Muazzez YURDAKUL

 

Dünyanın derdi, geçim derdi mi?. Zengin devletlerde işsizlik sorunu sosyal fonlardan idare ediliyor. Bulgaristan gibi, fakir ülkelerde durum farklıdır. Böyle olanaklar sınırlıdır. Emekliliğe bel bağlayanlar büyük şehirleri terk etmek zorundadır. Yaşlıların tarım kesiminde yapabileceği pek bir şey kalmamış. Kentleşme bugün de ana akımdır. 2050’de dünyanın % 80’i şehirlere toplanacak. Sıfırdan başlayıp yeni bir hayat kurmaya yalnız iyi niyet yetmiyor.

Acaba mesele yalnız ekmek mi?

 

Dünya aç kalabilir mi?

Kışın uzun ve ağır olacağı yıllarda bizim meşeler 5-6 defa daha fazla pelit üretir. Sincaplar, kuşlar, bayır domuzları ve başka canlılar kar altında açlıktan ölmesinler diye olabilir mi?! Evet, desem, öyleyse söyleyin rasathaneyi kapatsınlar, kışın nasıl olacağını pelitleri sayarak söyleyiversinler, diyeceğinizi biliyorum. Ben bir öğretmenim ve doğanın henüz açıklanıp kitaba dökülmemiş iç yasaları olduğuna inanıyorum. Sizden de aynı şeyi istemek hakkım mı bilmiyorum.

 

Hayatı yaşatma yasaları bakımından birbirinden farklı olan doğa ile toplum.

Derin bunalım dönemlerinde, yani Birinci ve İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında Japonya’da üniversite bitiren gençleri devlet köylerine geri gönderiyor ve atalarının, yaptığı işleri, onların üretimlerini sürdürmelerini zorunlu kılıyordu. Amerika’ya gidip bol para kazanmak heveslilerine, ancak 10 yıl köyünde çalıştıktan sonra pasaport veriliyordu.

1989 öncesi bizde mahsulü üniversite öğrencileri ve asker topluyordu. TC.’de her yıl milyonca ağaç diken gönüllüler saygıya değer. Kendini güvenceye alarak hayatı yaşatma yasası doğanın içinde yaratılıştan varken, toplum bu işin mekanizmalarını bulmak ve geliştirmek zorundadır.

 

 Bu sorular çok yazılıp çizilmeye başladı ve ufuktaki çözüm.

Kuzey Afrika çeltik ve tahıl ovalarındaki köle emeğinden beslenen Roma İmparatorluğu toplum sosyal açıdan parçalandığında çöküşünü durduramadı. Bir yanda, toprağını kaybetmiş, işinden olmuş yoksul, sayısız sefil yığıldı. Öte yanda ise, doymak bilmez oligarşi (çok zengin tabaka) sefa sürdü. Roma m. ö. 395 yılında çöktü. O gün bu gün 2 bin yıldan beri dünyada bazı şeyler pek fazla değişmedi.

 

Aynı tabloyu bugün de görüyoruz.

Neo (yeni) liberaller ile onlara perde (cephe ve ya maske) olan demokrasi dünyası yok oluyor.

Hak ve Özgürlükler Partisi (HÖH-DPS) neo-liberallere yamandı. Neo – liberalizmin günümüze dayattığı formül 1 zengin 100 000 fakir formolüdür. Bu kölelik, toprak ağılığı (feodalizm) ve sermayenin ilk birikim çağı olan kapitalizmden çok daha büyük bir vahşettir.

Roma İmparatorlarından Sezar yoksullar partisi lideriydi. Yani şimdi Bulgaristan’da “Ataka” şefi Volen Siderov ve  “Sansürsüz Bulgaristan” lideri Nikolay Barekov olduğu gibi.

Sezar darphaneyi (birkaç zenginin elinde olan para kesme merkezini) devletleştirme istediğinde kellesi gitti. Üç Yahudi şirketinin elinde olan US Dolar kesme merkezini devletleştirmek isteyen R. Kennedy de Dalasta tek kurşunla gitti.

Bizde oligarşi deyince, Ahmet Doğan, Lütfü Mestan, Plamen Oreşarski, Boyko Borisov, Rumen Ovçarov akla gelir. Sezar bugün yaşasaydı, Sofya meclisinde bitmez kavga konusu olan bazı yasaları hemen çıkarırdı. Ve bunu yaptı diye onu bugün de hemen öldürürlerdi. Çünkü toplumun kaymağı olan doymaz toklar (oligarşi) herkesin her şeyine el koymak istiyor. Harcını ödeyemeyenler hapistedir. Parayı basan uyuşturucu patronları girip çıktı. Soyulan D-r Tabakov Varna zindanında gün sayıp çürüyor.

