Osman BÜLBÜL

15 09  2017

Konu:  “Belene” ve diğer toplama kamplarında yaşananlar asla unutulmamalıdır.

Yıllar su gibi akıp gidiyor. Unutamadığımız olaylar sürekli kafalarımızda zonkluyor. “Belene” kampından çıkarken bize kâğıtlar imzalatmışlardı, başımıza geleni anlatmamız yasaklanmış, susma patası sıkıştırılmıştı elimizde. Yıllar geçti. Bu paraları ne kadar büyük bir tiksintiyle aldığımı asla unutamadım. Bu paralar daha sonra mücadeleye katılmamızın yolu kesmek, bizi saf dışı bırakmak, dava arkadaşlarımız arasındaki kenetlenmişliği kırıp tuzla buz etmek için verilmişti. Siz şimdiye kadar hiç “Beleneciler Toplantısı”, “Beleneciler buluşması ya da konferansı” yapıldığını işittiniz mi, işitemezsiniz ve işitmeyeceksiniz, çünkü biz o kamplarda, sürgünde birbirimize düşman edildik.  Belenecilerden hiç birinden ciddi bir anı eseri de çıkmadı.

Sözlerimi kanıtlamak için şöyle bir olaya anlatmak istiyorum.

1994 yılında, Bulgaristan’ın sevilen sanatçılarından Bayan Nadya Dunkin, Sofya’daki evinde ölü bulunmuştu. Bayan Dunkin, 90’lı yıllarda açılan “Toplama Kampları” ve “Komünizmin Cinayetleri” davasında en önemli tanıktı.  “Belene”, “Loveç”, “Skravena”, “Kutsiyan” zulüm kaplarından geçen Bayan Dunkin mahkemede tanık olarak ifade verecekti. Evinde öldürüldü. Bu şu demekti: “Susmayanlar öldürülecek!”

Komünist dönemim toplama kamplarında işlenen cinayetlerden dolayı bugüne kadar ceza almış ve içeri atılmış hiç kimse yok.

***

Bulgaristan Cumhuriyeti Anayasasına göre, komünizm suçlarının süresi olmalıdır, fakat öldürülenlerin ardında kalan acıların son tarihi yok.  Gen kuşağın konuyu bilmesi için “Loveç” ve “Krevena” toplama kamplarından geçen Bayan Nadya Dunkin’nın canına kıyılmazdan önce anlattıklarını hatırlatmak istiyoruz. Bayan bu ölüm kamplarına düşenlerin başına gelen felaketi şöyle anlatmıştı.

Bayan Nadya Dunkin bir aktris idi. Hayattaki en büyük rolü de, Orta Çağ işkencelerinden daha ağır işkencelerin yapıldığı Bulgar toplama kampları perdesini kaldırmak ve gerçekleri halka göstermek, anlatmak ve zulüm edenlerin cezalandırılmasını sağlamaktı.

O gördüklerini ve bildiklerini anlattı, fakat canına kıyıldığı için duruşmada söyleyemedi.

Bayan Nadya Dunkin, işkencelere dayandı, fakat demokrasi koşullarında öldürüldü. Bu cinayet Demokratik Güçler Birliği Başkanı Filip Dimitrov’un yönettiği aylarda açılan davaların başlamasından hemen sonra işlendi. Belki de, Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) milletvekilleri oylarıyla CDC hükümeti devrilmeyeydi, gelişmeler çok değişik yön alacak ve Bulgaristan’da demokrasi serpilip açacaktı. Bayan Nadya Dunkin de, binlerce kişinin ölümünden, sakat kalmasından, ömür boyu sünmesinden sorumlu olanların hak ettikleri cezayı alacaklarına inananlardan biriydi ve mahkemeye baş tanık olarak davet edilmişti.

1990’ların başında kendisiyle konuşma imkânı bulanlar bizi de buna inandırmıştı. O öldürüldü ve dava dosyası arşive girdi. Katilleri viski kahve sohbetlerine devam ediyorlar.  Pnun canına kıyanlar, toplama kamplarında onu eşek sudan gelene kadar dövenlerden farklı birileri değildi. Beklide de sopacıların oğulları veya torunlarıydı. Onlar “Loveç” ve “Skrevena” toplama kampları davalarıyla sıkı bağlantılı olan kişiler de olabilir. Onlar Bulgaristan’da örümce ağı gibi örülmüşler ve 1989’da Komünist Partisi iktidardan devrildikten sonra yaralarını yalayanlardır. Bu açık ve gizli bir iktidar ağıdır. Hikayemin son sayfasından geri anlatmaya başlıyorum:

