Tarih: 04.09.2019
Nevzat ÖZTÜRK

Hepimizin malumu yaz tatillerinde yaz Kur’an Kursları düzenlenir. Camilerimize çocuklarımızı göndeririz. “Kur’an okumayı öğrensin, bari ölünce bir Yasin okusun” bakış açımız budur. Bir Bulgaristan Türklerinden Burgaz –Aytos’tan Türkiye’ye göç eden ve halen Düzce’de esnaflık yapan  Ahmet VAR kardeşimiz, Yaz Kur’an Kursunda Kuran okumayı öğrenen yeğeninin videosunu ve yavrumuzun resmini göndererek mutluluğunu paylaştı. ”Hocam bu güzelliği paylaşır mısın” dedi. Videoyu izledim. Küçük yavrumuz, beyaz kıyafeti ile meleği andırırken, Allah’ın kelamından “Ayetü’l Kürsi”’yi terennüm ediyordu. Ne güzel daha küçük yaşta Kur’an okuyordu, Allah anasından babasından razı olsun. Tabi ki takdire şayan. Örnek bir davranış. Ancak, bu yeterli miydi?

 

Allah katından kitaplar indirilişinde ilk maksat, ilâhî mesajın anlaşılması, ikincisi yaşanmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in indiriliş hikmeti de, anlaşılmak ve yaşanmaktır. Kur’ân’ı Rabbimizin bizlere yolladığı bir mektup gibi algılamak, insanda onu anlama duygusunu harekete geçirir. Öyle ya, bir dostumuz bile bir mektup gönderse “talebi nedir?” diye merak eder, anlamaya çalışırız. Çünkü anlamadan talebini yerine getirmemiz mümkün değildir.

 

Kur’ân’ın mânâsını anlama hususunu Hz. Mevlânâ, körlerin değnekle irtibatına benzetir. Mânâyı bırakıp Kur’ân’ı sadece tecvidle okumada titizlik gösterenleri değnekle yürüyen körlere; hâfız körleri de Mushaf kılıfına benzetmekte ve şöyle demektedir: “Değnek, körlerin hayat arkadaşıdır. Kur’ân’ın mânâsını bırakıp kelimelerini ezberleyenler, “Kur’ân sandığı” mesâbesindedir. Elbette Kur’ân dolu bir sandık, bomboş bir sandıktan iyidir. Yükten ve eşyadan boş olan bir sandık ise; fareler, yılanlar ve akreplerle dolu olan sandıktan iyidir.”(Mesnevî, c. V, b. 1394-1398. 10)

 

Mevlânâ bu sözleriyle Kur’ân ehlini beş dereceye ayırmaktadır:

  1. Kur’ân’ın hem kelimelerini doğru okuyan ve hem mânâsını bilenler,
  2. Kur’ân’ın zâhirini / kelimelerini bilen, sır ve hakikatinden gâfil olanlar,
  3. Kur’ân’ın kelimelerini hıfzetmiş, Kur’ân’a kılıf ve çekmece olanlar,
  4. Kur’ân’dan tamamıyla boş; ne dışını ne içini bilen, boş sandık gibi olanlar,
  5. Kalpleri Kur’ân’dan boş, fare ve yılan gibi fâsid fikir ve inançlarla dolu bulunanlar.

 

Nisanur VAR AYETÜ’L KÜRSİ

“Allah, O’ndan başka tanrı yoktur; diridir, her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır. Ne uykusu gelir ne de uyur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. O’nun izni olmadıkça katında hiçbir kimse şefaat edemez. Onların önlerinde ve arkalarında olanları O bilir. O’nun ilminden hiçbir şeyi -dilediği müstesna- kimse bilgisi içine sığdıramaz. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine almıştır. Onları korumak kendisine zor gelmez. O yücedir, mutlak büyüktür.” (Bakara Suresi 2/255)

 Bu küçük yavrumuzun tilavet ettiği Ayetü’l Kürsi’nin manasını ve kısa açıklamasını sizlerle paylaşmak istedim:

 

İçinde Allah’ın kürsüsü zikredildiği için “Âyetü’l-kürsî” adıyla anılan bu âyet hem muhtevası hem de üstün özellikleri sebebiyle dikkat çekmiş, hakkında hadisler rivayet olunmuş, çok okunmuş, şifa ve korunmaya vesile kılınmıştır. Kelime-i şehâdet ve İhlâs sûreleri nasıl İslâm inancının özünü ihtiva ediyor ve insanlara Allah Teâlâ’yı tanıtıyorsa Âyetü’l kürsî de –onlardan daha geniş ve detaylı olarak– bu özelliği taşımaktadır.