 

2 000 yılda sanki değişen bir şey yok:

Roma, açların karnını tok tutmak için dış ülkelerde “özgürlük” ve “demokrasi” savundu. Ötekileri soymak, buğdaylarını çalmak için açılan savaşlara vesile olan hep sözüm olan çiğnenen “özgürlükler” veya olmayan “demokrasi”ydi.

Tunus merkezli Karta gen İmparatorluğunu buğday için yiyip bitirdi. Ve kendi özgürlüğünü ve diğerlerin demokratik haklarını savunurken büyüklük bakımından Timur Hanlığından ve Osmanlı imparatorluklarından sonra üçüncü Cihan İmparatorluğu oldu.

Roma boyunduruğuna giren devletlerin iki statüsü vardı:

 

1)      Foedera aequa – egemenliği şeklen korunan devletler.

2)      Foedera iniqua – egemenliğini yitiren devletler.

 

Günümüzle karşılaştırdığımızda tam şimdiki AB ve NATO üyeleri ve üye olmayan devletlerde olduğu gibidir. Üyeliğe heveslenen ve “turuncu devrim” yapan Ukrayna AB ve NATO’nun lütfünü beklerken, Putin, Kırım’da emekli maaşlarına yüzde yüz zam yaparak kantarın topuzunu kendinden yana çekti.

Sezar, Roma meydanında bıçaklanmazdan önce, yoksul ve sefillere çok para vaat etmişti. Bu iki tablo arasındaki zaman farkı 2300 yıl olsa da, isim ve simalardan başka farklı olan bir şey görebildiniz mi?

 

Yoksulların adı değişiyor ama ceplerine giren yok.

Batı ülkelerinde işçilere, Marks zamanında, “proleter”(emeğini satanlar yani işçiler) dendi. Şimdi “proleter” in yerini “precarious” alıyor. Anlamı kendisine güvenilmeyen, risk taşıyan, şüpheli insanlardır. Bizden giden 2.5 milyon henüz bu kategoriye alınmadı, çünkü artı değerin sosyal alanda yeniden paylaşılmasından henüz kendilerine pay istemiyorlar. İki hafta önce Sofya’ya gelen AB Parlamentosu Neo-liberaller Grup Başkanı, “25 bini Romanya’dan, 10 bini de Bulgaristanlı Çingene”nin Düseldorf’a toplandığını ve çalışmadan, yalnız sosyal yardımla yaşamak istediklerini bildirirken, “NEİN!” dedi. Neden olmuyormuş? Çünkü kepçe AB sosyal kazanına girecek.

 

Kendisine güvenilmeyen, risk taşıyan, şüpheliler.

“Precarious”un tahsili, diploması, sertifikası her şeyi var. Bunlar mürekkep yaşamış insanlar. Okumuş olmaları iş bulmalarına yetmiyor. Aralarında yetkinlik sertifikası alma salgınına kapılmış olanlar da var, ama işsiz. Kursa gidip, istenen mesleği hemen öğrense bile, yeni mesleklerin ömrü artık en fazla 3–5 yıldır. 3 adet doktora tezli işsizler var. Diyelim ki, Sofya Teknik Üniversiten programcı çıktınız. Ama artık program yapan programlar var. Bugünün programcılarının birkaç yıl sonra masajcı, kuaför ya da yoga kursunda rastlarsanız şaşırmayın.

Bir özellik de şu, bu insanlar kendilerine güveniyor, bu işi yapmaya hazırlanmış ama mesleğin raf ömrü dolmuş. Bu kategorinin tepkisi, protestoları çok şiddetli olmaya başladı. Örneğin, TC.’de atama bekleyen 30 bin öğretmenin feryadı gibi…

 

Yarını olan meslek var mı?

