Hüseyin YILDIRIM

Tarih: 02 Mart 2017

Konu:  Yerimizde dururken geriliyoruz.

Biz göçmen gençler, yaşlılarımızın ata-vatandan getirdikleri kültürümüzün Türkiye kültürel harcına karıştırılarak karılmasında köprü oluyoruz. BULTÜRK idesel ortamında geçirdiğimiz vakit, katıldığımız tartışmalı buluşmaların kanımızı kaynattığı oluyor. Bulgaristan Türklerinin hakları ve özgürlükleri için mücadele fikirlerini bina edip direniş Program ve Tüzüğünü yaratanlardan biri olan Sabri İskender Beyin sohbetlerini dinlerken geçmişimizin aynasında yüzüyoruz.

Kimliğimizi savunma ve yaşatma mücadelesinde öncü olan birisini tanımak, bize onur verirken, sohbetleriyle kanatlanıyor ve başımız dik geziyoruz.

TRT ve soydaş yayınlarından öğrenebildiğimiz kadarıyla, bugün de bir şeyler oluyor. Fakat tam ne olduğunu okul kitaplarından, öğretmenlerimizin anlattıklarından ya da kılavuz bileceğimiz bir eserden öğrenebilmemiz henüz olanaklı olmadı. Herkes bir şeyler anlatıyor, yazanların yazdıklarından, ama bu böyle değil şöyle olsaydı, en büyük ateşi biz yakacaktık dumanı var. Hava hala sisli! Sanki uzak dağların ötesinden gelen efsanelerde bir çakışmazlık, bir çelişkilik ve bir böbürlenme var. Hem geçmişimize, hem de bugünümüz ve geleceğimize ortak değer ve ayar veren yargı değerleri henüz doğmadı. Doğmuş olsa bile onları derleyip, bu yol bizim yolumuzdur, arkası ve önü bizimdir, her düşen kutsaldır, ölçüsü sanki beden olarak yeni kuşağa göre biçilmemiş, biçilemiyor yoksa yeni kuşağın ebatları farklı. Genç kuşak “gidişte dönmemek var, galipte görmemek var” felsefesiyle henüz buluşamadı.

Fakat Sabri İskender Beyle görüşmelerimizden şu gerçeğe kesin inanmaya başladığımı özellikle vurgulamak istiyorum:

Çağdaş uygarlık için bilgisayarın bulunması ve insanlığın dünyanın her yanında bilgisayar kullanması, cep telefonuyla haberleşmesi ne kadar önemliyse, İnsan Haklarını Korumak için kurulan Demokratik Lig de 20. yüzyılda yaşamış Bulgaristan Müslüman Türkleri için aynı değerde önem taşıyor.

Bunu şöyle de anlatabilirim. Köyümün başında bir İnek Kaya vardır. Dedelerimin dedeleri İnek Kaya kuzundaki büyük meşe kökünde kaynayan su bulmuş, oluk taşı oyup onu köyümüze akıtarak indirmişlerdir. Üstü yası taşla kaplı suyolunu toprakta gömülüdür. O zaman bu zaman ne meşe kurumuş, ne kem gözler suyolumuzu bulup bozabilmiştir.

Çeşmemizin adı Yukarı Çeşme’dir. Adı değişmiş, dolayındaki gölgeler değişmiş, kaç defa kurnası çalınmış, ama o hep akıyor ve gelip geçene hayat suyu veriyor, hayatı yaşattığı için gururlanıyor, gidenleri bekliyor, gelenlere seviniyor.

Demokratik Lig bizim Yukarı Çeşmemiz gibidir. Hayat ağacımız Yaşlı Meşeyse, hayat suyumuz derin köklerinden gelir, su bizde biz de o suda yaşamak için varızdır. Bizim mücadele suyumuz, her markette satılan ve içtikçe sanki ferahlatan ama aslında yoğuran sulardan farklıdır. O bize yaşam suyu getirmiştir yerin dibinden ve onun hayat şarkısını dinleriz kurnadan akarken.

