Dr. Nedim BİRİNCİ

 

Ne zaman delecek gökleri,

Ümmetten vatandaşlığa uzananın Anıtı?

 

Ne zaman konacak üst üste

İhanete lanet taşları!

 

Şereflim, gel

Önünde baş eğilir,

Yüceliğin ebedi!

 

Sorun, çözüm beklemekten usananların ümitsizliğe yenik düşme tehlikesinin yaşamasıdır.

Ruh halimiz bazen öyle bir duruma geliyor ki, sanki kendimize artık benim için her şey bitti, ne alacağım ne vereceğim var, bana kimse ne iyilik ne de kötülük yapabilir. Tutunacağım dal da kalmadı, korktuğum kimse de yok. Dipsiz hendeğin kenarındayım, yoksul bir zavallıyım, hak aradım, özgürlük istedim ikisini de bulamadım, adalet henüz doğmamış, inandım, belki yolda olabilir ama benim takatim kalmadı, bekleyemeyeceğim, kimseden bir şey beklemiyorum, gidiyorum.

 

Bu kadar karamsar başlasam da, parmaklarımın ucundan tuşlara akan ve ekrana bambaşka satırlar dizen ani bir olay oldu. TRT-Müzik’te “Cümbüş var” programı başladı. Bizim sevimli olmuş kara kiraz esmeri Bulgar sanatçı Miroslav Morski, elinde gitar, suratından düşmeyen o büyük tebessüm ve şakıyan dişleriyle Varna selinde ayakta kalmış bandustan mahallerden birinde çıplak ayaklı Çingene çocuklarını etrafına toplamış, saçlarını okşayan deniz esintisine konuşuyor:

 

Anneciğim sen beni yetenekli doğur,

Sonrasını düşünme,

İstediğin denize atabilirsin!

 

Anneciğim sen beni kısmetimle doğur da,

Sonrasını dert etme,

İstediğin çöpe atabilirsin!

 

Kamara sevdadan köpürmüş dalgaların altın kum sahilini öpmeye koştuğu pistten İngiltere’nin Cembrich Üniversitesi bahçesine kayıyor. Şanson nameleri eşliğinde kanal gezisi, kayığın kenarına ilişmiş, iki eli gitarın tellerinde, aman tutun beni düşüyorum havasındaki kara kiraz güzelimiz bir baktın elindeki alete İspanyol ayarı vermiş ve dünya gençliğine bizim anlamadığımız bir dilde dostluk edin, kitaptaki bilgiler gibi kaynaşın diyor.

 

Notalar insanlar gibi değil. Olabilir ya belki de insanlardan bir milyon kez daha özgür. Üzerlerinde tarihin, bugünün ve geleceğin yükü yok. Onlar, srzu edilen ayara hemen giriyor. Her müzik aletinden ses veriyor. 1918’lerde İngiliz askeri gemilerinin İstanbul’a demirlemesiyle dillenen “Kâtibime kolalıda gömlek ne yakışır” şarkısını tam 100 yıl sonra Londra sokaklarında bir uluslar arası gençlik topluluğunun yepyeni bir esintiyle seslendirmesi ne kadar etkileyici tahmin edemezsiniz.

 

Siz de izlemiş ve etkilenmiş olabilirsiniz. Belçika’da Ligie katedrali kaldırımındayız!

18-20’lik Meksikalı gençler “Kikiri Ku Mandinga” şarkısını söylüyor. Katedral kurumuş bir ağaç gibi, dimdik ama cansız,  erganunun hava torbaları ve boruları sanki patlamış.

Süngülerin en sivrileriyle Meksika körfezine inip bildiğini okuyan, istediğini yapan, isim, din, kültür, yaşam tarzı ve hatta Tanrı değiştiren sömürgecilik kudreti son nefesini zar zor alalı ya da vermiş de yenisini alamayalı nice zaman oldu. O okyanus ötesi kıtadan gelmiş müzik o an oracıkta can suyu gibi. Meydan tükenmişlikten diriliş suyu bulmuş gibi. Katedral duvarında katmerli karanlık adeta zindan gibi arınmak, çatlamak, patlamak ve açmak istiyor. Ne günler! Atasının soyu Gang Irmağı boylarından gelen kara kiraz olmuşu esmer Morski ile keçua dilinde söyleyen ikna torunlarının Brüksel meydanlarında buluşması, kaynaşması ve her milletten herkesin gönlünü hoşlukla doldurması arzulansa, belki yapılamazdı. Aransa bulunamaz bir mucize!  Yeni Mesih onlar olabilir mi! Daha önce böylesi bir ahenk hayal edilebilmiş midir?

 

Bulgaristan’da son zamanda siyah fon önünde resim çektirmek moda oldu.