1917’de dünyaya gelen ve 1994’te canına kıyılan Bayan Nadya Dukin, Filibe (Plovdiv) Tiyatrosunda bilinen ve sevilen bir aktristi. Yeniden başlayan Toplama Kampları Davasının ilk duruşmasından hemen önce  Sofya’da “Opalçenska” sokağındaki dairesinde öldürüldü. Bu davada canlık kalan ana tanıktı. Evinde gecelikle ve büyük sayıda hançer yarasıyla bulundu. O, 1990’da soruşturması yeni başlayan “Loveç” kapı davası ile ilgili savcılıkta ifade vermişti. O kesin beyanında şöyle konuşmuştu:

“Tutuklu bulunan Bay ve Bayanların ruh hali kırmak, onlara psişik baskı yapmak için herkesi dövüyorlardı. Biz, gardiyanlara “biz neden buradayız?” sorusunu yönelttiğimizde aldığımız cevap şuydu:

  • “Siz burada öleceksiniz!”

1993 yılının Haziran ayında, İç İşlkeri bakan yardımcısı General Mirço Spasov, “Loveç” toplama kampı Müdürü Petır Gogov, bu kampta görevli olan Devlet Güvenliği (DC) subayları, ölüm kampından sorumlu olan Nikolay Gazdov ve bu kampta gardiyan olarak görevli olan Bayan Yulyana Rıjgeva hakkında dava açıldı. Sağ kalanların tanıklık ettiklerine göre bu kişilerden üçü işkence uygulayıcısıdır.

Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) yönetiminde olanlar o zaman bu davada bir komünist kanadın başka bir komünist kanatla hesaplaşmak istediğini iyi biliyorlardı.  Herkes bir cani grubun yok edilmek istendiğinin farkındaydı. Fakat gerçeklerin halk önüne çıkarılmak istenmediğini de biliyorlardı. Dava, sanık Mirço Spasov’un ani ölümü bahane edilerek, başladığı tarihten bir sonra durdurulmuştu.

Adalet Bakanlığı duruşmanın hangi mahkemede devam etmesi konusunda karar almaya çalışırken, 13 Eylül 1994 tarihinde davanın ana tanığı olan Bayan Nadya Dukin’in vahşi bir şekilde öldürüldüğü haberi kamuoyunu sarstı. Bu da Sofya mahkemesine davayı “arşive” kaldırması için bir vesile oldu ve “susmayanlar öldürülecek” sözleri her yerde duyuldu.

Kuşkusuz bu cinayetler, fiziksel ölümle sonuçlanan olaylar değildir. Ölümden sonra da kurbanla alay edilmeye devam edildi. Onlarca hançer yarasından öldürülen Bayan N. Dukin hakkında “genç erkekleri sevdiği” şeklinde yalanlar uyduruldu ve olay küçümsendi. Cinayet politik özünden boşaltıldı. Anlattığımız olay 81 yaşında bir bayanın hançerlenerek öldürülmesidir. Bugüne kadar katil gizlendi. Sanki Bulgaristan’da politik cinayet işleyenlerin sigortası var.

Komşuları ve yaşadığı semtte onu tanıyanlar “romatizma” sızılarından şikâyet ettiğini, bastonla yürüdüğünü anlattılar. Savcılık ve sorgulayanlar için gerçeklerin hiçbir önemi yoktu. Onlar Bayan N. Dukin’i küçük düşürmek ve onunla alay edilmesini sağlamak için bildiklerini anlattılar. Normal vatandaşların bunları anlaması zor tabii.

Bayan Nadka Dukin cinayeti ile ilgili sorgumla kamuoyunda hayal kırıklığı uyandırmıştı. Bayan Dukin’in evinde ufak tefek onarımları yapan Vasko Romanov’un sorguda anlattıklarına göre,  savcılığın açıkladığı sonuçlarla gerçek durum arasında ilinti yoktur.  Romanov “Bayan Dukin’in genç erkeklerle herhangi bir ilişkisi olduğunu söyleyemem, kendisini yıllardan beri tanıyorum ve  yayılan haberler uydurmadır” dedi. Yıllardan beri dostluk ilişkilerimiz vardı, fakat bana karşı da bir erkek olarak böyle bir yaklaşımı olmamıştır. Hastaydı, ayaklarından ve bacaklarından, eklemlerinden şikayetçiydi, gideceği yere taksiyle gidiyordu, “Bankiya” tatil köyüne gidiyor ve açık havada kalmayı seviyordu. Şeklinde bilgi verdi.