 “Allahü lailahe illehü-Allah, O’ndan başka tanrı yoktur”

Bu cümle İslam inancının ve diğer tüm ilahi dinlerin ortak temel esasıdır. Gönderilen tüm Peyamberler de insanları en temelde bu inanca davet etmek için gönderilmiştir. Allah Teala’nın tek olduğu inancına tevhid inancı diyoruz. Ayetel Kürsi’de de Kur’an’ın genelinde olduğu gibi Allah’ın birliği yani tevhid inancı vurgulanarak başlanmıştır.

“Hüve’l hayyü’l-kayyum”-, diridir, her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır.”

“Hayy”, hayat sahibi ve hayat veren anlamına gelmektedir. Allah Teala, kendisi hayat sahibidir. Onun hayat sahibi olması başka hiçbir canlınınkine benzemez. Çünkü her canlı hayatı, başka canlılara ve birçok sebebe bağlıdır. Mesela insanın, hayat bulabilmesi için, öncelikle anne ve babaya ihtiyacı vardır. Anne karnında mucizevi şekilde embriyonun gelişimine ve dünyaya geldiği andan itibaren hava, su, gıda gibi temel ihtiyaçlara bağlıdır hayatının devam etmesi. Ancak Allah Teala’nın hayat sahibi olması böyle değildir. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Hayat sahibi olması için de hiçbir şey gerekmez. Hiçbir sebebe ihtiyacı yoktur.

Kendisi hayat sahibi olduğu gibi diğer tüm canlılara hayat veren de O’dur. Çünkü hayatın kaynağı Allah Teala’dır. Kendisinin hayat sahibi olmak için hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı gibi diğer tüm canlıların yaşayabilmeleri için Allah’a ihtiyaçları vardır.

“Kayyum”, kelimesi ise kıyamdan gelmektedir. Bu kelime aynı zamanda mübalağa yani abartı da belirtmektedir. Allah Teala’nın var olmak için hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını, O’nun varlığının kendinden olduğunu, diğer tüm varlığın ise O’nun varlığına bağlı olduğunu ifade etmektedir.

Allah Teala’nın sıfatlarından birisi de vacibü’l-vücud’dur. Bu sıfat, varlığı kendinden anlamına gelmektedir. Kayyum, kelimesi ise bu sıfata yakın anlamdadır.

“Onu ne uyku basar ne uyur” cümlesi, hay ve kayyûm sıfatlarını pekiştirmekte ve biraz daha anlaşılmasını sağlamaktadır. Uyku basan veya fiilen uyuyan birinin gözetim, yönetim, koruma gibi işleri yerine getirmesi mümkün değildir. Allah Teâlâ’nın kayyûmluğu kâmil ve kesintisiz olduğuna, daha doğrusu kayyûm sıfatı bunu ifade ettiğine göre O’nu ne uyku basar ne de uyur.

“Le e’huzühü sinetün vela nevm”-Ne uykusu gelir ne de uyur.”

“Onu ne uyku basar ne uyur” cümlesi, hay ve kayyûm sıfatlarını pekiştirmekte ve biraz daha anlaşılmasını sağlamaktadır. Uyku basan veya fiilen uyuyan birinin gözetim, yönetim, koruma gibi işleri yerine getirmesi mümkün değildir. Allah Teâlâ’nın kayyûmluğu kâmil ve kesintisiz olduğuna, daha doğrusu kayyûm sıfatı bunu ifade ettiğine göre O’nu ne uyku basar ne de uyur.

Allah Teala’nın sıfatlarından bir tanesi de her daim uyanık olmasıdır. Aslında burada anlatılmak istenen nokta Allah’ın hiçbir şeyden gaflet içerisinde olmadığı, tüm kâinatta olup biten her şeyi her an gördüğü ve bildiğidir. O’nun bilgisi dışında hiçbir şeyin gerçekleşmediğidir. Anlatılmak istenen uyku, bir beşer uykusu gibi yatağa yatıp uyumak değildir. İnsanların bazı şeylerden habersiz oldukları zaman kullanılan gaflet uykusu ifadesi bu durumu daha iyi anlatmaktadır. Sonuç olarak Allah her türlü uyku ve uyuklama halinden münezzehtir.

 

 

Lehü ma fissemaveti vema fi’lerdı- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur.”