Yere sağlam basmak ve hiç olmadı önümüzdeki birkaç yıl için şimdilik ayağım yerde deyebilen yüksek öğrenimli meslek sahipleri arasında doktor ve inşaat mühendislerinden başkasını göremez olduk. Öğretmenler bile dersi tahtaya dönmeden vermeye başladı. Ressamlar programlı çizdiğine göre, yaratıcılık bitti mi ne? Aşçılar da yemekleri günün programına göre yapıyor, bir gram şaşırma, özel misafire sosundan adasından güzellik yapma hakları yok. Doğuşun ve ölümün vatanı sanki Hindistan’dır. Vaktiyle dokuma tezgâhını herkesten önce icat etmişlerdi. Şimdi köylü çocukları programcılık öğrenirken parasız pulsuz olduklarından, bilgisayar klavyesini kartona çizmişler işi birkaç ayda kapıyorlar. Önemli olan iş tekniği öğrenmek değil mi? Sonra ne olacak! Bizim Çingene gençler asker olmak istiyor. Roger yevmiyesi 100 US Dolar. Garantili, ölecek mi öldürecek mi, onlar için pek önemli değil, bu işin içinde artık vatan sevgisi, davaya bağlılık, Türklük, Çingenelik, ideoloji falan da kalmadığından, Fransız lejyonlarına katılanlar mı istersin, Afrika’ya gidenler mi!

2013 / 2014  protestocuları yumurta atmak ve yumruk sallamakla geçindiler. Dünya o kadar değişti ki, açım, fakirim, işsizim, vergimi ödeyemedim diye ah vah edenler, bir bakmışsın hapse düşmüş, 30 bin leva kefaletle çıkıp yumruk sıkmaya devam ediyor.

Balkanlar’da işçi sınıfı İngiltere’den 150 sene sonra oluştu. Şu kendisine güvenilmeyen, risk taşıyan, şüphelilerse bizde yağmurdan sonra mantar gibi çıktı. İş ve İşçi Bulma Kurumunda kuyruğa girmeden, meydanlara bittiler. Baştanbaşa bir protesto yılıydı 2013. Sözün özü şudur: Çağlar, devirler değişiyor, ama mevcut durumun (statükonun) mezar kazıcısı – elleri nasırlı ya da eldivenli ama özde hep aynı güçtür. Bizde kötü olan, köylülerin bastona sarılması ve işçilerin de yurttan kaçması oldu. İşe yaramayanlarsa boş kalan meydanlara doldu.

 

Şunu da ekleyelim: Bu defa güncel durumu eski Roma ile karşılaştırmalı anlatırken, benzerlik noktaları arasında en belirgin olana işaret etmek istiyorum: Duymak bilmez, talanı bitmez oligarşi o zaman olduğu gibi şimdi de orta direk benim diyor. Bizde öyle bir oligarşi oluştu ki, her gün biraz daha devlete, hem de biraz daha kendine benziyor. Başka bir değişle, kendini devlet sanıyor. Başbakana genel müdür gözüyle bakıyor.

Şu Kırım’ın referandumla Moskova’ya bağlanmasından sonra sesi hemen çıkan Başkan Obama, Rus ve Ukraynalı milyar dolar sahipleri listesini açıkladı. Cezalandırılmalarını istedi. Banka hesaplarını dondurdu.

Roma İmparatorluğu’nda diktatör L. K. Sulla (m.s. 179) da birkaç kez zenginler listesi yayınlamıştı. O zaman hırsızlık elle yapıldığından, bazılarının bilekler kesildi.

Ne yazık ki, oligarşinin nasıl çaldığı bilinmediğinden, cezalar hafifletildi.

Bizimde yeni Sula rolüne soyunan çiçeği burnunda lider Barekov, geçen hafta “Temiz Eller Yasası” nı meclise sundu. Sofya’ya ökçesi çatlak ayakkabıyla gelip bugün korumalı saraylı oligarşi kopyaları için bu yasa önerisinde, ağırlaştırılmış hapis cezası veya idam cezası ön görülmüyor. Çocukluğu Filibe’de geçen Barekov’un kulağına “başkasına kuyu kazan, içine kendi düşer” şakamız çalmış olabilir. Bir Bulgar atasözü “Karga Karganın Gözünü Çıkarmaz” der de, bunun “Kör Karga Yoktur!” dan başka, bir de “Zenginler Kardeştir!” gibi bir modern anlamı da olabilir mi? Oligarşi Locasını kurmuşsa, zenginler paçayı kurtarmıştır. Postu İsviçre’ye atanlar arasından bir grup eski kodaman geçen yıl 3.7 milyon Frank faiz almış,  çalıp sakladıkları para 2 milyar İsviçre Frankı imiş. Fuzuli işler için 100-er bin Frank’çık paylaşmışlar…çok mu, az mı bilmiyorum!… Kiraz kiraza bakarak kızarsa da, Düseldorf’ta bizim Çingenelere ayda 1.500 Euro’cuk verilmesine arka olan olmadı. Oysa İsviçre ile Almanya komşudur. İsviçre Bankaları’nda faizcik yumurtlayan Franklar Tüm Bulgar Halkının, bu arada sosyal yardım bekleyen etekleri ve kucakları çocuklu Çingene kadınlarının paracığı daolsa, “Zenginden komşu olmaz” diyenler, haklıymış.

