Muazzez YURDAKUL

“Türklere yapılan zulme politik “AF” olamaz!

İnsan olan insan soyuna yapılan zulmü unutmaz!

Soykırıma hukuksal geçerlilik süresi uygulanamaz!”

Yıllardan 1984 arifesindeyiz. Tarih sayfalarını olayları yaşayanların kaleme aldığı satırlarla anlatıyoruz. Tarih bilen kimlik sahibidir. Tarihini bilen akıllıdır.

Sofya eski oyununu yeniden sahneye koymaktadır. Bu defa zulmün dozu arttırılmış, iki milyona yakın Türk önce bir asimilasyon baskısından geçirilmiştir. Türklerin milli kimlikleri, dinleri, gelenekleri yok edilmek istenmiştir. Bunun için insanlar öldürülmüş, kamplara sürülmüştür. Sonuç: Sosyal faşist T. Jivkov’un dediği gibi olmayınca, yeni, acılı bir göçün kapıları açılmıştır.”    Zafer ATAY

Koşukavaklı öğretmen yazar şair olayların görgü tanığı olarak yazıyor:

1984 yılının sarı sıcakları ortalığı kızdırırken Kırcaali şehri yakınlarındaki Koşukavak kasabasının köylerine gece gece baskınlar yapılmaya başlandı. Acı silah sesleri gecenin karanlıklarını yırtıyordu. Havaya barut kokusu sinmişti. Sinirler koptu kopacak kadar gergindi. Bulgar komünistlerinin insan dinamiğinin kavrayamayacağı kadar küstahça hazırlanmış planı uygulanıyordu. Türk ahalisinin elinde bulunan az sayıdaki av silahlarını ve bazı görevlilerdeki tabancaları çabuk elden toplamışlardı. Elindeki ekmek bıçağından gayrı savunma gereci bulunmayan Türklerin oturduğu köy ve mahallelere gece, silahlı polis ve sivil Bulgarlar âni baskınlar düzenliyor, güç kullanarak, kapı pencere kırarak evlere giriyor, çoluk çocuk, kadın erkek, genç ihtiyar demeden bütün Türklerin adlarını döve döve Bulgar adlarıyla değiştiriyor, arkadan değerli eşya avına başlıyorlardı. Genç kız ve gelinlerin ırzına geçme olayları da sıklaşıyordu. Ahalinin telaşı gün gün artıyor, korkuya düşüyordu. Yirminci yüzyılın sonunda yaşayan insanoğlu için yüzkarası olan bu baskılar, en ilkel kurnazlıklarla yürütülüyordu. Resmen hiçbir şey ilan edilmiş değildi. Aşağı seviyelerdeki amir memur takımı Bulgarlar laf olsun gibilerden, hanesinde Pomak gelin bulunanların, yani Pomaklarla karışmış ailelerin adlarını gönüllü olarak değiştirdiklerini söylüyorlardı, o kadar. Yönetmen takımı halkla ilişkiye girmekten kaçınıyordu. Bunlar hep önceden düşünülmüş ve planlanmıştı. Ortalığa, gene komünistlerin adamlarınca çeşitli söylentiler yayılıyordu. Örneğin, sözde eldeki belgelere göre Falanca köyde karışık aile yokmuş. Bu yüzden onların adları değiştirilmeyecekmiş. Birkaç hafta falanca köye gerçekten saldırı düzenlenmiyor, etraf köylere saldırılar devam ediyordu. Bu yüzden falanca köy sakinleri “Beni ısırmayan yılan bin yaşasın” deyip, diğerlerinin telaş ve sıkıntılarına seyirci kalıyordu. Böylelikle, Türk halkının birleşip karşılık gösterme ve direnme girişimleri önlenmiş oluyordu. Aradan biraz daha zaman geçince, bşr bakmışsın, rahat rahat uyuyan Falanca köy basılıyor, Pomak olmamasına rağmen tümünün adları amansızca değiştiriliyor. Demek eski dünyanın, kendilerine “YENİ İNSAN” deyen komünistleri de “AYIR BUYUR” ilkesini çıkarları uğruna kullanıyorlardı.

Türk halkı bu baskılardan kurtulma çaresini, kadın erkek, çoluk çocuk, genç ihtiyar dağlara ormanlara kaçmakta arıyordu. İnsan ayağı basmadık bir karış dahi toprağı olmayan Bulgaristan’da bu biçim bir kaçışın bir yararı olmazdı ya, başkaca yol yoktu. Dağlarda ormanlarda sığınaklar yapıldı, mağaralar bulundu. Oralarda çocuklar doğdu, ihtiyarlar öldü, mezarlar kazıldı, gözyaşları döküldü. Yakalanıp dövülenler sakatlananlar oldu. Hastalara, yaralılara doktor yardımı verilmedi. Başlıca geçim kaynağı olan tütün ve yazlıklar tarlalarda kaldı. Ev hayvanlarının tümü başıboş salındı. Bulgarların aç gözlüleri istedikleri kadar hayvan tutup kesti, ya da uzağa aşırıp sonraya sakladı. Havalar soğudukça kaçanlar durumu trajediye dönüşüyordu. Önce yağmur, sonra kırağı, arkadan kar… Soğu dayanamayan hastalar, ihtiyarlar, çocuklar loğusalar… Hastalanan hastalanana… Ölen ölene…