Resimleri makam odalarına asılı aydınlıkçıkların tablolarındaki ocak ve mumlar yanmıyor. Payisi Hilendarski “Islav Bulgar Tarihini” karanlıkta yazıyor. Havarilerden Levski, Botev, Benkovski makam odalarına siyah çerçeveden bakıyor. Bizimkiler “aydınlığın karanlıktan çıktığına gerçekten inanmış olmalılar!”

 

Öyleyse hayret uyandıran yeni soruların ardı arası neden kesilmiyor.

 

İnsanların bu dünyaya iyi olanı aramaya geldiğine artık inanmayan kalmadı. Sorun iyiyi daha gelişmiş, daha yetkin bir duruma ıslah etmektedir. Daha iyi olmak adaleti daha bol olan dünya mıdır?  Adaletin olduğu yerde hak ve özgürlüğe ne gerek var. Hak ve özgürlükleri size vereceğiz deyip, adaletsizliği ve zenginlikleri kendilerine saklayanlarla eşit olmamız mümkün olabilir mi. Hak ve özgürlük adalet yolunu açan araçlardır. İnsan hayatının arkamızda kalanla ölçüldüğüne inanmak istiyorum. Arkamızda kalanların ise karpuz kapı, kabak boynuzu değil, evlatlarımıza aşılayabildiğimiz ahlak anlayışı olması en büyük arzumdur. Genel geçerli AHLAK var mı? Olmaması daha güzel değil mi. Bizi ahlak kuralları içine tıkamak isteyenlere gıcık oluyorum, onlardan nefret ediyorum. Bizi kasaphane kapısında bekletmek ahlaklılık olabilir mi? Basına düştü. Gaziantep Baklavası Uluslar arası Standart Sertifikası İSO almış. Ne yani bundan böyle Gaziantep baklavası pişirmeyenlere Pazar payı yok mu? Şaştım kaldım. Şu baklavanın bin bir çeşidi yok mu! Gaziantep’te fındıklı, bilmem nerede fıstıklı, İstanbul’da cevizli, Sofya’da ballı, Belgrat’ta beze arası badem ve kara erik ezmeli olunca tadı mı bozuluyor? Tat nedir? Damak tadımda Gaziantep baklavası tadı yoksa dilime ameliyat mı gerekli! Güler misin ağalar mısın! Sorun emperyalizmin bizi kendi standartlarına hapsedip boğma çabalarındadır. Biz bunu okuyamadıkça kurban vermek zorundayız. Sorun köleleşme kapanına düşmemektir.

 

2007’de Bulgaristan Avrupa Birliği’ne girdiğinde ilk protesto nümayişini rakı kazancıları yaptı. Sebebi: “Bulgar rakısı bir standart olacak” deyen Brüksel Yüksek Makamı ve bu kararı uymayı düşünen yerli iktidar kazanlarla, kazan kapaklarıyla, damacana, güm ve rakı şişeleriyle protesto edildi. Derdimizi anlatabilmemiz için Fransızca “crus” sözünü öğrenmemiz gerekti. “Crus”un sihirli özelliği toprak, yöre ve üzüm ürünü sözlerini birleştirmesindedir. Bizim bağda, bizim yörede bizim çotuklardan elde edilen şarap ve rakının Fransa’da, Belçika’da üretilen üzüm ve şaraptan faklı olduğunu ve bunun da toprağımızdan, güneşimizden, yöre ikliminden ve çotuk cinslerinden kaynaklandığını böyle anlatabildik. Bir Fransız’ın ya da Belçikalının damak tadı bizim bağın üzümüne, bizim şaraba, bizim rakıya uymuyorsa, onlar bizim malımızdan haz alamıyorsa, kabahat bizim midir? Bağlarımızı neden sökelim? Bunu daha önce Rusya lideri Gorbaçov da emretmişti. “Rus halkı çok içki içiyor, Bulgaristan, Ukrayna ve Moldova bağların söksün” demişti. Burgas – Karnobat ovasındaki bağlar sökülmüştü.

 

O zaman “crus” işimize yaramış ve hatta bizde de yalnız bağdan bağa değil, yıldan yıla bile rekoltenin farklı damak tadı sunduğunu anlatabilmiş, 49 bağcılık bölgemiz ve büyük sayıda farklı üzüm, şarap ve rakımız olduğuna kendilerini ikna edebilmiştik.

