, bıktırıp, usandırıp, sindirerek Vatan ocağımızdan söküp Türkiye’ye atmak ve tüm varlığımızı gasp etme için çalışılmıştır. Yakın vadeli ve kendiliğinden değil uzun vadeli çalışılmıştır. Aralıksız ve baskıları şiddetlenerek pek tabii…

Bulgaristan Türkleri arasından okutulup yetiştirilen ve devlet ve parti görevi alan siyasetçilerin hepsi, hiç istisnasız, bu amaçla kullanılmıştır. Bize uygulanan yaptırımın yöntem ve biçimleri, araç ve gereçleri Bulgarlar tarafından icat edilmedi, Bunlar Nazi Almanya’sında Yahudilere karşı 1918 – 1944 yılları arasında uygulanan zorlama ve zülüm şekil olarak renklendirilip bazı etnik ve dini özelliklerim dikkate alınarak ve Güney’de Türkiye Cumhuriyeti olduğunu akıldan çıkarmadan aynen tatbik edildi.

Daha önceki yazılarımda da yazdığım gibi, Bulgaristan’da 1982’de “FAŞİZM” adlı araştırma eserini yazan, Bulgar totaliter sosyalizmini Nazi Almanya’sı devlet yapısına isabetli olarak benzettiği için popüler olan, Demokratik Güçler Birliği (CDC) kurucu başkanı ve 1991 yıllarda Cumhurbaşkanı seçilen JelüJelev’e içten içe öfkeliydim. Artık vefat etti ve bizlerde ölmüş adama garez beslenmez. Öfkemin nedeni, onun Bulgaristan’da totaliter rejim uygulandığına işaret ederken, zulüm siyasetin Türkler, Çingeneler ve Pomaklara – tüm etnik azınlıklara –  karşı emsali olmayan bir şiddet uygulanarak gerçekleştiğine işaret bile etmemiş olmasındandır. Bu eserin Türkçeleştirilmesinden sonra J. Jelev’i tanıma, kendisiyle sohbet etme imkânım da oldu. O, sürgün edildiği yıllarında – 11 yıl – bir Türk-Bulgar köyünde soğan, samsak kazan bir bilim adamıydı. Ne yazık ki, Bulgar devletinin faşist nitelikler kazandığını, nazı yöntem ilkeleriyle yönetildiğini görse de, zulüm rejiminin balyozu Türklerin, etnik azınlıkların başına indirdiğine işaret etmeden kitabını noktaladı. Daha sonraki yıllarda yazdığı ve ana inceleme eseri olarak kabul edilen “HERŞEYE RAĞMEN” kitabında bazı çok önemli noktalara işaret etti. Cumhurbaşkanı koltuğunda otururken Ahmet Doğan’ın dosyasını istedi, okudu ve bir daha Ahmet Doğan’la yüzleşmedi. “Halkına ihanet eden bir kişiyle” görüşmem daha iyi olur diyen o dur. Bu eserinde o Ahmet Doğan ajanlığını, onun 1986’da  başına geçtiği  Bulgaristan Türklerinin Milli Kurtuluş Hareketigibi illegal tuzakları görünce, hapishanelerde sahteden yattığını, amacın Türkler arasından gerçek kahramanlarla, inanmış devrimcilerle ve cesur ruhlu Türklerle tanışıp onların daha sonra 1989 Mayısından başlayarak önce Viyana’ya sonra da Türkiye’ye kovulmaları yolunu açmak olduğunu anladı ve Türklerin Hak ve Özgürlükler Hareketini gizli polis oyunlarından ayrı görebildi. Belki de 10 derece daha gerçekçi olsa da, yine de kuyunun en dibine inmedi. Orada birikmiş yeşil bataklıkta Bulgaristanlı Türklere karşı ne kadar derin ve hain planlar hazırlanmış olduğunu birer birer açıklayarak hem Bulgar halkına hem de Bulgaristanlı Türklere tarihsel hizmette bulun(a)madı. Bu ikinci eserde o, A. Doğan’ın sahte bir “lider” olduğuna işaret ederken, halk hareketimizin, 1989 Mayıs Ayaklanmamızın Bulgaristan’da faşist totalitarizmin yıkılması yolunu açtığını belirtirken, “Türkler Bulgar halkının şerefini kurtardı” diyemedi, amma daha sonra bunu diyen Bulgarlar oldu.