Aynı katta oturan komşusu Veselina Georgieva şunları paylaştı: “Bana bir gün telefondan sık sık tehdit aldığını söyledi. Biz senin ağzını ebediyen kapamayı biliriz, kancık köpek, fahişe gibi sözler kullanıyorlar. Telefon Adenlerin kadın mı erkek mi olduğunun anlaşılmıyor. Başlayacak olan siyasi davayla ilgili tehdit alıyorum.”

Ölümünden sonra Sofya Yüksek Tiyatro ve Görsel Sanat Enstitüsü öğrencisi “En önemli sanığın susması gerek” başlıklı bir belgesel film hazırladılar.  Bu film Bulgaristan’da gösterilemedi. Almanya / Hamburg’da gösterildi… Filmde gençlik yılları toplama kamplarında geçen bayanın çilesi anlatılıyor.

O, 1961’de  “Loveç” ve “Skrevena” toplama kamplarına hakkında mahkeme kararı çıkarılmadan gönderilmişti. Daha sonra anlaşıldığına göre bir sohbette “halk idaresi” ile ilgili birkaç söz kaçırmış. Kaçırmamış da olabilir. Çünkü böyle bir delil yok.

Nadya İlkova –Dunkin 1917’de dünyaya geldi. XX. yüzyıla damgasını vuran Bolşevik kaşesi onun da hayatını kararttı.

Babası eski Plovdiv komünistlerinden, politik mahküm ve inanmış bir Marksist idi. Bolşevikler davasına önemli katkıları olan bilinen savaşçı Vasil İlkov’un kızıdır. 9 Eylül 1944’ten sonra babası “Faşizme Ve Kapitalizme Karşı Etkin Savaşçı” unvanı aldı. Fakat kızı Nadya tutuklanırken babasının komünist davaya olan hizmetleri dikkate alınmadı.

Boylu poslu ve güzelliğiyle dikkati çeken Nadya daha 9 Eylül 1944’ten önce Plovdiv Dram Tiyatrosu sahnesinde rol almaya başlamıştı. 1933 yılının Mart ayında sahneye konan “Hamlet” oyunundaki Ofelya rolünü oynarken dikkat çekmişti. İkinci Dünya Savaşı başlamazdan önce 1938 /1939 sezonunda oyunun afişlerinde ismi ve resmi var. Komünizm yıllarında sahneye çıkmasına izin verilmiyor. 1990’dan sonra artık 28 yıl geçmiş olmasına karşın, hakkında herhangi bir el kitabı çıkarılmadı. Tiyatro arşivinden de silinmiştir.  Sanki bu tiyatroda hiçbir rol almamış, Ofelya’yı canlandırmamıştır.

Daha önce başka biri için Bulgaristan’da uygulandığını işitmediğim “anıları yok etme” cezası uygulanmış sanki Bayan Nadya Dukin’e…Bu cezayı uygulayanlar, istemedikleri siyasi düşmanla, onun hayatına ilişkin tüm evrakları, yazı ve resimleri yok ederler.Kişi tarihten tamamen silinir.

Nadya iktidara karşı ne yapmış olabilir ki?

En büyük suçu tanıklık ederek başından geçenleri anlatmaktır.

Korkusunu yenmiş, kafasını korku bataklığından çıkarıp kamplardaki gerçekleri anlatmak istemiş.

O, 1944’ten hemen sonra Ruse Dram Tiyatrosu sahnesinde de rol almıştı. Orada hemen komünist et kıyma değirmeninin dişleri arasına düştü. Tutuklanmasına somut bir gerekçe yok.

