İbrahim SOYTÜRK

Konu: Tarih Irmağı Akmaya Devam Ediyor.

İnsanların aynı yere dönmesi hem doğal hem de manidardır.

Rodoplar’ın Odrintsi köyü Arda ırmağı ayazmalarının kadim vatanıdır. Arda ise Merkezi ve Doğu Rodop Türklüğünün akarsuyudur.  Buradaki dere tepeler, yakın geçmişimize kadar, adına “klön” denen ve birinden devamlı cereyan olan 7 kat tel örgülü devlet hududumuzdu. Yazarken “altın kafese” “HAYIR”, “karaçalı dikeni yuvamdır” diyen çalıkuşunu hatırladım. İnsanlarımıza bir cehennem olan bu elektrikli tel duvarlar, geçen asrın 80’li yıllarında tam da bu noktada hürriyete geçiş ararken 9 Alman genci yakmıştı.  Hepsi tel duvarda korkuluk gibi sallanmış bulundu. Siyah naylon çuvallar içinde memleketlerine geri göndermişlerdi. Bu köyde Alman mezarı yok.

1942’de Almanlar Yunana geçerken geçit yolu olarak yine bizim dere boyunu seçmişlerdi. O zaman da geri dönen olmamıştı.

Yılların katmerleştirdiği korkudan olacak, hürriyet güneşi görenler Odrintsi’yi terk etti. Bu öyle bir terk edişti ki, köyde bastona sarılmadan otobüs durağına gidecek hali olmayan beş yaşlı hane kaldı. Kapılar açık kalsa da köpekler dağıldı. İnsan olmayan yerde sıçan da olmuyor ve kediler de seyreldi. Bu beş aile “Siz gidin biz mezarları, camiyi ve ayazmaları bekleriz! dediler ve gençleri uğurladılar.

Bu yılın Mayıs ayında Odrintsi’ye 50 Alman geldi kondu.

Kimin olduğunu bile sormadan evlerden birini şantiye yaptılar, önce çadırlara yerleştiler, seçtikleri evleri kendilerininmiş gibi onarmaya başladılar. Bu arada Madan, Rudozem, Smolyan hayvan pazarlarından 230 keçi aldılar, birkaç köpek, bir eşek ve 2 katır getirdiler. Hayat yeniden başladı sanki. Evlerin onarımı, sayaların kiremitlerini aktarma, yemliklerin ve su kaynaklarını elden geçirme işleri devam ediyor. Yabancıların hepsi gündüzleri bellerine kadar çıplak çalışılıyor.  4 aylık saç sakal birbirine karışmış olsa da, hepsinin eli keser tutuyor ve çivi çakıyor. Elektrikli alet, araç, gereç kullanmıyorlar. Yeminli elektrik düşmanı gibi davranıyorlar. Aslında köyde elektrik yok. Yaşlı köylüler faturaları ödeyemeyiz korkusundan elektik istemezken, yeni gelen göçebelerde elektik alerjisi var, “biz şu dere boyunda tellerde asılı kalan kardeşlerimizin anısını yaşatmaya geldik, elektrikli sobasında ısınmaya değil!” diyorlar. Göçmenler yerli yaşlılara her sabah birer tas keçi süttü verseler de, aralarında dil sorunu olduğundan, henüz sözlü temas kurulamamıştır.

Bu haberi yayan “Royters Ajansı”na göre, hepsi yüksek öğrenimli olan Almanların eski Demokratik Almanya Cumhuriyeti vatandaşıymış. 1990 öncesi Bulgaristan Yunanistan sınırında kurşunlanarak öldürülen yada elektrikli, dikenli sınır teli direklerinde asılı kalan yakınlarının hürriyette yolculuğunu, haklı davasını, ölümsüz ruhunu ve unutulmayan anılarını ebedileştirmek için, bu yörede herhangi bir yere, belki bir ayazmalarımızdan birisinin üzerine, olabilir ya  belki de karaçalı dikenlerinin en sık ve sivri olduğu bir tepeye herkesin görebileceği yüksekliklerden birine görkemli bir anıt dikmeye niyetlenmişler. Bu anıtta çıkan dönemeçli yol boyunda elektrik lambası, teleferik, asansör, yürüyen basamak vb olmayacak. Hürriyet şehirlerinin bir sırt çantasıyla özgürlüğü aradıkları gibi anıtı görüp, bu sınırda can veren 136 Almanın isimlerini altın harflerle yazılacağı mermer levhaya akan çeşmenin kenarına bir demet dağ çiçeği koymak isteyenler, bu tepeye çıkma zahmetine katlanacaklardır.