 

Olaylara, kişiselden çıkıp, bir de uluslar arası açıdan bakalım:

Yeni durumda uluslar arası politikada zenginlerin daha da zengin olmaları ya da yukarıda işaret ettiğimiz üzere, Roma’nın sözüm ona  “açları beslemek için” ötekilerin özgürlük ve demokratik hakları uğruna savaştıkça savaşması açısından, yeni tablo şöyledir.

O zamanlar tahıl ambarı Kuzey Afrika ve baş düşman Karta gen İmparatorluğu idi. Amerika için günümüzün Karta gen’i Rusya’dır.

 

Yakın tarihlerde Avrupa’nın buğday ambarları üstüne şöyle denmiştir: Osmanlı Tarihini yaşmazdan önce 17 yıl İstanbul’da kalan ve 10 ciltlik Osmanlı Tarihi yazan büyük deha Hammer: “Ege 100 milyon insan besleyebilir!” diye yazdı. Sonra Ukrayna stepleri “Bütün Avrupa’yı besleyebilir,” dendi.

35 yıldır hırpalamaya çalışılan ülke Türkiye’dir. Ukrayna’nın başına geçirilen çuvalı görüyorsunuz? Yoruma gerek yok görüşündeyim…  Mesele hep o eski buğday sorunu…

 

Bundan 30 yıl öncesine kadar devlet sınırları dokunulmazdı. Yugoslavya, Afganistan, Irak, Suriye savaşlarından sonra ve Kırımın Ukrayna’dan koparılmasıyla oyun kabalaştı.

Sanki gerçek Ukrayna dramı “Maydan”da bitmedi, yeni dekor şimdi yapılıyor.

 

Fakirlerle zenginleri konu eden bu büyük kavgada Bulgaristan henüz alev almadı.

Ukrayna’daki 1 milyon Bulgar etnik azınlığı, Kırım Türkleri “Bulgar”dır gibi konularda kendi kendine gelin güveyi oluyor. Şu bakış açısı değişmezse, hiçbir şey değişmez deyenler tamamen haklıdır. İspanya boğaları güreşirken iyice yorulduklarında mavi rengi de kırmızı görüp her gördüğüne saldırmaya başlıyor. Bizimki de öyle bir şey işte…

Tarihin bizim için de geçerli olan bir kuralı var: Yoksullar çok fazla sefilleştiklerinde ve zenginler de fazlasıyla palazlandığında,  zaman savaş zamanıdır. Bu Roma zamanında böyleymiş de, şimdi dönüşümler zamanıdır, diyoruz. Bu kuralın, birinci olasılıkta geçerli olmasını istemiyorum. Ben istemesem de, 20 bin sıra askeri olan ülkemde, 500 000 işsiz, ordu olmuş, sıra dizmiş emir bekliyor. Oligarşi saraylara gizlenmiş ve korumalarına güveniyor. Her gün ve her saat halkı yeni yalanlarla oyalayan çark dönmeye devam ediyor.

 

Somutlaşırsak, bu ortamda Bulgaristan’da iki tip insan görüyoruz:

Bir, kendisine, kendi dilimizle halkımız dediğimiz, ekip biçenler, işte şimdi tütün ocaklarını ekerken, geçen sene tütünü satamadık, bu sene Allah verir de çok olursa, her taraf dolu, nereye arasız, derdine derman bulamayanlar. Bu grupta büyük bir gelişme var. Tütünleri Sofya’ya getirip parlamento önüne indirip tütünle birlikte kendilerini de yakacaklarmış.

Bu işi protestodan sayamayız, çünkü yanıp gidenler protestocular listesinden siliniyor. Geçen sene 28 kişi kendini yaktı. Biri de Varna’da “Asparuh” köprüsünden atladı ve telef oldu, o da cetvelde yok. Çaresizlerin kendilerini yakması bir şey değiştirmiyor, çünkü meclis bu olaylardan ne gibi ders alınması gerektiği konusunda hala tartışmaya devam ediyor.

Biz de devam edersek, bu grubun işi asla bitmiyor, inekler, koyunlar, bağlar bahçeler, gübre çıkarmak, ağaçların bellerini kireçlemek, kazmak, çapalamak, sulamak hep onları bekliyor. Bizim toplum her gün parasız iş üretiyor. İnsanımız bankalara da borçlandığı için kımıldamaya takati kalmamış durumda olanların ordusu girmek zorunda kalmış.

