Yazan: Nevzat ÖZTÜRK, İlahiyatçı, Eğitimci Yazar

Hz. Peygamber’in hicreti (622) başlangıç yılı ve Muharrem ayının ilk günü yılbaşı olarak kabul edilen hicrî-kamerî takvim İslâm âleminin takvimidir ve Tevbe Sûresi’nin 36-37. âyetleriyle Resûlullah’ın (a.s.) hadîslerine dayandırılmıştır. Ancak Hz. Peygamber devrinde takvim meselesi resmiyet kazanmamış, hicrî kamerî takvim, bir süreç dâhilinde teşekkül ederek Hz. Ömer zamanında son şeklini almış ve resmiyet kazanıp genel bir kullanım alanı bulmuştur. Hicrî takvimde halen kullanılmakta olan ay isimleri sırasıyla şöyledir: 1-Muharrem, 2-Safer, 3-Rebiülevvel, 4-Rebiülâhir, 5-Cemâziyelevvel, 6-Cemâziyelâhir 7-Recep, 8-Şabân, 9-Ramazan, 10-Şevvâl, 11-Zilkâde, 12-Zilhicce. Muharrem ayı içerisindeyiz. Bu nedenle Hicret olayını ele almayı uygun gördük.

Hicret; sözlükte, “uzaklaştırmak, terk etmek” demektir. Terim olarak ise yakınların, akrabanın, dostların, öz yurdun, din ve inanç yüzünden terki veya bunun aksi olarak; akrabanın, dostların, yakınların din ve inanç sebebiyle kişiden uzaklaşmaları, onu terkleri anlamı vardır. Buna göre hicrette karşılıklı iki yönlü bir uzaklaşma anlamı kendini gösterir. “Muhâceret”, aynı kökten olup “göç etme” anlamındadır. Hicret edene “muhacir” denir.

Yeryüzü hayatının başlangıcından itibaren mekân değişimi, insan yaşantısının neredeyse ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bazen ekonomik ve siyasî nedenler, bazen savaşlar ve istilâlar bazen de dinsel ve kültürel nedenler insanın bir yerden bir diğerine göç etmesinin nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanın mekân değişimi kutsal metinlerde yalnız yeryüzü yaşamına has olarak görülmemektedir; zira Hz. Âdem ve eşi de işlemiş oldukları bir günah nedeniyle cennetten yeryüzüne zorunlu bir mekân değişimi yaşamışlardır.

Hicret, küfür yurdundan iman yurduna intikalle; kâfirlerin amellerinden Müslümanların amellerine geçmekle; Allah’ın emrettiklerini yapmak, yasakladıklarını terk etmekle olur. Hicret, hem küfürden hem de küfrün alametlerinden uzaklaşmaktır. Bu bakımdan muhacir, Allah’ın yasakladıklarından uzaklaşan kişidir. Hicret, ister küfür diyarından iman yurduna, ister küfür alâmet ve amellerinden iman alâmet ve amellerine intikal şeklinde anlaşılsın, o ancak Allah’ın emrini yerine getirmek için yapılır.

Hususi hicret ise, Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ ye yaptığı hicrettir. Mekke’nin fethiyle son bulan hicret Resûlullah’ın (s.a.v.) hicretidir, şartlar gerektirdiğinde hicret yine yapılır.

Hicretten gaye, küfürden, zulümden uzaklaşıp İslam’ı bütünüyle yaşamaktır. Bu, ya dine her yönden sahip çıkmak ya Hz. Muhammed’in yanında düşmanlarına karşı savaşta yer almak ya da küfür diyarında sükûna razı olmayarak cihadı yol olarak benimsemekle olur. “Biz zayıf kimselerdik!” demek suretiyle Müslüman kendini kurtaramaz. O zaman onlara; “Allah’ın arzı geniş değil miydi?” denir. Zira Mekke’de İslam’ı her bakımdan -iman, amel, toplum düzeni yaşamaları problem haline gelmiş Müslümanlara; dinlerini rahatça yaşayacakları bölgelere gitmeleri emredilmiştir. Mazereti olmadığı halde müşriklerin arasında kalanlar için, cehennem varılacak yer olarak gösterilmektedir.