 

Gel gelelim insanlar da, üzümler gibi,  her yıl aynı ürün doğmuyor. Kuşaklar birbirine benzemiyor. Uzaktan bakınca koşullar aynı olsa da, bir yılın şarabı diğer yılların ürününe uymuyor. Kuşaklar aralarında faklıdır, fakat birbirine benzeyenler de var. Bizde 137 yıldan beri anavatana göç var. 100 yıl boynu bükün göç yolundaydık. Bu yolu yürüdükçe yürüdük bitiremedik. Gidenlerin vardıkları yerlere topluma ahenk sağlaması yıllar aldı. Ortama alışamayanlar, diğerlerine devamlı yük olduklarını sananlar vardı. Sıkıntıları aşmamız yıllarımızı aldı. İnsanlarımız inançlarını gittikleri yere dikemediler, ruhsal bağdaşmazlık birçoklarını geri döndürdü.

 

Kuzey Batı Bulgaristan’da, Vratsa’nın “Gorno Peştene” köyünde her yıl köyün en iyi adamı seçiliyor. Oylama muhtarlıkta gizli yapılıyor. Bu yıl Bay Ventsi Yançev seçilmiş. 55 yaşında. Çocuk olmadığı için köy okulu kapanmış, doktor olmadığı için klinik kapanmış, eczanesiz bu köyde 42 kişi yaşıyor. 186 ev boş, genç birilerinin gelip yerleşmesini, komşu olmasını bekliyor. Çeşmelerinde akarsu, asfalt yolları ve elektrikleri var. Kimi bekledikleri sorusuna yanıt veremiyorlar. Komşu seçmek zor iş! Onlar Brüksel meydanlarında müzik yapan gençlerden 100 yıl ve daha da geri, yetenek ve kısmet dendiğinde bir tek para düşünüyorlar.  Sanatçı gençlerinse para derdi yok. Ruhları birleşmiş, kaynaşmış ve geleceğe birlikte uçmak istiyorlar. Bizim 1989 göçmenlerinden 10 öğretmenin geri dönüp bilgilerini köy çocuklarımıza aşılamaya cesaret gösterememesine bir türlü akıl erdiremedim. Gelip de köy tarihlerini yazsalardı, çocuklara köyde, ormanda ve dere boyundaki ağaçların, bağlar başında açan çiçeklerin isimlerini öğretselerdi, bire dek hepsi cennetlik olurdu. Hem de her insanın cenneti doğduğu yerdedir, deyenler tamamen haklı. Kendi anamızdan daha iyi bir ana, daha akil bir dede, daha saygın bir baba, elinden içilen su daha leziz bir anneanne, çorbası daha leziz bir babaanne olamayacağına göre, bizim cennetimizden daha mükemmel bir cennet aramak boşuna çabadır. Hiçbir sorunun cevabı şıp şak verilemez.   Bu sorun da öyledir.

Ve asıl sorun odur.

 

Biz yolumuzu vatan toprağında yürüdük. Öz geçmişimizi burada yazdık. Osmanlıdan 1978’de kopsak da Türklüğümüzle, dinimizle yaşadık, ümmetten, millete ve eşit haklı vatandaşa uzanan çok çileli, uzun bir yol aldık. Eşit haklı vatandaş olarak herkese adaletli bir dünya yaratmaya çalışıyoruz. Biz ayrı ayrı yeteneklerle, hünerli eller ve gözlerle dünyaya gelmiş ve yaratan bize yolumuzca çok kısmet bahşetmiştir. Standartlaştırılmak, Bulgarlaştırılmak  ve modellenmek istendik, kabul etmedik. Notalar gibi biz de “do” isek “do” kalmaya, “fa” isek, “fa” kalmaya gayret ettik, yeri geldik direndik, didiştik ama yerimizde kaldık ve kimliğimizi koruduk. Bize “siz farklısınız” deyenler,  güzelliklerin farklılıkların bütünlüğünde gizli olduğunu göremediler. Bizi tanıyanlar bilir, ihanet ve lanet özümüze yabancıdır. Çalgı aleti yani benzetmeli olarak bir devletin ayarı yoksa, kusurun nüfusta, azınlıklarda, fertlerde ya da direk olarak bizde aranması tamamen yanlış ve günahtır. Bulgaristan nüfusunun bütünlüğü biz olmadan olamaz. Biz özde ve biçimde oluşturucu unsuruz. Şerefli yaşamak, saymak ve sayılmak özümüzde olandır. Yaratanın verdiği tüm güzelliklerle ahenk sağlayabiliriz. Bizim özümüzü görmek isteyenlerin mutlaka cümbüş aramalarına gerek yok. Her yerde ve her zaman aynıyız. El tersiyle çöpe itilecek insan topluluğu değiliz. Şerefimizden bir kırıntı bile feda edemeyiz. Bizi üzmeyin, incitmeyin ve hayal kırıklığına uğratmayın. Olduğumuz gibi kabul edildiğimizde bizden daha iyi dost ve vatandaş olamaz.

Sorun budur.

Reklamlar