Kendime defalarca sorduğum bir soru var.  Bulgarlar Alman faşistlerinin Yahudilere yaptığından beterini bize yaparken, neden Naziler Yahudileri yakıp yok etme yolunu, Bulgar ise bizi Türkiye’ye kovma, göçe zorlamayı seçti?

Bunu yalnız Türkiye Cumhuriyetinden korktuğu için yapmış olabilir mi? Diye sordum yıllarca kendime ve aklıma gelen hep çocukluk yıllarında kuş avladığım lastik geldi. Arkadaki meşine bir küçük taş koyup uzattığım bu kuş öldürme silahımda şöyle bir kural vardı. Ne kadar çok uzatırsam taşı o kadar daha hızlı ve uzağa atıyor ve o kadar da büyük bir güçle eski haline dönüyor yani il haline toplanıyordu. Bulgar devleti de bizi Türkiye’den, Türk halkından, İslam’dan, ana dilimiz Türkçemizden, Türk kültüründen, gelenek ve göreneklerimizden ne kadar uzaklaştırırsa, bir gün o kadar büyük bir hızla güçle özümüze döneceğimizi sanki biliyorlardı, sanki bu bir stratejik plandı ve aşama aşama, mengenenin kolunu çevire çevire bizi sıkıyordu.

Bu zordan Ahmet Doğan gibi Bulgar okullarına kaçanlar, askerde hainliği kabul edenlerden ise suyumuzu ve özümüzü çıkarma mengenesinin kolunu çeviren iş gücü topluyordu. Gerçek sinsi planını kimsenin anlamasına müsaade etmemek için ise etrafa gül kokulu pus ve sis yumakları sallıyordu. Bu gövdesine ağaç kurtları yerleştirilen ağaç dal ve yapraklarına aslında hiçbir etkisi olmayan “ilaçlar” püskürtülmesi gibi bir şeydi. O yılları ben de yaşadım, pek tabii ki, bizim Dobruca’ya sis çöktüğünde, sisten ötesini görmek mümkün olmadığı gibi, politik olarak bizden gizlenen ama bizimle ilgili hazırlanan planları çözebilmemiz de o günlerde mümkün değildi. Yüksek mühendis olmamız da buna yetmezdi. Kuşkusuz aranızdan bazıları, Şakir Bey bütün okyanus suyunun tuzlu olduğu bir damla sudan da anlaşılır diyecektir, ama biz bunu ya anladık da korktuğumuzdan belli edemedik, ya anlayamadık ya da “dur bakalım” umuduyla yüreklenip sözde iyi günler pususuna yattık. Ben ve ailem de yıllardan beri İstanbul’da olduğumuza göre, yani biz tuzağa düşürüldük ve yenildik. Zor ama bunu kabul etmek zorundayız. Başkalarının başına da aynı çorap örülmesin diye yazıyorum.

Başka bir soru da neden öldürülmedik de kovulduk sorusudur:

Hazır cevap, okurlarım hemen “1948’e kadar Yahudilerin ülkesi ve devleti yoktu. Hitler onları nereye kovabilirdi? Nereye kovulacaklardı?” demişlerdir.

Tarih açısından bu doğrudur. Alman devleti Yahudileri sürgün edecekleri bir toprak parçası araştırmış olsaydı, kuşkusuz bulurdu, ama aramadı. Polonya gibi işgal ettikleri topraklarda Nazi Kampları kurularak onlardan kurtulma yolunu seçtiler.