Hicret, zorluklarla, meşakkatlerle doludur. O insanın önüne görünüşte birtakım güçlükler kor. Fakat Allah kitabında, kendisi için hicret edenin gideceği yeri çok bereketli bulacağını, hayır ve nimetlerle o yerin dolu olacağını beyan ediyor. Hicret gerçekten korku, mihnet, sıkıntı, zorluk gibi görünse de; tam aksine bolluk, bereket, refah, saadet ve zaferin kaynağıdır. Bütün bunlara ilaveten insanın hicrete başlayıp tamamlayamadan ölmesi halinde karşılığını, sevabını, mükâfatını Allah’ın üzerine alması, O’nun kefil olması hicretin değerini, faziletini daha da arttırmaktadır.

Hicret etmek sadece yer değiştirmek değil, olumsuzlukları arkada bırakmaktır. Gerçek bir hicretten söz edebilmek için çaresizliği, tıkanmışlığı, kapana kısılmış ruh halini geride bırakmayı başarmış olmak gerek. Yeni bir başlangıç eski yorgunluklarla olmaz çünkü. Kişi gittiği yere birikmiş hüzünlerini, korkularını ve acizliklerini de götürüyorsa orada nasıl yeni bir hayata başlayabilir ki?

Geçmişin olumsuzluklarını arkada bırakabilmenin lüzumu hayatımızın her alanı için geçerlidir. Söz gelimi evde veya işte yaşanan bir olumsuzluğu arkasından gidilen her yere taşıyan insanlar vardır. Allah’ın onlara günlük hayat içinde sunduğu küçük hicretleri yenilenme fırsatları olarak göremez; sorunlarını sırtlarından indirmez ve yüklerini giderek ağırlaştırırlar. Yeni ve güzel bir hayat inşâ edebilmek için öncelikle kendi kimliğimizi yaşadığımız olumsuzluklarla tanımlamaktan vazgeçmemiz gerekir.

Bütün bunlara ilaveten, sürekli bir hicret olan hayatın içinde bulundukları evresinde, başta çocuklarımız ve eşlerimiz, yakın arkadaşlarımız, emrimiz altına verilmiş insanlar vs. olmak üzere yolu bizim karşımıza çıkmış olanlara sürekli kendilerini kötü hissettirecek şekilde davranarak gelecekte daha güzel bir hayat inşâ etmelerini bekleyemeyeceğimizi unutmamak gerekir. İnsanların söylediğiniz sözleri değil, karşınızda kendilerini nasıl hissettiklerini unutmadıklarını ve hele de yaşları küçükse kendileri hakkındaki algılarını kendileri için önemli olan büyüklerinin değerlendirmelerine göre yapılandırdıklarını hiç unutmamalıyız. Efendimiz’in etrafında yer almış her seviye ve yaştaki kişiye, kendisini onun nazarında değerli olduğunu hissettirecek şekilde davrandığını sık sık hatırlamakta yarar var. Kendimizinki başta olmak üzere kişiliklerin olumlu cihetlerine odaklanmak ve o yönleri geliştirmek, olumsuzlukları örterek etkisini azaltmaya çalışmak insanların olumsuzlukları arkalarında bırakarak, bir sonraki durak yerlerinde daha müspet bir hayat kurmalarına yardım edecektir

Hicretin gayelerinden biri de Müslümanlar arasındaki dostluğu, yakınlığı, kardeşliği pekiştirmek, kâfir ve münafıklara asla inanmamak ve onların iç yüzlerini ortaya koymaktır. Kâfir yeryüzünde herkesin kendisi gibi olmasını ister, hiç kimsenin iman etmesini istemez. Eğer Müslüman, şu veya bu sebepten, kâfirin, münafığın aldatıcı, saptırıcı sözlerine kanarsa yeryüzünde iman yaygınlaşamaz, Müslümanlar arasında birlik, dayanışma kurulamaz, görüş ayrılıkları ortaya çıkar, onları bir gevşeklik sarar. Bu olumsuz davranışları yok etmek, Müslümanları bir zorlukla ve güçlükle imtihan etmek için hicret gerekir.

Hicret sosyo-ekonomik ve siyasal nedenlerle yapılan göçlerden ve sürgün hadiselerinden tamamıyla farklı bir olgu olarak karşımıza çıkar. Hicret; inanan bireyin ya da bireylerin iman ettiği değerler doğrultusunda yaptığı yürüyüşü, tavrı ve duruşu ifade eden özelliğiyle bütün bunlardan ayrılır. Hicret bir kaçış, ekonomik göç ya da zorunlu bir yer değiştirme değil inanılan dava uğruna Allah için yapılan bir eylemdir. Hicret Allah’ın emri ile gerçekleşen ve yalnızca Allah’ın rızasının gözetildiği bir tavır, bir harekettir.

