Neriman ERALP

                    Hak ve Özgürlük Masalcıları Şeytanın Doğum Gününü Kutladı

Bizim orda kaba ağaç ormanı yoktur. En serti kızılcık bile olsa, gürgen, meşe, kayın, karaağaçlar her işe yarar. Hepsinden balta sapı da olur, kazma sapı da. İnsanımız da öyledir. Sert ve kendinden emindir. Yalan nedir bilmez.

Bizim oralarda bambaşka bir şeyin de, diğer yerlerde olmayan, bir özelliği vardır. Yalanın ağırlığı yoktur. Kantara koysan bir dirhem etmez.

Öyle ama ben, o zaman annemim kucağında olduğumdan bazı şeylerin farkına varamamışım. Dilim de henüz çözülmemişti. Ama annem beni 1990’larda yapılan bütün Hak ve Özgürlük mitinglerine götürmüştü. O meydanlarda, beni sallayıp oyalayıp avutması da gerekmedi. Güneş başıma geçmesin diye, gölge aramadı, çünkü ömründe ilk defa kürsüye çıkanları en dikkatli dinleyen bendim. Onlar konuştu ben dinledim… Konuşanların hepsi hamaldı, anlattıkları ise hayaldi. Hayalleri dinlemek ne kadar tatlıydı.

Tay durup emeklemekten kurtulduğumda “oy benim kendi ayağı üzerinde duran evladım,” derken, yürekten gelen sıcacık sesi hep kulağımdadır. Benimki de tüm öteki analar gibi, olanı değil, olmasını istediğini söylerdi. Benim ayakları üzerinde duran, başına buyruk, hak ve adaletten yana özgür biri olmamı istemesi doğaldı. Bana, korkma, dürüst kal! Hiç kimseye kulluk etmezsen, hiç kimsenin karşısında iki büklüm olmasan, zaten hak ve özgürlüklerinle cennette yaşarsın, dedi.

Bunların ana kalbinde gizli nedenleri olmalı. Peydahlanmam babamı alıp götürmelerinden bir gece önce olmuş. Bunu da anamdan biliyorum. “Olmaz olsaydı, 9 ay az mı çektim tek başıma” derken, beni kastediyordu, sonra bana sarılıyor, sanki iyi oldu da oldun, olmasaydın ne yapardım, der gibi, başımı avucuna alıp beni öpüyordu. O söyleyemediğini sayıklayanlardandı. Biz hepimiz sayıklayan anaların evlatlarıyız.

Babam hapisteyken ben annemin karnındaymışım. Bana öyle geliyor ki, ilk üniversitem olan, hayat okulumu hiç okula gitmeden dokuz ayda, anamın karnında bitirdim. Hayat bilgeliğimin en derin çizgisini halk bilgeliği ortamında çizdim. Anam yalnız değildi. Onun durumunda birçok başka gelin vardı. Onlar devamlı baş başa verip bir şeyler fısıldanıyordu. Bu bilgi alış verişi beni de etkiledi. Ben dünyaya sonsuz bir bekleyiş, sevgi, derin bir özlem iziyle geldim. O zaman babamın babam olduğunu bilmesem de, birilerinin geleceğini, onunla birlikte başka ve çok daha büyük şeylerin geleceğini, gelecek olanın kutsal olduğunu, hatta hayatımızı değiştireceğini duyumlu yordum. İçimdeki özleme, bekleme, inanma, sevme ve itaat etme çizgileri böyle oluştu.

Yalnız değildim. Öteki hapisçi çocukları da baba kokusunun ne olduğunu bilmediklerinden analarına bağlıydı. Onların da iyi ile kötüyü, sevmekle düşmanlığı ayırt etmeleri tek yanlıydı, çünkü “ha bir şey olur da” cezası katlanır korkusu objektif olmamızı engelledi. Biz, hayatı normal insanlardan biraz farklı, bir nebzecik de olsa hep tek yanlı algılarken, çarpık bir dünyada yaşadığımızı kabul etmedik. Adaleti sorgulama babaların özgürlüğü yitirmesiyle konuşur ve eve döndükleri gün susar. Dokularda yaşayan o büyük ve kutsal olan var ya, o hiç birimizi bir an olsun rahat bırakmayan, endişe uyandırandır. Beklenenin babayla geleceğine inanç sonsuzdur. İçerdeki babalar haklıdır, umut onlardadır. Babam hapisken, ben anamın karnında da olsam, bu hislerle yaşadığımı, bu duyumlarla doğduğumu biliyorum. Anamın karnında hissetmeden yaşadığım korkuyla, dışarıdaki korku birdi ama dışarıdaki korku kurban alıyor, beni ise anam koruyordu. Biz korku dünyası çocukları olarak doğduk ve yaşadık.