Öte yandan, Bulgar komünistlerinin utanç verici baskınları hızlanmaya başlamıştı. 1984’ün Ağustos, ya da Eylül ayında Bulgaristan Dış İşleri Bakanı Petır Mladenov Türkiye’yi ziyaret etti. Bu ziyaret Bulgaristan Türklerini iyice umutlandırdı. Evren Paşa, ya da Turgut Özal Mladenov’u sert bir dille uyarmak için çağırdığını sandık. Aldandık, çünkü bu ziyarete dair pek bir şey yayınlanmadı. Her zamanki gibi umduğumuz dağlara kar yağıyordu. Biz bir kere terk edilmiştik. Bu, kendi yağınızla kavrulun kavrulabilirseniz; kavrulamazsanız kaderinize küsün demekti. Elinde silahı olmayan iki buçuk milyon Türk, Varşova Paktı’nın güçlü ordusuna karşı kendi imkânlarıyla ıstırap çekmeliydi. Onun acısını paylaşmak isteyen yoktu. Allah yardımcımız olsundu.

Bu arada dolay köylerde, baskınlar sonucunda korkunç olaylar baş gösterdi. Birkaçını anmanın yararlı olacağını sanıyorum.

Koşukavak ve Ortaköy arasında bulunan Akçaalan köyünden Hamide adında bir kadın, gece pencereden evine girmek isteyen saldırganlardan birine balta ile saldırdı diye, kelimelerle anlatılması güç bir gaddarlıkla öldürüldü, altı aylık torunu da ayakaltında ezilerek öldürüldü. Kadın, yatırıldığı hastanede ilk yardım bile görmeden kendi haline bırakıldı. Daha sonra Kırcaali’nin Rus Hastalıkları bölümüne değiştirildi. Bir süre sonra da durumunun anormal olduğuna bakılmayarak, on dokuz yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Bulgar yargıcına göre, kadının suçu: devletin görevli memurunu öldürmek teşebbüsü: bana göre ise, Türk oluşu, Türk kalmak isteyişi, bu amaçla, evine gece girmek isteyen kişiye karşı mukavemet göstermesidir.

Dünyanın her köşesinde, her ülkede yaşayan herkesin kendini koruma, müdafaa hakkı vardır, yalnız Bulgaristan Türkünün buna hakkı yoktur.

Akaalanlı Hamide kadın benim bu yazımı yazdığım 1997 yılında halen cezaevindeydi.

Doksan iki yaşında bir nine (adını ve köyünü vermeyince, olaydan az sonra BELENE ÖLÜM KAMPI’na, oradan da sürgüne gönderildi) asını değiştirmek istemediği için, avuçlarından evinin bahçesindeki ağaca çakıldı. Canavarlaşmış Bulgar komünistleri oradan ayrılmadan önce kadının göğsüne “Adını değiştirmek istemeyenlerin akıbeti budur” yazılı bir kağıt yapıştırmışlar. (Bu olayı Belene’den döndükten sonra iyice öğrenecektim, sürgüne gönderildim. Sürgünden döndükten sonra incelemek istedim. Koşukavak kasabasından dışarı çıkmama yasaklandı. Bir kez çıkmayı denedim, daha üç kilometre ayrılmadan küçük kızımla ikimizi geriye çevirdiler. Böylece, olayın ve daha başka olayların yerini, insanların adlarını öğrenemedim gitti, çünkü yasaklık kalkmadan sınır dışı edildim. Bu yüzden olayları ayrıntısız yazıyorum.

Koşukavak hastanesinde doğum yapan bir gelin, çocuğuna Bulgar adı verilmek istenince “Ben Bulgar doğurmadım!” diyerek çocuğunu boğdu. Halen cezaevindedir.

Koşukavak’ın Kırağılıdere köyünde Uzun Hasan bir adamın iki oğlu, polisleri gece vakti evlerine sokmamak isterlerken kurşunlandılar. Birinin bir böbreği tahrip edilmiş, diğeri kan kaybından şuurunu kaybetmiş. Kısa süre tedaviden sonra alelacele yargılandılar. Biri on beş, öteki 16 yıl ağır hapis cezasına lâyık görüldü. Oğullarının haksız yere mahkûm edildiğini iddia eden baba da – Uzun Hasan – bir buçuk yıl hapse mah küm edildi.

Adları değiştirilince akli dengesi bozulanların üzüntüye, vesveseye, korkuya, kapılanların ve sonuç olarak da intihar edenlerin sayısı her geçen günle artıyordu. Orada burada beliren mukavemet hareketi direniş sonuçları çok çok cılızdı. Toplu ve örgütlendirilmiş mukavemete ihtiyaç vardı. Ama bu çok güçtü. Dağınık mahallerden insanları toplamak bu sıkıyönetim günlerinde çok güç bir şeydi. Üzülerek itiraf etmek gerek ki, Türk halkı teşkilatlı bir savaşa hazırlanmış değildi.  Kime karşı, nasıl, nice, neyle ve niçin savaşacağı gereğince açıklık kazanmış değildi. Ulusal bilinçlenme çağı henüz sona ermemişti. Devletin, bütün araç ve gereçlerle, her yerde ve her zaman yürüttüğü ateizm, yani dinsizleştirme propagandası (sadece Türklerle meskûn şehirlerde ATEİST kulüpleri açmışlardı)  yıkıcı rolünü oynamış dini yıllar önce yakınlaştırıcı, birleştirici, beraberleştirici ve örgütleyici bir unsur olmaktan çıkmıştı. Aslında insanlar, dinsizleşme yolunun yolcusu olmaya hazırlanıyorlardı.

Yeni konumuz “Yasaklar….Yasaklar.”

Reklamlar