Gerek Hz. Peygamber’in hicreti gerekse diğer peygamberlerin hicret tecrübeleri dikkate alındığında hicretin en dikkat çekici özelliği, hicretle tarihsel bir dönüşüme, olumlu bir değişime kapı aralanmasıdır. Bu doğrultuda hicret gerek kişisel bağlamda ruhsal bir dönüşümü, bireysel ve toplumsal düzeyde hak ve hakikat yolculuğuna yönelik bir evrilmeyi gerekse hakikat temelinde toplumsal bir inşâyı ifade eder.

Bu bağlamda hemen her peygamberin hayatında bir çeşit hicret tecrübesine rastlanır. Örneğin Hz. Âdem’le Havva’nın cennette işledikleri günahtan sonra yeryüzüne inmeleri bir çeşit hicrettir. Zira işlenen günahtan sonra tövbe etmiş ve yeniden hakikate dönmüşler ve Allah Âdem’e vahyetmiştir. İlk insanın yaşadığı bu tecrübe insanlığın yeryüzü tecrübesini başlatmış ve insanlık tarihi için bir milat olmuştur. Benzer bir milat Hz. Nuh’un yaşadığı tecrübede de söz konusudur. Hz. Nuh’un inkârcı toplum karşısında bir gemi yapmakla emrolunması ve kendisine inananlarla birlikte gemiye binmesi de bir çeşit hicrettir. Allah bununla ve akabinde gerçekleşen tufanla inkârcı topluluğu helak etmiş ve inananları kurtarmıştır. Putlar kıran Hz. İbrahim’in içinde yaşadığı müşrik toplumla ve iktidarla mücadelesi de bir hicret tecrübesi içerir. “Allah dostu” olan Hz. İbrahim, inancı uğruna babası da dâhil etrafındaki müşriklerle mücadele etmiş, ateşe atılmakla cezalandırılmak istenmiş ama Allah tarafından kurtarılmıştır. Benzer bir tecrübe Hz. Musa’nın hayatında da söz konusudur. O da içinde yaşadığı toplumda krala (Firavun’a) ve etrafındaki şirkin egemen olduğu sosyal ve siyasal yapıya karşı başkaldırmış çekinmeden hakkı ve hakikati temsil ve tebliğ etmiş ve sonunda Allah tarafından Mısır’dan kurtarılmıştır. Hz. Lut’un tecrübesinden de hatırlayacağımız gibi bu örnekleri artırmak mümkündür.

Peygamberlerin hicret tecrübelerinin hepsinde günah, zulüm, kaos ve şirk ortamının terk edilip hak ve hakikate dayalı bir yapının inşâsına/tesisine yönelik bir süreç görülmektedir. Bu süreçte yapılan hicret, ekonomik ya da sosyal ve siyasal refaha erişme amaçlı değil, Allah içindir, Allah’ın rızası amaçlıdır. Öncelikle kendi zihninde, kalbinde hakikate iman etmiş bireyin, her ferdin, her müminin hicretindeki asıl amaç da bu olmalıdır. Yani her mümin, hicreti öncelikle iç dünyasında gerçekleştirmeli, günahı, zulmü, münkeri terk edip hakka ve hakikate yönelmeli sonra da bu yapıyla içinde bulunduğu sosyal yapıda doğru ve omurgalı bir duruş sergilemeli ve gerektiğinde hicreti göze alabilmelidir.

Bir diğer dikkat çeken durum; İslam’ın bütün yeryüzünün Allah’ın arzı olduğu, bütün yeryüzünün mescid kılındığı vurgusu bağlamında hicretin melankolik bir vatan anlayışı yerine mümin bireyin inancını yaşama ve ifade etme hususunda özgür olduğu her yeri vatan edinmesi gerçeğidir. Başta Hz. Peygamber (s.a.v.) olmak üzere peygamberler hicret tecrübelerinde hicret ederek ayrıldıkları mekânlara yönelik melankolik bir beklenti ve geri dönüş özlemi içinde olmamışlardır. Hicret ederek hak ve hakikati yaşama ve ifade etme noktasında özgür oldukları yeni mekânları vatan edinmişlerdir. Örneğin Hz. Muhammed, hicret ettiği Yesrib’i (Medine’yi) merkez edinmiş ve fetih sonrasında bile Mekke’ye tekrar yerleşmeyi düşünmemiştir. Benzer şekilde Hz. Musa Mısır’a dönmeyi düşünmemiş, hicret ettiği mekânı merkez edinmiştir.