Almanlar, bu anıttı dikmek için muhtardan, belediye başkanından veya Sofya’da konaklanmış Kültür Bakanı Vejdi Raşidov’tan izin almayı düşünmüyorlar. Çünkü “Bulgar devleti bizim yakınlarımıza kıyarken kimseden izin istemedi!” diyorlar. Anıt kompleksi projesini de totaliter dönem yüksek mimarlarından ya da dönekliği ve hainliği ile dillere düşmüş bir yüksek mimara veya heykeltıraşa havale etmeyi de düşünmüyorlar. Bu arada aldıkları bir kararı açıkladılar. Anıt kabrin kuruculuğunda Bulgar çimentosu kullanmayacakmış, çünkü 3 çuvaldan birisinin boyanmış kömür tozu olduğu kanıtlanmıştır.

İki günde bir ekmek pişiren, bol bol keçi süttü içen, keçi sütünü mayalamayı ve peynir yapmayı artık öğrenen ve Rodop yamaçlarının yaban meyvelerine bayıldıklarını, sularını içmeye doyum olmadığını anlatan davetsiz konuklar, adeta daha önce yaşamadıkları bir heyecan içindedir.Çözemedikleri bir tek sır kalmış: Yerlilerin bu cenneti bırakıp da nereye gittiklerini öğrenmeye çalışıyorlar.

Hiçbir yasa insanların, halkların şehitlerine saygı gösterme, dönemli olarak anma törenleri düzenlemez,  gökleri delen abidelerde yaşatma hakkını konu edip belirlememiştir.

Halkların kahramanlarını ebedileştirmek için anıtlar dikmesini yasaklayan uluslar arası geçerli yasalar  yoktur.  Örneğin, Türk halkının ruhuna yenik düşen İngiliz Anzaklarına Çanakkale yamaçlarından birinde kabristanlık tesis edilmesi, büyük önder ve emsalsiz komutan Atatürk ve TBMM tarafından kararlaştırılmıştır. Onların, her yıl papaz ayinli yıllık anma töreni düzenlemelerine engel yoktur. Türk milletinin anlayışında DÜŞMANA SALGI İNSANIN KENDİSİNE OLAN SAYGIDAN KAYNAKLANIR.

Bulgaristan Topraklarında yürütülen en büyük meydan savaşı olan 1877/ 78 Rus Osmanlı Harbi’nde esir düşen ama dünya harp akademileri ders kitaplarında savunma strateji komutanı olarak okutulan Osman Paşa’ya özel bir anıt dikilip gerekli itibar gösterilmemiştir.

Oysa Osman Paşa Rusya İmparatorunun bir saldırısına hedef olan Osmanlının Balkan kalelerini savunandır. Osman Paşa, aynı zamanda Plevne’de ve köylerinde yaşayan Bulgar nüfusu da korumuştur. Şöyle ki, Bulgar ve Türk nüfusun birlikte yaşadığı Plevne sakinlerinden şehir öncüleri – Papaz, öğretmen, doktor, esnaf ve toprak sahibi köylüler aralarında topladıkları 3 torba altını Osman Paşaya devredip, kendilerini de Rus talanından korumasını ısrarla istemişlerdir. Bu paranın yarım torbasını askerlerin sivillere gösterilen sağlık hizmetlerine harcayan Osman Paşa, şehri bırakmazdan önce kalan parayı Plevneli Bulgar öncülere geri vermiş, onların da şehri birlikte  terk etme ısrarına uyarak, kendilerine yardım ederken yaralanmıştır.

Bilindiği üzere, Plevne meydan savaşında, Rus saldırılarından, yağmalamasından Bulgar halkını da koruma çatışmalarında toplam 118 bin Osmanlı er ve subayı şehit düşmüştür. 1887’de Bulgar Prensi, 1908–1918 yılları arasında Bulgar Çarı olan Ferdinad’ın İngiliz Parlamentosu’na ricası üzerine, Osmanlı’nın Plevne şehitlerinin kemikleri, toplu kabrinden çıkarılıp, Londra’ya götürülerek öğütülmüş ve unu bir ormana serpilmiştir. Fakat ruhu o toplu mezarda kalmıştır ve halen yaşıyor.

Bunu Şipka şehitleri ve 1877-78’de (93 savaşında) Bulgaristan’ın değişik köy ve kentlerinde kurban olanlar için de söyleyebiliriz. Hiç birinin ardında bir iz, bir mezar taşı, akan bir çeçme olmaması son dere üzücüdür, bununda suçlusu bizler hepimiziz.