Olur ya, ruh korkuya yenik düşerse, sıkıntılardan kurtulabilmenin tek yolu başka bir umut ve gücün hayat bulmasıdır. Anamda bu, bana olan sevgisiydi. Bir Türk ailesinde çocuk en kutsal beklenti ve en büyük umuttur. Çocuklardaysa ucu tatlı yalancı emzikle gelen mutlu uçuştur.

Biz umut olarak doğduk ve umut olarak oyalanarak öldürüldük.

Bekleyen adam insanlaşma süreci yaşar. Bu süreçte hayat, her şeyi yiyen,  pir ana balıkları gibidir. Bu balıklar toprak yemediğinden, toprağın tadını bilmezler. Yeni olan topraktan, halkın arasından geliyorsa, yani dayak yiye yiye, sevile sevile ve kavga ede ede geliyorsa sivrilme ve yücelme şansına sahiptir. Bizde bunu totalitarizmin bitmeyen zulmünü yaşayanlar en iyi bilir. Biz 1989’a on binlerce bu nitelikli savaşçıyla girdik. Aralarında kaba ağaç hemen hemen yoktu. Hepsi kızılcıklardan da sertleşmiş, hayat suyunu ala ala çelikleşmişti. Onlardan bir çoğu da yalancı emzikle oyalandı.

Annem gece boyu babamı düşünür, ağılarken mi? Sabah namazına kalkıp dua ederken mi? Çamaşır kayasında iki büklüm “ben ne zamana kadar yalnız kendi giysilerimi yıkayacağım, ne haber, ne selam!,” diye mırıldanırken mi? Kafese yumulup kendini unutmuşçasına hızlı hızlı tütün dizerken, iğne parmağına batınca “oh,”dediğini bile hatırlamadığım bir dünyada oluştum. Bu dünyada anamın ellerinin kınası toprak ve katrandı.

Bana söylenen sözlü sözsüz Türküler hem sevda hem hasret, gamlı ahit türküleriydi. Anam başka türkü bilmezdi. Ben oluşurken ne damarıma ne de o yumurta sarısı kadar beynime, olabilir ya, DNH dokuma, modern Türkçemizde adına savaşım denen yani anamın babamın yaşayamadığı şekilde yaşama, onların sevemediği şekilde sevme, daha güler yüzlü, daha bir başka olma özlemi aşılanmıştı. Bu özlem soyumda daha önceleri de yaşamış ki, damar dokum farklıydı. Eksik taraflarım da oluştu. Anam babamın hapisten dönmesi konusunda her söylenene inandığından, kafama hiç kimseye ve hiçbir şeye körü körüne inanma çizgisini kazımadı. Keşke kazımış olsaydı, benim yalancı emziği ağzıma almama izin vermeseydi. Keşke toprak yiye yiye büyüseydim.

Ben anamın benim için söylediği ninnileri duyup duymadığımı bilmiyorum, ruhum onlarla oluştuğundan onlarsız olamıyorum. Yine o yüzden olacak, ben anamın beni sırtında taşıyarak götürdüğü hak ve özgürlük mitinglerinde yaşanan havayı, anlatılanları, o zaman henüz dile gelmemiş olsam da, çok iyi hatırlıyorum. Ve anlatılanları anladığımı belli etmek üzere, ara sıra heyecanlanıp alkış tutmaya başlayanlara katılıp ben de tapiş yapıp henüz parmaklarım pek açılmamış olduğumdan yumruk sallıyor, sesler çok fazla yükseldiğinde de, “ihi, ihi” yaparak koroya katılıyordum. Keşke o yaşta beni emzikliler sürüsüne katmasaydı. Keşke dedelerimin savaşçı ruhuyla aç susuz kalsaydım. Keşke ben de babam gibi hapse girip hayat suyu alsaydım…

Ben hak ve özgürlük emziğini o zaman taktım. Babam benim eşikten çıkınca toprak yiye yiye, sürüne sürüne büyümemi istiyordu. Anam beni sırtından bırakmadı ve emzik takmama itiraz etmedi. Bu ikilim bir yana, beni hak ve özgürlük davasına mayalayan anamla babam oldu.  Köyümün insanı da böyle hamurlandı. O yıllarda kimse bu işin bir yalancı emzik olduğunu düşünemedi. Bir şeyler olacak umuduna herkes kapıldı. 25 yıl hiçbir şey olmayınca millet semelindi, artık emziği ağzından çıkarıp atacak takatı kalmadı. Tütünü devlet ödeyecekmiş, emekli maaşlarına 4-5 leva zam yapacaklarmış, açlıktan bayılıp ölenleri yolda bırakmayıp parasız gömeceklermiş gibi yeni ballı emzikler dağıtıyorlar. Lütfü mestan geçen hafta 1200 karışık küfte bile dağıttı. Yalancı emzik dağıtmak 25 yıllık âdetimizdir. Şu da var ki, artık çiğneyenlerde ne diş, ne çene, ne de tükürük kaldı…