Demokratik Lig de yüz yıllık çile ve çekimizin, endişeli ve üzgün zekâ ve alın terimizin özünden doğmuştu. Tek kolda birleşip beraberce mücadele etme fikri önce Sabri İskender’de doğmuştu. Beynini zorlayan illegal değil legal bir mücadele örgütü kurmaktı. Bu fikir onun içinde “Belene” Ölüm Kampında Tuna dalgalarının kovalaşışını sessizce izlerken doğmuştu. Önemli olan insanlarımızı dağlara çağırmak, mısır tarlalarında, bağda bayırda gizlemek değil tek kolda buluşturmaktı. Avrupa sularını Karadeniz’e ve Dünya Okyanusuna taşıyan şu dev nehrin omurgasında benzin, doğal gaz ya da elektrikle çalışan bir motor yoktu. Ekmek su istemeyen ırmak sabah akşam hiç durmadan su deryasını akıtarak ileri taşıyordu. Bu dev güç Bulgaristan Türklerinde de olmalıydı. Aradığı enerji ezilip uyutulanların uyanmasında gizliydi. Bu uyanışla mücadele ruhu doğacak ve hareketlenmesiyle halkımız zaferden zafere ilerleyecekti. Onun ruhunda oluşan bütün halkımızı kucaklayacak legal bir direniş dalgasıydı.

Bu işte önemli olan, o ekmek su istemeden, halkı uyandıracak ve birleştirip harekete geçirecek ruhu uyandırmaktı. Bunu tek başına yapmak çok zaman gerektirecekti ve hiç tereddüt etmeden kendisiyle birlikte “Belene”den çıkarılan ve sürgüne gönderilen arkadaşlarını aramaya koyuldu. Halkımızın haklı hak, özgürlük ve adalet davasına can vermeye hazır olanları birer birer gönlünden geçirdi, sanki kucakladı. Önce Sliven ili Ablanlar (Yablanovo) köuyünden  Ali Ormanlı’yı bastı bağrına; ardından  Razgrat ili Yonkovo köyünden Ali Mustafov Hüseyinov’un boynuna dolandı kolları; Silistreli Hayrettin Hüseyinov’la zaten yeminliydiler, Sliven ili Sokolartsi köyünden  Nasıf Bilalov’un şahin gözleriyle kesişti gözleri.

Vratsa ili Kunino köyünde sürgün edilmiş Koşukavaklı (Krumovgrat) ağırbaşlı Mustafa Ömer’in huzuru canlandı karşısında. Akranı olan Mustafa öğretmen Sofya “Kliment Ohritski” Üniversitesi Felsefe Fakültesi mezunuydu. Kasabasındaki “Gergi Dimitrov” lisesinde son sınıflara “Sosyal Bilimler” dersi okuyordu. Çökmekte olan sosyalist düzenin neresini yanlış anlattığını anlamadan, bir akşam bileklerine kelepçe takılıp 500 km uzaktaki bir Bulgar köyüne sürülmüştü. Ömründe bir tavuk kesmemişti. Ne ki, onu köye getiren milis arabasının arka kapısı açılmazdan önce Bulgar köylülerle toplantı yapılmış ve karısını kesip kuyuya attığı ve kuyuyu da kara kaya doldurduğu anlatılmıştı. Yığınla kara kaya arasında pirincin taşını ayıklamak ve sabah sokağa çıktığında “Merhaba” dediği Bulgarlardan biri de ona “Günaydın” deyene kadar, köy kenarındaki yoncaları 2 defa biçti. Bulgarları ona yakınlaştıran kosa sesi, önüne çıkan göcen ve kuş yavrucuklarını dikkatlice kenara çekip koruması, tırpan dişerken örsle çekiçten çıkan uyumlu ses oldu. Onun hayvanlara olan sevgisi, çalışkanlığı, dürüstlüğü, efendili büyüklüğü ve çekiç sesi harmonisi sanki her gün biraz daha kaynaşan ortak değerlerdi.

Sabri İskender, sürgün Mustfa Ömeri (1988) ilk kez gördüğünde, bu gibi aydın adamların ne işi olur bu yaban köylerde diye düşünmüştü. İlk konuşmada kaynaştılar. Demokratik Lig’in legal ve yarı legal mücadele Program ve Tüzüğü Türkçemizde ve Bulgar dilinde aydınlarımızdan Mustafa Ömer’in kaleminden çıktı ve ruhunu yansıttı.