Görüldüğü gibi hicret, inanılan değerler uğruna yola çıkan mü’min bireyin/bireylerin hak ve hakikat yürüyüşünün bir parçasıdır. Peygamberlerin hayatında örneklerine sıkça rastlanan bu yürüyüş, bir yandan gerek bireysel gerekse toplumsal dönüşümü amaçlayan bir milat olarak tarihe geçerken diğer yandan kıyamete kadar her inanan kişi için evrensel birer model olmaktadır. Bu doğrultuda hicret tarihte olup bitmiş ve tarihin sayfalarında kalmış bir hadise değil, mü’minin hayatında daima canlı ve geçerli bir duruştur; Allah yolunda ortaya konan bir çabadır, îlâ-yı kelimetullahın tesisi mücadelesinde bir yürüyüştür.

Kur’an-ı Kerîm merkezli İslâm tebliğinin sebep olduğu hicret olayı, sonuç bakımından gurbet ortamında uhuvvet, vahdet, ümmet, devlet, medeniyet, saadet ve cennet yolculuğu anlamına gelir. Bu da hicretin hem İslâm dini ve sistemi hem de Müslüman bireylerin kimlik ve kişilikleri yönünden taşıdığı yapısal niteliği ve önemi ortaya koyar. Bir başka ifade ile tarihî anlamı içinde hicret, “İslâm’ın kurumlaşma ve iktidar yolculuğu” demektir. Asla bir “kaçış” değil, tam anlamıyla bir “arayış”, bir merkez arayışıdır.

Mekke ve Taif ’in İslâm’a merkez olma şansını kullanamamaları sonucunda eski adıyla Yesrib’in, Hz. Peygamber’in hicreti sonrasında hicret yurdu Medine’ye dönüştüğünü, adeta Yesrib’in de Medine’ye hicret ettiğini görmekteyiz. Artık İslâm, Medine merkezli bir medeniyet inşâ etme şansına kavuşmuş ve bunu gerçekleştirmiştir.

Elbette. Biliyorsunuz Mekke döneminde “Sizin dininiz size benim dinim bana” âyet-i kerimesinde ifadesini bulan diklenmeden dik durmak aşaması, tebliğ, sabır ve adem-i şiddet uygulaması olarak yaşanmıştı. Medine döneminde ise tebliğ, cihad/silahlı mücadele ve kuruluş aşamasına yani -tabiri caiz ise- bir tür “meydan okuma” merhalesine geçilmiştir. Bu gelişme hicretin sonucu olarak gerçekleşmiştir.

İslâm’ın özgün başkentine kavuşması, İslâm toplumunun/ümmetin vücut bulması, o günün dünya egemenlerinin devlet niteliği içinde İslâm’ın farkına varması hep hicretin sonucu ve getirileri olmuştur. Bu, İslâm medinesi ve medeniyetinin gözle görülür hale gelmesi demektir. Tarihî gerçek bu olunca hicret, “İslâm toplumunun kuruluş ve varlık yolculuğu” anlamına gelmektedir.

Allah Resûlü’nün Medine’ye hicretten sonra burada yeni bir toplum meydana getirebilmek için gerçekleştirdiği en önemli icraat, Mekke’den hicret eden muhacirler ile Medine’nin Müslüman Arapları arasında kardeşlik (muâhât) kurmasıdır2 . Bu kardeşlik hareketi öyle bir noktaya ulaşmıştır ki Hz. Peygamber’in Medine’de inanç merkezli olarak teşkil ettiği Müslüman topluluk, şehrin en güçlü ve organize unsuru haline gelmiştir. Böylece Medine ilk dârülislâm, bazı hadislerde “dârülhicre” veya “dârülmuhacirîn” diye de anılan hicret yurdu olmuştur.