Şehitlerin kemiklerinin kabirden çıkarılıp İngiltere kemik değirmenlerinde öğütülmesi ve oradaki ısız ormanlara saçılması, Osman Paşa’nın büyüklüğüne gölge düşüremediği gibi,  tarihsel gerçekleri de değiştirmez. Bu inancı, o savaştan sonra,  Bulgaristan’dan anavatana göçe zorlanan 6 ayrı kafilenin kaderi için olduğu gibi, Balkan Savaşları şehitleri, 1984–1989 isim değiştirme baskı ve zulmüne tepkide gösterilen dayanıklılık ve kahramanlığımız için de vurgulamak yerinde olur.

Her şehidimiz, Osmanlıyı yani Türklüğü yani sizi, bizi, seni beni, hepimizi sıkıştırıp boğma ve yok etme saldırısına karşı mücadele eden, mert bir erdi.

Şu bilince yaşatmalıyız. Düşman bizi hep bir gördü.

Biz onlar için hep Osmanlı Türkleri, Osmanlı kalıntıları, Türkiye Cumhuriyetinin “beşinci kol ordusu” vs. idik. Herhangi bir kimseye ayrıcalıklı bakılmışsa o özel bir hainlik hizmeti içindir. 1985- 89 yılları arasında muhbirlik yapan 3 016 ispiyoncuya özel hizmet ödülü ya da emekli maaşlarına 5 – 10 leva bile eklenmemiştir. Bu işten kazançlı çıkan bir tek hainliğin başı sayılan Ahmet Doğandır. Bugün de devlet sofrasından bedava yiyip içmeye ve HÖH-DPS paralarını istediği gibi kadın kız peşinde harcamaya devam ediyor. Başka hiçbir kişiye özel imtiyaz tanınmamıştır.

Tekrar ediyorum,  tarih boyu bize saldırdıklarında aramızdan kimseye ayrıcalıklı bir gözle bakmadı. Hepimiz Osmanlı evlatlarıydık. Hepimizden kurtulmak istendi. Göçe hepimiz zorlandık, hepimizin isimleri değiştirildi, en verimli tarlalara, bağ ve bahçelere sahip olan Türklerin hepsinin malları ellerinde alındı, en iyi evlere sahip olanlar hep evsiz kaldı, en güzel kız evlatlara sahip olanlarımız hep ağladılar. Bugünde bizden hiç birimize zengin olma fırsatı verilmiyor. Avrupa Birliğinden gelen paraları yiyip içen veya kayıplara karıştıran da onlardır. Onların kafasındaki hep milli ayrımdı, hep dinsel ayrımdı, ırkçılı oldu, düşmanlıktı.

600 yıldan beri vatan bildiğimiz bu topraklarda kendisiyle gurur duyduğumuz bir kardeşimize gururlanacağımız, önünden geçerken saygıyla eğilip selam vereceğimiz bir anıtı bile dikemedik. Savaşlardan dönmeyenler anısına yaptığımız çeşmeler kurutuldu ve yıkıldı?

Neden kendi ellerimizle diktiğimiz korular kesip kurutuldu?

“Türk korusu” sözü unutuldu.

Neden “Belene Ölüm Kampı”nda 1984–1989 yılları arasında kalan sürgün Türk ve Müslümanların yüz akı bir anıt kompleksi, bir ZİNCİRLERİNİ KOPARAN ADAMLAR ANITI dikilmesine izin verilmedi, verilmiyor. Türklere yapılan zülüm unutturulmak istendiğinde olabilir mi?

Osmanlının topraklarımızdaki camileri, medreselerimiz, tekkelerimiz, mescitlerimiz, köprü ve hamamlarımız, saz ayarında söylenmiş her türkümüz sonsuz bir hatıranın yaşantısıdır. Krallık ve Sosyalizm dönemlerinde ve “Geçiş Döneminde” yani son 130 yılda Bulgaristan’da bir Türk okulunun kurulamaması da yüz karasıdır.

Bize tarihi yalnızca şu tarihten şu tarihe kadar okutanların artık mumu sönüyor.

Aynı sözlerle olmamış savaşları olmuş gösteren, barbarlıklardan söz bile etmeyen, lügatlarında zulüm sözü olmayan, dillerinde olmayan sözlerle insan ilişkilerini ve dünya tarihini anlatmaya çalışanların zavallılığına acıyorum.