Biz bir halk topluluğu olarak YALANCI EMZİKLERİ ilk taktığımızda, ülkede durum çok gergindi, memlekette, halk arasında, evlerde, herkeste korku vardı, “Bulgarlaşma” kasırgası geçmemişti, ne olacağı belli değildi, sınır açılmış trene, otobüse, arabasına binen kaçık gidiyordu, gidenler geri dönmeyi düşünmüyordu. Yalancı emzik iyi olur temennisi, bir umut kapısı, bir beklemenin başlangıcıydı. Kimsenin aklından bunun bir Ahmet Doğan adıyla gerçekleştirilen tertip, bir tuzak, bir komplo olduğunu düşünemedi. Ama düşünen Türkleri ve Pomakları oyalamak, uyutmak ve onları sindirip kendileriyle bildiğini yapmak için düzen hazırlamış, pusu kurmuş ve herkese yalancı emzik dağıtmıştı. İşi anlayanlar alıp başını gitti. Ne ev, ne yol, ne okul, ne kasaba kimsenin gözünde değil. 14 yıl yalancı emzik gevelemek çok ağır geldi herkese. Yalanın çok büyük olduğu yıllar sonra anlaşıldığında, halkımız yeniden takatsiz kalmış ve yere yaslanmıştı. Bu defa kalkamıyor, umutlarını da uyandıramıyordu.

Bizim köyde bu 24 yılda, dönüşüm adına, ne mi oldu? Dere temizlendi. İçindeki yosunlu taşlar çıkarıldı. Eski söğüt kütükleri söküldü. Kurbağa yuvaları bozuldu ki, vaklamaz oldular. Sığırların işi ise zorlaştı, bentten uzanıp su içemez oldular. Bunda da hayır vardı ki, ağızlarına sülük kaçmaz oldu. Bir iki kişi yenilenen dereye ördek saldı. Taşlar sökülünce sel gibi akan su ördek yavrularına acımadı. Olan yine köylüme oldu. Dereye çöp atmak yasaklandı. Daha önce her şeyin yasak olduğu dönemde bu hakkımızı kullanmada özgürdük. Bu çöp meselesi oyalandığımıza ilk işaret oldu. O zamana kadar biz dereyi kendimizin bilirdik. Aslında hak ve özgürlük dendiğinde aklımıza ilk gelen, yakadan yakaya dolu akan, mikropların, kurbağaların, kertenkelelerin, yosunların ve çöplerin tümünü önüne takıp gözden kulaktan uzak bir yere taşıyan güçtü. Evlerimize hak etmediğimiz bir şey girmesi adetten olmadığından, gelip giden hak ve özgürlükçülerden kendimiz için bir şey istemedik. Yedirdik içirdik kendimiz ağmazımızdaki yalancı emzikle kaldık.

Ben de bir yalancı emzikliyim. Bana inanmıyor ve anlattıklarımla ilgili bir yoklama yapmak istiyorsanız, beni ismimden bulabilirsiniz. Hatırladığım kadarıyla o zaman 1990 ilkbaharıydı. Anamla babam Türk isimlerini geri almamıştı. Benim de doğum kâğıdım yoktu. Bulgarca ismimden arayıp bulabilirsiniz. Biz sürgün ve mahpusçu çocukları kalabalıktık o mitinglerde, şimdi artık 24 – 25’indeyiz. Bazılarımız evlendi. Aile kurdu.  Kimimiz okuduk da bir şey olmadı. Şimdi hepimiz sık sık görüşüp doludan boşa, boştan doluya doldurup plan yapıyoruz ve nihayet bir karar aldık.

Ben ve arkadaşlarım, tüm borçlarımızı ödeyip, herkesle helalleşip memleketi terk ediyoruz. Gözümüzün gördüğü yere gitmeye karar verdik. Gideceğimiz yer ne kadar uzak, ne kadar boşluk ve ne kadar insan ayağı basmamış ısız bir yerse, orasını tercih edeceğiz. Bu kadar uzağa gitmek istememizin sebebi var. Vardığımı bir tespite göre, biz, 80’li kuşak, hepimiz sakat doğmuşuz. Kurtuluş yolumuz bizi sakatlayan toplumsal ortamdan kaçmaktır. Bir Bulgar’a rastladım, hapisten çıktıktan sonra Avustralya’ya gitmiş, kangurularla yaşamak, burada didişmekten çok daha hayırlı dedi.