Yerde ve gökte olanlar Allah’a aittir. Bu ifadede yer ve gök ile anlatılmak istenen aslında insanın bakış açısı ile “her şey“dir. Çünkü insanın gözünde mevcut olanlar dünyada bulunanlar ve dünyanın dışındakiler şeklinde genel bir ayrımla ifade edilebilir. Bu ayrım tarihte daha belirgin şekilde karşımıza çıkmaktadır. Bu yüzden Allah Teala, bu ayette yerde ve gökte bulunanlar ifadesi ile “mevcut olan her şeyi murad buyurmuştur.” diyebiliriz. Bu durumda ayetin anlamı yerde ve gökte yaratılmış olan her şey Allah’ındır. “Herşeyin sahibi yalnız Allah’tır.” anlamı çıkmış olmaktadır.

Yerde ve gökte ne varsa –başka hiçbir kimseye değil– O’na aittir; yaratanı da gerçek sahibi de O’dur. Âyetin bu mânayı ifade eden parçası “Yalnız O’na aittir” kısmıyla tevhidi öğretirken “başkasına değil” mânasıyla de şirkin çeşitlerini reddetmektedir. Çünkü müşrik toplumlar varlıkları yaratılış, aidiyet ve yetki bakımlarından çeşitli tanrılar arasında paylaştırmışlar; meselâ yıldız, gök, yer… tanrılarından söz etmişlerdir. “Yerde ve gökte” tabiri Arapça’da “bütün varlıklar” mânasında kullanılmakta, adına yer ve gök denilmeyen veya maddî mânada yere ve göğe dahil bulunmayan mekânlar ve buradaki varlıklar da bu ifadenin içine girmektedir.

“Men zellezi yeşfeu ındehü illa bi iznih- O’nun izni olmadıkça katında hiçbir kimse şefaat edemez.”

Allah’a ortak koşan kâfirlerin bir kısmı, bu ortakların O’na denk olduklarına değil, O’nun nezdinde reddedilemez şefaat, geri çevrilemez aracılık hakkına sahip bulunduklarına inanmakta ve putlara bu anlayış içinde tapınmaktadırlar. “Allah katında, O izin vermedikçe hiçbir kimse şefaat edemez” mânasındaki cümle bu inancın asılsızlığını ortaya koymakta; şefaatin de izne bağlı bulunduğunu, O izin vermedikçe ve dilemedikçe kimsenin böyle bir yetki ve imkâna sahip olamayacağını özlü ve etkili bir şekilde zihinlere yerleştirmektedir. Allah katında kendisine şefaat izni verilenlerin durumu ve yetkileri, ödül törenlerinde ödülleri vermek üzere kürsüye çağrılan şeref konuklarınınkine benzemektedir. Ödülün kime verileceğini bilen ve belirleyen onlar değildir. Ancak bu merasimi tertipleyenlere göre onlar, şerefli, saygıya lâyık, büyük kimseler olduklarından kendilerine böyle bir imtiyaz verilmiştir. Allah katında şefaatlerine izin verilecek olanlar da Allah’a yakın ve sevgili kullar olacaktır.

“Ya’lemü ma beyne eydihim vema halfehüm-Onların önlerinde ve arkalarında olanları O bilir.”

Allah’tan başka bütün şuur ve bilgi sahiplerinin bilgileri sınırlıdır, doğru da yanlış da olmaya açıktır. Bu genel gerçek şefaat meselesine uygulandığında kimin şefaate lâyık olduğunun da ancak Allah tarafından bilineceği anlaşılır. Çünkü dış görünüşü (mâ beyne eydîhim) itibariyle şefaate lâyık görülenlerin, kullar tarafından görülemeyen ve bilinemeyen iç yüzleri (mâ halfehüm) itibariyle böyle olmamaları mümkündür. Allah birdir ve yalnızca O ibadete lâyıktır; çünkü O’ndan başka olmuşu, olacağı, gizliyi, açığı, geçmişi, geleceği, görüleni, gaybı bilen yoktur.

Burada “Allah, onların önlerinde ve arkalarında olanları bilir.” şeklinde ifade edilmektedir. Bu ifade az önce ele aldığımız şefaat konusu ile beraber düşünüldüğünde, daha anlamlı hale gelecektir. Çünkü önce Allah katında şefaat yoktur denilmekte, sonra da Allah onların önlerinde ve arkalarında olanları bilir denilmektedir. Yani Allah, onların yaptığı her şeyi bilirken, nasıl olur da bir başkası onların yaptıklarını affedebilir, yada affedilmesini sağlayabilir.

 “Vela yuhiduna bişe’y im min ılmihi illa bime şae- O’nun ilminden hiçbir şeyi -dilediği müstesna- kimse bilgisi içine sığdıramaz.”