Bu Program’da mücadelemizin tek hedefi ve yönü vardı. Totaliter komünist rejimi ve kötülük ve zalimliğin başı Todor Jivkov’u devirmek. Bütün mahkûm ve sürgünler tüm kötülüklerin Todor Jivkov’un başı altından çıktığını ve o devrilince demokrasinin kendiliğinden bahar gibi gelip gönüllere dolacağını düşlüyordu. O şartlarda ve o denli zifiri karanlığın içinde hiç kimse Todor Jivkov’un zulüm topu buzdağının ancak görünen kısmı, suyun altında totaliter kütle olduğunu düşünmek istemiyordu. Bu ruh hali, Demokratik Lig kuruluş ilkelerini belirledi ve Programda açık olan şu cümlelerde ifade buldu:

Bulgaristan’da, milli azınlıklara karşı 1960’larda başlayan ve özellikle 1970’lerde şiddetlenen ve aşağıdaki yönlerde bu kitlenin hak ve özgürlüklerini kısıtlayan sınırlamalarda ifade bulmuştur.

Not: Önemle vurgulamak isterim ki, Ahmet Doğan’ın kurdum diye böbürlendiği ve hala fahri başkanlığını sürdürdüğü HÖH partisi (HAK VE ÖZGÜRLÜKLER) ilkelerini Mustafa Ömer’in kaleme aldığı Demokratik Lig örgütü Programından çalmıştır. Burada “demokratik” kavramı kavgamızın kaymağını dile getirirken, LİG ise birlik, etniklerin beraberliği, ulusal birlik anlamında toplayıcı ve kaynaştırıcı kavramdır.

  • Kısıtlanıp yok edilmek istenen, halk gelenekleri, gelenek ve adetlerimizdir;
  • Halk geleneklerimize dayanan programın geliştirilip yaygınlaştırılması;
  • Anadilde eğitim ve öğretim, anadilde basın yayın, gazete ve dergi çıkarma yasaklarının hemen kaldırılması;
  • Din adet ve geleneklerinin, ibadet hakkının vb üzerindeki yasakların hemen kaldırılması vs.

Bugünkü direnişlerimizin de özünü oluşturması gereken bu mücadele yönlerimiz, HÖH partisi tarafından rafa kaldırılmıştır. DOST partisi ile HŞHP ise, yeni kurdukları “DOST Birliği’nin” 26 Mart 2017 seçim şiarına “Saraysız Demokrasi” yazarak, davamızı hepten toslatmıştır.

Şöyle yani, kimlik davamız bugün Ahmet Doğan ile Lütfi Mestan arasındaki kapışmada adeta Lütfi Mestan’ın ayağına batan dikeni çıkarma davası olmuştur. Bunlar danışlı dövüştür.

Bu kavgaya, Todor Jivkov zulmünü kurutmak için milli halk hareketi örgütlemeye çalıştığı için Sofya zindanlarından en küflüsü, en nemlisi, en çilelisi olan “Razvigor” da sorgu esnasında:

  • Yugoslavya’ya neden kaçmak istedin sorusuna?”
  • Bulgaristan Türklerinin yürekler acısı durumunu dünyaya duyurmak için!”

cevabını veren Sabri İskender açısından bakıldığında, günümüz DOST-HÇHP-DPS ilişkileriyle ilgili şu fıkra geliyor aklıma ve paylaşmak istiyorum sizinle:

 

Kasabanın birinde bir camcı bir de deli varmış.

Günlerden bir gün camcı deliye

  • İşler çok kesat yavrum, gitsen de birkaç evin camını indiriversen, demiş.

Deli de yol kenarından uygun taşlar toplamış ve camcının evinin bütün camlarını tuzla buz etmiş.

Akçam eve dönen camcı ne görsün. Ertesi gün deliyi erkenden huzuruna çekmiş ve sen ne yaptığının farkında mısın diye sormuş ve sağ eliyle tokatı yapıştırmaya da hazır vaziyette:

Deli:

  • “Evet” demiş ve şöyle devam etmiş:
  • Başkalarının camlarını kırsaydım, sana gelmeye bilirlerdi. Şimdi işin garantili!

“Saraysız demokrasi” kemiksiz et arama kavgası değil de nedir. Bu kavga bunun için tutmuyor, çünkü bir oyundur. Baş aktörlerden

Orhan İsmailov Bulgar silahlı kuvvetlerinden yüksek rutbeli subay;

Lürfi Mestan’ın dosyası olduğu belli olan ama rütbesi henüz bilinmeyen biri;

Ahmet Doğan ise bu enceklerin anası olduğu için geçmişi ve geleceğiyle ilgili sorulara cevap vermiyor.

Tek sözle: Hak ve Özgürlüklerimiz uğruna mücadelemizde yerimizde dururken geriliyoruz.

Reklamlar