Yunanla Makedonya’nın arasının açılması ve Yugoslavya’nın dağılmasıyla Üsküp merkezinde tarih boyu akan, Vardar ırmağı üzerindeki büyük bir anıttan Osmanlı Köprülerine gururla bakan Büyük İskender yazıp çizmekten geçinenlerin çoğunu kalem bırakmaya ve soğan kazmayı seçmeyi zorladı. Ohri Gölü yamaçlarındaki Osmanlı evleri hakkında kötü konuşan yok.

Belki de güzele her şey yakışır değiminin anlamını biliyorlardır. Eğer köprülerimiz tarihin anıtları olarak kabul ediliyorsa, Slivengrat’taki Mustafa Paşa köprüsünün hiç bir kemerinin asırlarca aşınmadan dolup taşan Meriç sularına selam verdiğini unutmasınlar.

Osmanlı’nın Bulgaristan’daki Hıristiyan medeniyetini gölgelediğini iddia edenlere sözümüz var.

Günümüzde Boğazları dünyanın en büyük köprüsüyle, Trakya’ya kurulan dev uçak alanıyla ve Büyük Atatürk’ün özgürleştirdiği Türk zekâsı ve aklıyla Yeni Osmanlı atılımları geliyor. Bu esinti düşmanlarımızı ters hesap yapmaya, en yenisi kabuklarına çekilmeye zorluyor. Şimdiye kadar – 150 yıldan beri – güç kaynakları Osmanlıyı ve Türkleri kötülemekti. Bu tükürük artık hiçbir duvara yapışmıyor. Kimse erişemediği meyveleri koparamaz. Taşlayabilir ama taşlar bazen geri kafasına düşer. İşte böyle bir dönemde yaşıyoruz.

Almanların demokrasi arayan hürriyet şehitlerini unutmadığı gerçeği, onlara biz totalitarizmin yıkılmasında “en çok ve çok değerli kurban veren milletiz,” deme hakkını tanır mı bilmiyorum. Çünkü 1984-85’te ve 1989’da biz de ayaklandık. Kurbanlar verdik.

Sonuçta, büyük bir hürriyet anıt komplekslerini dikme hakkı elde edemedik. Bizim kıvılcımlar bu defa da ateş yakmadı.

Şu da bir gerçektir! Almanlar yanardöner, yıldız gibi parlayan bir anıt yerine, içine dönük, gerçeği kendi içinde, özünde arayan, her birimizi durup düşünmeye zorlayan bir anıta taşımak istiyorlar. Mekân olarak Bulgar-Yunan- Türk ruhunun kesiştiği bir Müslüman Ocağı olan Rodop Dağları doruklarından birinin seçilmiş olması ise, şehitlerin manevi dünyasını, özlemlerini, yaşadıkları zamanı, aradıkları insan haklarını, ortak yarınlarımızı, kalıcı barışı, her birimize gerekli olan huzuru ve güvenliği ters okumaya çalışanlara son derece büyük bir ders olur umududur.

İnsanın kendi iradesiyle yapamadığını takın ya da uzak bir komşusunun yapabildiğine sevinmesi ve niyet ve çabasından gurur duyması büyük bir olgunluğun çok eski bir simgesidir.

Tüm ocakları sönmüş bir köye ateş götürmek ne büyük bir olay. Yaşam ırmağı akmaya devam ediyor. Rodoplarda dağ doruklarından her biri bir başlangıcın müjdecisidir. “Royters”in haberi, bizi Odrinsi köyünde hürriyet yolunda kurban olan Alman geçlerle birlikte, Balkanlar’da Osmanlı ve Türklük volkanının ebediyen sönmediğine, bir süre için küllenmiş olduğuna uyandırdı.

Dere sularını toplayan ırmaklar dile geldi ve bize tarihin, tek tek kahramanlıkların buluştuğu doruklarda yazıldığını hatırlattı.

Bu toprakların en büyük kahramanları bizleriz. Kovulmuş, sürülmüş, kaçmak zorunda kalmış, ezilmiş ama buraları memleket bilen ve seven Müslüman Türkler.

Bizim için bu yerler emsalsiz bir anıttır.

Dikemediğimiz anıtlar, doğrultmamızı bekleyen mezar taşlarımız her gün bizimle konuşuyor.

O çamlıklarda yaşayan Ruh, Alman ruhu değil Osmanlı ve Türk geçmişi ve bugünüdür.

O Sönmeyen bir volkandır.

Reklamlar