Allah’tan başka bütün şuur ve bilgi sahiplerinin bilgileri sınırlıdır, doğru da yanlış da olmaya açıktır. Bu genel gerçek şefaat meselesine uygulandığında kimin şefaate lâyık olduğunun da ancak Allah tarafından bilineceği anlaşılır. Çünkü dış görünüşü (mâ beyne eydîhim) itibariyle şefaate lâyık görülenlerin, kullar tarafından görülemeyen ve bilinemeyen iç yüzleri (mâ halfehüm) itibariyle böyle olmamaları mümkündür. Allah birdir ve yalnızca O ibadete lâyıktır; çünkü O’ndan başka olmuşu, olacağı, gizliyi, açığı, geçmişi, geleceği, görüleni, gaybı bilen yoktur.

“Vesia kürsiyyühüsemaveti ve’l erdı-O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine almıştır. “

Kürsî (kürsü), “koltuk, sandalye, taht” anlamlarına gelir. Mecazi olarak saltanat, hükümranlık, mülk mânalarında da kullanılmaktadır. Allah Teâlâ’nın üzerine oturulan maddî alet mânasında kürsüsü olamayacağından –bu O’nun bizzat açıkladığı yüce sıfatlarına aykırı düştüğünden– burada kürsüden bir başka mânanın kastedilmiş olması gerekir. Esasen Kur’an’da Allah’a nispet edilen, “Allah’ın…” denilen her şeyi, O’nun varlığına dahil veya kullandığı bir şey olarak anlamak da doğru değildir. Meselâ “Allah’ın evi, Allah’ın ruhu, Allah’ın emri, Allah’ın kölesi” tamlamalarında Allah’a ait olan şeyler böyledir. Bunlar ne O’nun varlığının bir parçasıdır ne de kullandığı araçlardır; önem ve şereflerinden dolayı O’nun” diye tanımlanmışlardır. İbn Abbas’a göre kürsüden maksat ilimdir. O’nun ilmi her şeyi kaplar. Âyetin bu kısmını, “kürsüden maksat O’nun hükümranlığıdır ve buna sınır yoktur, hiçbir şey O’nun dışında kalamaz” veya “Allah semavatı, arzı, arşı Kur’an’da zikretmiş, fakat bunlardan maksadın ne olduğunu açıklamamıştır. Kürsüsü de böyle bir varlıktır, yerleri ve gökleri içine alacak kadar geniştir. Ne ve nasıl olduğunu ise ancak kendisi bilmektedir” şeklinde anlamak mümkündür. Aslında bu durum yukarıda okumuş olduğunuz bir gerçekle de tam örtüşmekte. Bizler sadece Allah’ın bilmemizi istediği kadarını bilebiliyoruz. 

 

“Vele yeüdühü hıfzıhüme-Onları korumak kendisine zor gelmez. O yücedir, mutlak büyüktür.”

Yüce, kâmil, eşsiz sıfatlarının bir kısmı âyette zikredilen yüce Allah’a, kulların sonsuz gibi gördükleri kâinatı korumak, gözetmek ve yönetmek elbette güç gelmeyecek, O’nu yormayacak, meşgul bile etmeyecektir. O ikisini yani yerleri ve gökleri korumak Allah’a zor değildir. Yer dediğimiz dünyamız, gök dediğimiz ise bildiğimiz manada uzay. Düşünün ki Allah’ın kürsüsü bile anlayabileceğimizin çok ötesinde. Tüm bunlar bize Allah’ın büyüklüğü, gücü ve kudreti hakkında ipucu veren bilgiler. Durum böyle iken yerleri ve gökleri korumak Allah için neden zor olsun ki.

“Ve hüvelaliyyü’l azim- O yücedir, mutlak büyüktür.”

Allah Teala’nın büyüklüğünü, yüceliğini anlatan bu kadar bilgiden sonra bu söylenenleri vurgulanması şeklinde O’nun büyüklüğünü hatırlatılarak bitirilmesi anlamlıdır. Hem Ayetel Kürsi’de hem de Kur’an’ın genelinde zaten Allah Teala’nın büyüklüğüne, kudretine, her şeyin onun emrinde oluşuna bolca yer verilmiştir. Burada da yine Allah Tealanın bu sıfatlarından sonra büyüklüğü tekrar hatırlatılmış olmaktadır.

Ayetü’l Kürsiyi bundan böyle bu anlamlarını düşünerek okuyalım, inanın manevi problemlerimizi, iman noktasındaki zaaflarımızı gidermiş, Allah(c.c) ile olan iletişimizi sağlıklı bir zemine oturtmuş oluruz.

Allah’a emanet olunuz.

Reklamlar