Etnikler sorunu başlangıç

Tarih: 24 03 2018

Yazan: Celal Faik

 

İnsanlar yaşamadıkları acıyı anlatamaz. Çocukların hepsi bir ana evladıdır. Hiç biri doğmazdan önce anasının kim, hangi soy, boy, kavim, etnik ve milletten olduğunu bilemez. İnsan kimliğini anadili, baba dili, vatan dilinden, ibadet ve dinlerden, şu gizem kutusu dünyada yalnız yaşamaktan veya cennet veya cehennemde kaybolma korkusundan önce belirleyen, ana-baba, ana-soy, ana-etnik boy ve ana-ulus ilişkisidir. Annenin toplum içinde bir halk bireyi olarak yeri de belirleyicidir.

Fikirlerin doğru anlaşılması için, iş içe yaşadığımız Bulgarlarla bu konuda aynı kategoriden olduğumuza vurgu yapmak istiyorum. Bizde, doğan çocuğun kaydı, Bulgar ana babadansa, Bulgar soyuna, Türk ana-babadansa, Türk soruna yazılır. Anası Türk, Babası Bulgar ise, İslam hukukuna ve Müslüman geleneklerine göre, babanın İslam’ı kabul etmesi ve çocuğun da Müslüman yani Türk olarak kaydedilmesi zorunludur. Ne ki, Biz Bulgaristanlı Türklerin gelenek bağlarımızda, dini  inançlarımızda ve 1934’te Şeriat’tan kaynaklanan hukuk düzenimiz bozulunca kimliği belirsiz kişiler, 1944’ten sonra İslam baskı altına alınarak dinsiz bir tabaka yetiştirilince, 1957’de anadilde okullarımızın kapısına kilit vurulunca da anadili unutturulan bir zümre olarak biçimlenmeye başlandık. Ulus ve halk kimliğimiz bir yana Etnik kimliğimiz de dalsız budaksız, çiçek açamayıp öksüz kaldı. Bir gözlem olarak yazıyorum, ağaçların hepsi ağaç olsa da her ağacın değişik nedenlerle birbiriyle tozlaşamadığı için, sanki insanların hepsi de birbiriyle tozlaşmasınlar diye farklı yaratılmışlar ve ne parçalanmaları ne de birleşmeleri biten bir girdabın içine atılmışlardır.

Bütün insanların  ortak adı olan İNSAN, İNSANLIK, İNSAN TOPLUMU, İNSAN DÜNYASI, İNSANLIĞIN GEÇMİŞİ VE GELECEĞİ gibi hepimizi kucaklayan kavramları ortaklığını, özünden kıymık vermez bütünlüğünü  parçalamada kullanılan, Almancadan gelen, adına “etnos” denen (etnik olan) takoz’ dur. Bulgaristan Türkçe lehçelerinde takoza kama ya da sil denir. Taş ve odunu parçalamada kullanılır. Örneğin mermerlerin damarları olur ve kama damara vurulunca bir bütün olan mermer kütle aynı yerden çatlar ve parçalanır. Bu insan topluluklarında böyledir. İnsan topluluklarını parçalamak için kama vurulan nokta soyların konuştukları dillerdeki farklı özellikler, inançlarda ve yaşam tarzına yerleşmiş bazı detaylar, sanata ve kültüre yansımış bazı renklerdir.

Etnik, daha fazla halk, milliyet ve hatta kavim anlamında da kullansa da, bir topluluk anlamı da taşıdığından dolayı, kavimden, milletten ve halk önce gelenleri toplayıcı, birleştiren anlamı da taşır.  İnsanların etnik kimliğiyle uğraşan, bu konuyu araştıran bilim dalına etnoloji, uzmanlarına da etnolog denir. İnsanı irdeleyen bu bilim, değişik insan grupları arasındaki kültürel ve sosyal farklılıkları gün ışığına çıkarır. Çalışmalar derinleştikçe incelemeler etnik genlerin tanımından, yaşam tarzı özelliklerine kadar inmiştir ki, Naziler “arı kan” arayışlarında insanları “alt” ve “üst” tabakaya ayırarak, işi, etniklerine bakmaksızın, ikinci gruptan olanların hepsi yakıp yok etmeye kadar uzatmışlardır.

Tarihte her dönemde iki yön birden, paralele gelişmiştir. Tek dil konuşulan Babil devletinde, her etnik kendi dilini konuşsa ve sevdiği gibi yaşasa insanlık daha mutlu olacak sonucuna varılınca, birbirinin omzuna basarak gökyüzüne uzananlara, dağılın ve istediğiniz gibi yaşayın denmiş. Böylece dünyada sayısız dil, sayısı bilinmeyecek kadar çok, birbirinden çok farklı yaşam tarzı, soy, boy, kavim, etnik, millet, halk vs oluşmuş ve oluşuyor.