Hz. Peygamber’in, Medine’de yaşayan insanların birbirleriyle olan ilişkilerinin doğal bir sonucu olan sosyal yapıyı bazı yasalarla düzenlemesi (Medine Sözleşmesi/Medine Anayasası), ülke sınırlarını tespit ettirmesi, nüfus sayımı yaptırması gibi hususlar sosyo-kültürel düzenlemelerin yanında siyasî bir oluşumu göstermektedir. Bu oluşum, hukukî ve siyasî anlamda kurumsallaşma ve daha da ötesinde bir devletin varlığını öngörmekteydi. Toplumsal yapının temel bir unsuru olan siyasî kurumun inşâsının ilk adımı da Medine’de tüm taraflar arasında yapılan yazılı antlaşma olan Medine Sözleşmesi ile atılmıştır.

Kur’an-ı Kerîm merkezli İslâm tebliğinin sebep olduğu hicret olayı, sonuç bakımından gurbet ortamında uhuvvet, vahdet, ümmet, devlet, medeniyet, saadet ve cennet yolculuğu anlamına gelir. Bu da hicretin hem İslâm dini ve sistemi hem de Müslüman bireylerin kimlik ve kişilikleri yönünden taşıdığı yapısal niteliği ve önemi ortaya koyar. Bir başka ifade ile tarihî anlamı içinde hicret, “İslâm’ın kurumlaşma ve iktidar yolculuğu” demektir. Asla bir “kaçış” değil, tam anlamıyla bir “arayış”, bir merkez arayışıdır.

Velhasıl HİCRET;

  • Kâfirlerin amellerinden Müslümanların amellerine,
  • Allah’ın emrettiklerini yapmak, yasakladıklarını terk etmek,
  • Sadece küfürden değil küfrün alametlerinden dahi uzaklaşmak,
  • Allah’ın yasakladıklarından uzaklaşmak,
  • Küfürden, zulümden uzaklaşıp İslam’ı bütünüyle yaşamak,
  • Tarihsel bir dönüşüme, olumlu bir değişime kapı aralanması,
  • Hicreti sadece yer değiştirmek değil, olumsuzlukları arkada bırakmak olarak algılamak,
  • Çaresizliği, tıkanmışlığı, kapana kısılmış ruh halini geride bırakmayı başarmak,
  • Müslümanlar arasındaki dostluğu, yakınlığı, kardeşliği pekiştirmek, kâfir ve münafıklara asla inanmamak ve onların iç yüzlerini ortaya koymak,
  • Her müminin, hicreti öncelikle iç dünyasında gerçekleştirmesi, günahı, zulmü, münkeri terk edip hakka ve hakikate yönelmesi sonra da bu yapıyla içinde bulunduğu sosyal yapıda doğru ve omurgalı bir duruş sergilemesi,
  • Bütün yeryüzünün Allah’ın arzı olduğu, bütün yeryüzünün mescid kılındığını idrak,
  • Gurbet ortamında uhuvvet, vahdet, ümmet, devlet, medeniyet, saadet ve cennet yolculuğu demektir.

 

Bu gün Müslümanların “Hicret” e ihtiyaçları vardır. Yaratana inancının yok edilmeye çalışıldığı, Tanrı kelimesine tahammül edemeyen ve inançsızlığı yeryüzüne yaymaya çalışan çok sayıda grubun varlığı aşikârdır.

Hicretin bu anlamda idraki ise; “DEĞİŞİM”, “DÖNÜŞÜM”, “GELİŞİM”, “BİLİŞİM” ‘e hicret demektir. Yeni Türkiye, Yeni Dünya düzeninde “GÜÇLÜ TÜRKİYE”,”YEK VÜCÜT MÜSLÜMAN TÜRK DÜNYASI”, “MÜSLÜMAN DEVLETLER BİRLİĞİ” artık zaruret olduğu gibi buna katkı sunmak için gayret etmek de her Müslümana vecibedir.

Hicreti göze alamayanlar, kardeşliği, paylaşmayı, yeni toplum inşasını başaramazlar. Yeni Türkiye’nin lideri Başkan Recep Tayyip ERDOĞAN bunun farkındadır. Bu değişim ve inşanın öncüsü sıfatıyla vargücüyle çalışıyor. Hz.Peygamberin sadık dostu gibi dostları olmasa bile yılmadan doğru bildiği yolda ilerliyor…

Hepinizi HİCRET’e davet ediyorum. Allah’a emanet olun.

Reklamlar