Tarih kuyusunun en dibine inmeden biraz daha derinlerine baktığımızda, Avrupa’daki Yahudilerin toprak mülkü edinme hakkı, çiftçilik yapma hakkı gibi hakları olmadığını görürüz. Geçim kaynakları, Tevrat’ın kendilerine yasakladığı “tefeciliği” ötekilere uygulamakla geçiniyorlardı. Fransa’da XIV. Louis’e, Almanya’da iş adamlarına ve bankalara, Osmanlı’da Sultan’a varana kadar herkese faiz karşılığı borç para vermeyi başarmışlardı. Hitler Almanya Önderi olduğunda para Yahudi kasalarındaydı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Yahudiler Almanlarla iyice karışmış, karma çiftleşme ve evliliklerden yetilen yeni kuşağın etnik kimliğini ilk bakışta ayırt etmek zor olmaya başlamıştı. Böyle bir ortamda Alamanan’ya kamuoyunda beliren yeni bir DUYGUYA işaret etmek istiyorum. Almanya’da Alman Ruhlu Yahudiler işte bu Birinci Dünya Savaşından sonraki dönemde oluşurken, Almanya’da Alman milli serveti Almancı Yahudilerin eline geçmeye başlamıştı ve bu olayın boyutları geniş ve derindi. Almanların Yahudiler bizi yiyip yutacak korkusunu 1985 öncesi Bulgaristan’da aradığımızda bankalardaki sıcak paranın % 33’üçünün Türk ve Pomakların banka hesaplarında olduğu, Bulgar devletinin yaptığı dış satımdan elde edilen dövizin yüzde 42.5’i gibi çok bir oranın Türklerin gerçekleştirdiği üretimlerden geldiği –tütün, hayvancılık, işleme sanayi, madencilik, “A” grup ağır sanayi –  Bulgaristan’da “ana dil ve özgün kültürle yaşama yasaklarına rağmen – Türk ruhunu değiştirip kanatlandırmıştı, Türkler başı dik yürüyen insanlardı. Bu noktada biriken egoizm, kıskançlık, çıbanbaşı olurken Bulgar’ın gece uykularını kaçırmıştır.

Yazdıklarımın daha net anlaşılabilmesi için, şu noktaya açıklık getirmekte yarar görüyorum. Almanya bir ormanlar ülkesidir. Almanlar da orman insanıdır. Ormanda ışık ve aydınlık az, karanlık çoktur. Bu nedenler Almanlar yaşamlarını gündüzlere göre değil, geceye göre ayarlayan bir millettir. Hitlerin karanlık sığınaklarda yaşadığını, yalnız gece çalıştığını, Almanların Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında cephe taarruzlarının hep gece başladığını, düşmanın gece bombalandığını daha önceki yazılarımda yazmıştım. Almanya ve Almanlar üzerine yazılmış birçok kitapta  “Alman Ruhunun derinliklerinde orman karanlığı olduğunu” siz de okumuşsunuzdur. Yine o eski eserler, Cermen ırkının geleneklerinde  (Cannibalizm) – insanları parçalayarak çiğ çiği yemek – olduğunu, yazar. Bu koşullarda oluşan Alman yaşam tarzında orman karanlığı unsurunun belirleyici olduğu, kilise yapılarına yansıdığı ve onların tek kaldıklarında korkak, ürkek ve cesaretsiz oldukları ortaya çıkar. Belki de tarihte Almanların hiçbir savaşı Utkan sonuçlandıramamasının nedeni de budur. Hatırlarsak, 30 yıl savaşlarda 20 milyon ölü verip yenilmişler, birinci ve ikinci dünya savaşlarındaki yenilgileri Tuna ırmağını kaç defa kan gibi akıtmıştır.

Demek oluyor ki, daha önceleri – orta çağlarda ve daha önce – düşmanlarımız bir daha yaşama dönmesinler diye onların ataları insan parçalayıp yiyerlerken, aynı tabloyu 20. Yüzyılda – Yahudiler örneğinde – aramızdan arınsınlar ve bir daha yaşama dönmesinler diye hepsini gaz kamaralarında canlı canlı yakmayı yeğlemişlerdir. Tarih bakımından özde değişen bir şey yoktur. Ve bunu gerçekleştirirken onlar her gün günbatımını beklediler. Gaz kamaraları bacalarının günde kaç saat tüttüğünü gören olmadı, çünkü duman hep gece karanlığına karıştı.

Bizim oralarda bizden önceki tarih içinde bu “yok etme” olayının boyutları biraz başkadır. Bir defa devamlı kazılan ve eski tarih açısından bol ürün sunan Bulgaristan toprağında, istenmeyen insanların dünyaya yeniden dönmesinin yani hortlamasının (bu olay biraz da Hristiyanlığın mucizesi olan İsa Peygamber’in dirilmesiyle bağlantılıdır. Bocuk Bayramında ‘24 Aralık’ Hıristiyanlar bu arada Doğu Ortodoks dininden olan Bulgarlar birbirlerini HAKKİKATEN DİRİLDİ selamıyla kutlarlar.) Dirilişin önlenmesi yani hortlama imkânı verilmemesi açısından, merhumun cesedinin yakılmadığı, mezara yatırıldıklarında cesedin karın boşluklarına bir kalın demir kazık kakıldığı, yapılan arkeolojik kazılarda gün ışığına çıktı. Sozopol ve Momçilgrad (Perperekon’da) arkeologlar (Prof. Ovçarov)  bunu kanıtladı.