Bir gün birine, ya şu Müslümanlara yapmadığımız kalmadı, ama yine de İslam’a bir şey olmadı. Bana bunu bir açıklar mısın?, diye sordum ve şu cevabı aldım:

“İngilizlerin golf çayırlarını düşün. Her gün biçilir, koyunlar üzerinde gezer. Bir arpa boyu uzayıp tohum bağlayamaz da, sıklaşır ve yeşerdikçe yeşerir. Sebebi kökten kardeşleşmelerindedir. İslam da öyle, aile dinidir. Anlatabildim mi?

 

Anlatmaya çalıştığım birinci tip insanda, Türkleri, Pomakları ve Çingeneleri ararken, 100 000 kişide bir zengin (çoban) formülüne dönersek, işi çözeriz. Bizim çobanımız Ahmet Doğan ile Lüfü Mestan’dır. Başka hiç kimse beş para sahibi olmasa, iş yine değişmez. Aç mezarı yok.  Gerekirse hepsini pasta ile besleriz. Önemli olan 25 Mayısta oy garantisi olsun!

HÖH seçmeni olarak son seçimde (12 Mayıs 2013) 250 bin azalmışız. O da önemli değil. Zaten 1990’dan beri 9 milyonken 3 milyona doğru azalıyoruz. Kimse neden azaldığımızın sırrını bulamadı. 2050’de 150 aileden yalnız % 5’inin çocuğu olacakmış. Rakamlar doğrudur. Sebep açlık falan değil. Yediğimiz içtiğimiz erkeklerin erkekliğini ve kadınların kadınlığını etkilediğinden artık çiftleşemez duruma geliyormuşuz… Demek istediğimiz Çingeneler bile artık cankurtaran simidi olamayacak.

 

Biz fakirler, yoksullaşarak sefilleşen, yoksulluk çizgisinin hep altında olmak zorundayız. Biz yalnız değiliz, koskocaman Afrika bizimledir. Amerika’da yeraltı istasyonlarında yaşayanlar hep bizimledir. İngiltere’de durum farklıdır. Orada çalışmadan yaşama bir gelenek olmuş,  biz soğan saksam ekmeden yapamayız vs.

Şu sefiller, bitkin, yaralı ama yaşamak isteyen kesimdir. Büyük ve küçük politikaya, büyük ve küçük işlere bir oyla katkıda bulunsam diye yanıp tutuşuyorlar. Onlar, her gün üç öğün bedava yemek yeseler bile hiçbir şeyin değişmeyeceğinin henüz farkına varamadılar ama olsun!

 

İkinci grup, kendini elit olarak tanıtır ama birinci grup olmadan yapamaz.

Zenginler, hayatı kulaktan dolma, gazeteden kitaptan öğrenen kesimdir. En önemli problemleri saçlarının şekli, tırnaklarının boyası, taktığı gözlük, saat ve taşıdığı tükenmez gibi aksesuarların markası, süt iyen numarası, yürüme şekli, oturma biçimi, el hareketleri, konuşurken vurgulama, yüksek sesle konuşmamaktır. Bunlar kurbağalar gibi üzerlerine basmadan cırtlamayan tiplerdir. Televizyonda, bazı pahalı lokantalarda, mecliste kıvranarak dolaşan, elbiseleri yün ipek, kravatları has ipek tiplerdir. Tavuk yumurtayı yumurtlamadan, kuluçka tavuğun altından horoz mu yoksa tavuk mu çıkacağı önceden asla bilinmese de, onlar her zaman ve her yerde her şeyi bilen kişilerdir. Bildiklerindense hiç kimseye hiçbir yerde ve hiçbir şekilde faydası yoktur.

Şöyle bir gerçek var, hayat kitaptan öğrenilemez, iş ustasından öğrenilir. Toprağı kokusundan okuyamayan bir kişiden, beş diploması bile olsa, yine de tarım mühendisi olmaz. Baharın milyarlarca bitkiyi ve canlıyı dünya yüzüne çağırmasının kitabı yok ki… İneğin muğulamasından, eşeğin anırmasından, kuzunun melemesinden ne istediğini anlamaya kulak lazım. Bu seslerin kitaplarda kamer tonu yok. Bundan dolayı zenginlerin fakirleri ve yoksulların da para babalarını anlamasına yol yoktur.

Reklamlar