Birinci baskısı 1999’da “İvan Vazov” basım Evi tarafından, ikinci baskısı da 2012’de “Siela” yayınlarınca basılan, araştırmacı yazar Hristo Hristov’un  “Loveç” ve “Skrevena” topla kamplarına adanmış kitabında Nadya Dunkin’in başından geçenler bir nebze de olsa anlatılıyor. Ayrıca aynı yazarın “Bulgar Tanıklar – GULAG” eseri de aynı konuyu bir başka açıdan işliyor. Bir alıntı veriyorum:

“1060’ta tutuklandım, sebebini öğrenemedim, beni “Loveç” kampına götürdüler, sözleriyle başladı anlatmaya Bayan Nadya Dunkin. Bir başka bayan da benimle beraber aynı yere gidiyordu. Kampın kapısında, takma adı Şaho olan, elinde kapçıklı bir Çingene karşıladı bizi. İkimizi de sağlam bir dövdü. Ellerimle yüzümü gözümü kapadım. Gözlerimi çıkarır ve kör olurum diye çok korktum. Benimle gelen kadını da aynı şekilde dövdü. Bizi dövmekten zevk alan ve memnun kalan Çingene şöyle dedi: “Burada duracaksınız ve diğerleri dönene kadar burada bekleyeceksiniz! 5-6 saat bekledim.  Daha sonra adının “grı tabur” olduğunu öğrendiğim, dövülmüş, yaralı, topal, pansumanlı, kampta diş doktoru olmadığı için kimisinin dış ağrısından yanağı şişmiş kalabalık bir kitle kapıya geldi. Akşam sayımında, adı Yulka olan bir bayan milis yanıma yanaştı ve

  • Aktris olan sen misin diye sordu.
  • Hatırlıyor musun? Plovdivte başrolleri oynarken böbürleniyordun, biz ise senin yanında bir hiçtik.

Bu konuşmada anlatılanları hatırlayamadım ve kendisine.

  • Ben sizi tanımıyorum, dedim.
  • Öyle mi, yani sen beni tanımıyorsun?! Dedi.

Yeniden dövmeye başladılar. 20 kamcık vurdu.  Ertesi gün “Bılgarene” köyüne işe götürdüler. Orada güneşe dayanamadım, iş çok ağırdı ve düşmüşüm. Akşam beni de kampa kadar götürmüşler, ölmüş biri gibi, beni köpeklere atmışlar.

Gece köpek sesinden uyandım ve yine kampa götürüldüm. O gün işe götürmediler, kampta kaldım. Sözde dinlenecektim.

Sırtıma kaya yüklediler ve beni koşmaya zorladılar. Koşarken taşları elimden düşürmemeliydim. Ben diğer kadınlar koşuyor, kayalar elimizden düşüyor, dövülüyorduk. Dehşet verici sahnelerdi bunlar. Ürperiyorum…”

Anlattığı en dehşet verici olaylardan biri unutulacak gibi değil:

“Yaşayıp yaşamadığını yoklamak için ağzıma yılanbaşı sokuyorlardı. Bayan gardiyan  mavi gözlü, sarışın, beyaz tenli güzel genç bir kadın olsa da, çok acımasızmış. İsmi Yulyana Rijgeva. 1919’da “Belene” kampında dünyaya gelmiş.  20 yaşında Persin adasında “Belene” ölüm kampında gardiyan atanmış. 1959’da, yeni kurulan “Loveç” kapmpına amirleri Petır Gogov ve Nikolay Gazdov ile bilikte memur edilmiş ve daha sonra da “Skrevena” kampının kadın bölümüne atanmıştır.

Kadın, güzel, nazik görünümlü olsa da, hem bayan hem de bay mahkumlar onun profesyonel bir katil ve işkenceci olduğunu anlattılar.

Dunkin bu konuda şöyle diyor: “Kadınlardan sorumlu olan Yulya Rişkova beni de defalarca dövdü. “Pislik! Düşman! Buradan canlı çıkamazsın! Diye haykırıyordu. Gündüz normlarını yerine getiremeyen erkekleri dövenlere, o da katılıyordu. Gazdov ve Goranov’la yatıp kalkıyordu. Profesyonel katildi. İnsanlara işkence yapmaktan mutlu oluyordu. 40 kişiyi elleriyle öldürdü. “

Bu anılar, “Loveç” kampından geçen Nikola Dafinov tarafından “168” Saat gazetesine de anlatılmıştı.  Gardiyan Yuşiya Rişkova ile ilgili gazetenin yaptığı sorgulamadan, onun 2005 yılında doğduğu kasabada hamamda kendini iple asarak hayatına son verdiği öğrenildi.

1962 yılında BKP MK Politik Bürosu toplama kamplarını kapatma kararı aldı. Bu kamplarda işlenen cinayetleri de tarih çöplüğüne attı. “Loveç” ve “Skrevena” kamplarında sağ kalan birkaç kişi serbest bırakıldı.