Öte yandan, Bulgarlar da bizim gibi Orta Asya’dan geldiklerinden ve Doğu Ortodoks Hristiyanlıkta insan yakma gibi bir zulüm olmadığından, Hitlerden kopya edilen her şeyi bizde uygulamaları ne faşizm ne de totalitarizm dönemlerinde o kadar kolay olamazdı. İzninizle bir ek açıklamada bulunmak istiyorum: Bulgaristan’da basılan Filibe’ye (Plovdiv) bağlı Soput Belediyesi köylerinden Anevo’lu Aziz Beyin “Belene” Ölüm Kampı üstüne yazdığı eserinde, “dördüncü bölüm koğuşlarındaki gaz kamarası baca duvarlarından insan yağlarının bugün de sızdığı” savı bir hayal ürünüdür. Lütfen “Belene” Kampında yatanların dilleri artık çözülsün, biz 1984-1989 tarih sayfamızı soru işaretleriyle kapatamayız. Susmak gerçeği kabul etmektir. Fakat gerçek bilinmediğinde, kötülük yapmak anlamına gelir.

Hitler III. Boris’ten Bulgaristan’da “Yahudileri yakmak için gaz kamarası kurmasını istese de” böyle tesis inşa edilmemiş”, fakat Çar III. Boris bu isteğe uymamış, hatta Yahudilerin Bulgaristan’dan kaçmalarına göz yummuştur.

Ne var ki, burada açılması gereken yeni bir sayfa daha olduğuna işaret ediyorum. Bu sayfada psikolojik yani doğrudan doğruya insanların ruhunu etkileyen ve devamlı rahatsız eden bir noktaya ışık tutmamız gerekiyor. Bu da “Zan altında olma” ya da başka bir değişle “kişinin kendinin suçlu olduğundan kuşkulanması” gibi bir psikolojik durumdur. Totalitarizm döneminde bu vardı. Bütün savcı ithamlarında, suçlamaların hepsinde bu vardı. Polis mahzenlerinde imzalatılan sahte evraklar insanımızı zan altında bırakma yöntemlerinin başında geliyordu. “Zan altında” kalanların hiçbir suçu yoktu, onlar hakkında hafiyelerden, jurnalcilerden toplanmış aslı astarı olmayan “bilgiler” bu diye dosyalarına doldurulmuştu. Onlar bilinçli olarak lekelenmiş insanlarımızdır. Yargısız içeri düşen ve sürgülenen, sakatlanan kardeşlerimizdir.  Bu sinsi olay çok önemlidir. Yıllarca uygulanmıştır. Hepiniz bilirsiniz Türk milleti çok cesurdur, gerektiğinde kincidir, “zan altında” bırakılması onu yok etme, ezme, yıldırma, korkutma ve yavaş yavaş bavullarını sıktırmaya zorlama taktiklerinden biridir.

Şimdi Türkiye’de yaşayan ama konuşmayan, “Belene” kampında kalan ama ağızını bıçak açmayan kardeşlerimiz, arkalarında herhangi bir iz kaldığından ve son 26 yılda çürümüş olduğunu düşündükleri bu izin yeniden diriltilebileceğinden kokuyorlar. Bizdeki korkulardan birinin kaynağı geçmişimize gömülmüştür. Mazimiz ise vatanda kalmış ve kazma kürek Bulgar makamlarının elinde olduğundan her zaman her yerden bir şeyler çıkarabileceklerine inandığımızdan susuyoruz biz. Aslında bu durumu yenmemiz gerekiyor. Korkuyu yenmeden ilerleyemeyiz, uyanamayız dirilemeyiz.

Gelecek yazımda size Nazi Almanya’sında “zan altında” bırakma olayının inceliklerini anlatmaya çalışacağım.

Konumuz devam edecektir.

Şimdiden Hayırlı Ramazanlar dilerim.

 

Reklamlar