Daha beşikte yalancı emzik ve yalancı oyuncaklarla oyalanıp uyutulmuşuz. O özgürlük mitinglerinde de ruhumuza yalancı emzik takılmış ve yıllar yılı analarımız ve babalarımız da oyalanırken olup biteni görememişiz. Kurtuluş yolu aramayalım diye oyalanmışız.

Hayata eli ayağı düzgün girmemiz hepimizin sakat olmadığımız anlamına gelmiyor.

Biz annelerimizin maneviyatını, bünyesini ve ruhunu sarsan çöküşte ezilmişiz. Kayıtta “sağlıklı doğdu” yazsa da özürlü doğmuşuz. Bizim ki, öyle bir özürlülük ki, dermanı yok. Şimdi anlıyorum. Hak ve özgürlük mitinglerine insanımız çaresiz olduğundan kendi geliyordu. Anamın kendi kendine türkü yaktığı, bütün gece tavana baktığı, “ne yapıyordur?, aç mıdır?, sus mudur?, işkence görmüş müdür?,  dayana bilmiş midir?, atlata bilmiş midir?, acaba bir tarafı sakatlandı mı?, saçları döküldü mü?, beyazlaştı mı?, neden yazmadı?, yazmayacak mı?, salacaklar mı? ve diğer bin bir ama hep dertli ve gamlı yanıtsız soruları düşündükçe sayıklaması benim ruh özürlü doğmama sebep oldu. Anamı itham etmiyorum. O dayanırken yapabileceğini yaptı. Fazlasını da yapamazdı. İsteyerek değil, istemeyerek olan ama olmuş olan bir durum, benim, senin, bizim hepimizin ki!

Ve 1990’da ağzımıza verilen hak ve özgürlük emziği aslında çiğnedikçe kendi karnımızı kendi tükürüğümüzle doldurmamız için bedava dağıtılmıştı. Ne güzel düşünülmüş değil mi?! Kendi tükürüğünü yutan adam, istifra etmez. Çiğne kardeşim çiğne plastik biberon çiğne!!!

Doktora gitmedim. O zamanların totaliter toplumu bizden sakat ve hiçbir işe yaramayan bir kuşak yaratmayı hedeflediğinden olacak, belki hepimizin ruhunu bozmazdan önce, belki bir ilacını da bulmuştur,  deyenler oldu. Aile hekimlerine gözükenler var. Derman bulan yok!. Deli delinin deli olduğunu anlayamadığı gibi, biz de ruh harabeliğinde yaşadığımızı uzun zaman fark edemedik. Beni düşündüren, hepimiz tımarhanelik olsak da, bizim kuşaktan hiç kimsenin henüz deli hastanesine gönderilmemesidir. Aslında 2013’te Ahmet Doğan’ın tımarhaneye gidip birkaç rapor alması hepimize işaret oldu.

Şimdi biz bir karar aldık. 1990’da Bulgaristan’ın dört bir yanında, köy ve kasabalarda Türklere, Pomaklara ve Çingenelere dağıtılan yalancı emzikleri, plastik biberonların hepsini topluyoruz. 28 Mart 2014 günü bu işi başımıza saran Ahmet Doğan’ın Sofya Sarayı’nda DOĞUM GÜNÜ kutlaması var. Köfteci milletvekillerini, bir işe yaramayan Bulgar mafya arkadaşlarını ve valileri falan çarmış, biz de gidip büyün emzikleri geri vermek istiyoruz. Yalancı emzik çuvallarını 5 kamyon ve 100 kişilik muhafaza alayı ile taşıyacağız. Biz bu yalancı emziklerin bundan böyle kimseye dağıtılmasına asla yol ve olanak vermeyeceğiz. 25 yılda hiçbir iş yapamayan bir adam 26. yıl da hiçbir iş yapamaz. Güvenimiz sıfırdır. Yüzünü gözünü görmek istemiyoruz.

Ahmet Doğan aç olduğu günleri, ayakkabısız gezdiği yılları, hainliğini unutmasın! O bizden biri olmadığını kanıtladı. Alsın emziklerini ve onlarla yaşasın. Sarayın kirasını kendi cebinden ödesin. Zaten dışarı çıkmasına izin verilmediğine göre, yalancı emzikleri kendisi de emsin, emsin,  emsin ve tükürüklerini içtiği viskilere meze yapsın.

Yalancı emzikçi – “Sava”, “Medi”,  “Doğan!”

Hatırlatalım. Şeytanın doğum günü kutlanmaz.

Emzikleri iade ediyoruz!

Çaldığın paraları almaya geleceğiz.

Yok, ettiğin umutların hesabını sormaya geliyoruz!

Biz gidiyoruz.

Reklamlar