Nadya da “özgürlüğüne” kavuştu, fakat aç kaldı, kamptan çıkan bir bayana hiçbir kimse aş vermek istemiyordu. O kampta işkence görürken, eşi boşanma davası açmış ve ayrılmışlardı. Oğlu vardı. O da birkaç yıl sonra Bulgaristan’dan kaçtı. Şimdi Almanya’da kimya profesörüdür.

Bulgar Ortodoks Kilisesinden Episkop Kiril onu Yüksek Ruhani Konseyi (Sinod) bir işe aldı.

“Bulgar GULAK – Tanıklar” kitabında çıkan anılarından bir alıntı daha: “Taş ocağında çalışıyorduk. 30, 40,50 kg büyük taş parçaları koparıyor ve vagonlara dolduruyorduk. Taşlar bizden ağırdı. Toprak da kazıyorduk. 5 kişilik ekip olarak çalışıyorduk. Ödevi yerine getiremediğimizde her birimize 20’şer kamcık vuruluyordu. Sabah kamptan çıkarken kapının kenarında bir tarha varsa, anlamı akşama kadar birisi ölecekti. Öldürülmemek için kadınlardan bazıları sopacı oldu. Sopacılar maaşlıydı. Fakat yorulmak istemediklerinden mahkûmları kullanıyorlardı. Plevne köylerinden olan Kına ile Tokta  sopacı olmuştu. Tokta sert vuruyordu. Parmağımı kırmıştı.

Sofya’dan olduğunu hatırlıyorum. Genç güzel bir bayan sık sık çocuğunu anlatıyordu. Ameliyat geçirmişti. Katillere bir gün şöyle konuştu: “Bir gün siz de düşeceksiniz bizim yerimize. Dövün. Çalışmayacağım. Siz insan değil, vahşi hayvanlarsınız.  Dövün, çalışmayacağım. Taş ocağında çalışmak için doğmadım. Onları daha da sinirlendiriyordu. Biz ise nasıl dövdüklerine, ders olsun diye, bakmaya zorlanıyorduk. Onlar dövüyorlar, kadınsa ölmüyordu. Bir ara bir ses geldi: “Saçlarını yaksanıza!”  Saçlarını yaktılar. Dayanamadık. Bakamadık. Cehennem çekileri içinde can verdi. “Çocuğum, çocuğum, bir gün nasıl öldürüldüğümü öğrensin… Buzluca, Buzluca diyordu. Belki de bu oturduğu sokağın adıydı, fakat numara söyleyemedi, sağ kalanlar yakınlarını bulup anlatabilirdi…”

***

Biz Bulgaristan Türkleri ve hak ve özgürlük davamızda, Türk kimliği mücadelemizde Bulgar zulmünden tattık. Hiç birimiz bu ayıntıları anlatmadık. İbret dersi olur demedik. Gururumuza yediremedik. İçimize büzüldük. Hatta bazılarımıza devlet nişanı takıldı. Gerçeklerin üstüne zaman her gün bir kat daha serilse de, bir gün her şey mutlaka ortaya çıkacaktır. Ne yazık ki, belki biz o günleri göremeyeceğiz ve mücadele etmesinler diye bizi uyuşturmayı başardıkları sürece, hak ve özgürlük güneşi doğmayacaktır.

Türkiye’deki “Belen” ciler  28 yıldan beri  torunlarını bir otobüse bindirip de “Persin” adasına kadar götürmediler. Anıt levhasına 2 demet çiçek koymadılar. Razgrad ya da Bursa’dan herhangi bir okul, çocukları otobüse bindirip “StaraZagora” Hapishanesine kadar götürüp, dedelerinin körleştirildiği hücreleri göstermedi. Biz böyleyiz işte. Hazır beklemek en kolay! Gerçeklerden kaçmak kolay!. Oysa bizim misyonumuz gerçekleri, halkımızın kimlik mücadelesini yeni zamanlara taşırken genç kuşaklara devretmektir.

HÖH partisi meclis güven oyu oylamasında Aralık 1992 sonunda FilipDimitrov hükümetini devirmeseydi, Bulgaristan yeni bir yön alacaktı. Ahmet Doğan ve çetesi komünistlerle bir olarak Bulgaristan’a bu kötülüğü yaptılar, komünist katilleri korudular ve biz onlara oy vermeye devam ediyoruz…. Kader işte!

Devam edemeyeceğim….

Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Paylaşmaya unutmayınız.

Reklamlar