Bu kadar çok çeşitliliği fazla bulanlar ise işleri yeniden toparlayıp tek yönlü yola sokmaya çalışmışlar. Babil’’in bir günlük kuş uçuşu ötesinde yaşayan Yahudiler, anası Yahudi olan Yahudi milletindendir derken, Hazar Türkleri “anası belirleyici olamaz, milli kimlik için önemli olan babasıdır, demiş her kadın tüm erkeklerindir” teorisini geliştirmişler. İslam’ın gelmesiyle “dört kadınlı aile düzeni” kurulurken, etnik olanın belirleyici rolü yitirilmiş ve etnik kimliğin yeni dini mozaik olan “ümmet” anlayışı yerleşirken, bu bütünlük ve dinsel farklıklar damarından çatlatılmıştır. İnsanın son devlet tipi olan tek uluslu, tek dilli, tek etnikli ve tek kültürlü devlet, birleşmeyenleri bütünleştirmeye çalışırken çöküş eğilimi ağırlıklı öncülük kazanınca, insan kimliğine ilişkin tüm teorileri reddeden ve yepyeni bir anlayış getiren “jender” kuramı gündem oldu. Bu defa da umut dişini kıran, her meyvelerin farklı mevsimde olgunlaştığı gerçeği oldu. Aile düzeni dağılan, soyağaçları çizmekten vazgeçen, atalarının kabrine çiçek taşımaktan vazgeçen “yeni insan” tüm farklılıkları olumsuzlarken, sanki herkesin kimliğinin tek ifadesi olarak Arap harfleriyle ifade edilen bir farklılık ve kimlik anlayışını kabullenmeye hazırlanıyor. Bu anlayışa isyan edenler, “her baharat her çorbaya” katılmaz deseler de, erkeklerin aşçılığını ve leventlerin garsonluğunu kabul eden insanların, kazandan yemekten vazgeçtiği gibi, bu konuda da eski tasavvuru el ucuyla kenara itmeye hazırlanmak zorunda kalacağı inancı üstünlük sağlayabilir.

Kuşkusuz bu konuda en ağır değişen dinsel görüşlerdir. Dine “dogma” demek en kolaydır.

Bu, kedinin erişemediği et için “mundar” dediği gibi bir şeydir. Din havadaki rüzgâr gibi, insan ruhunda deniz gibi dalgalanarak yaşayan bir iman olduğundan dolayı, elle tutulması imkânsız olduğu gibi, onsuz olmak da, onunla yaşamak kadar zordur. Düzenli yaşamanın bir gereği olan dinlerin sayısını bilmediğimizden ve dinle gelen dünya görüşünün  temel dinamitlerinden bazılarına işaret ederek, etnik kavramında gizlenen birbirini tamamlayan farklılıkların birliği açısından İslam Dini’nin hayatla uyum sağlama diyalektiğine kısaca işaret etmek istiyorum.

Etnik ve etnikler konusunda insanlık tarihinde en önemli belge, Hz. Muhammet tarafından 622’de derlenen Medine Sözleşmesidir. Siyasi tarihin daha başında temel atıcı nitelikli bu sözleşmede, ayrı dinlere mensup kimselerin İslami idare altında hakları tayin eden temel ilke, Medine medeniyetinin idaresi için hazırlanmıştır. Bu yapılanmada, etnik  olan duvar dolgusu değil her biri birer köşe taşıdır.. Medine Müslümanları, “diğer dinlere mensup halklarla bir arada barış ve dostluk içinde yaşayacak bir sözleşmenin yapılanması böyle oldu.  Müslüman, Yahudi ve Pagan etnik ve milletlerinin, tüm toplulukların “ümmet” adı altında eşit insan hakları, adalet düzeni, insan kardeşliğin yer alma hakları ve sorumlulukları  böyle bina edilmiştir.

Müslümanlığın Osmanlı devletiyle yayılmasıyla Hıristiyanlık ve Hıristiyan etniklerle yüzlenilmiştir. Müslümanlar Hıristiyanların yerleşik düzenini oldukça üstün görmüşler , kendi kimliklerini ve benliklerini koruyarak, etnik ve halklarına da aynı düzeni sağlamak yollarını aramışlardır.  Müslüman ve Hıristiyan halkların  “ayrı fakat barış içinde  beraber yaşamalarını kaçınılmaz, doğal bir ilke olarak benimsemişlerdir.

Yaşadığımız topraklara göçerek gelen Osmanlıların esas göçebe kültürleri ve bundan doğan bir siyasetleri olmuştur. Hıristiyan halka tolerans gösterilmiş, “Osmanlı Hoşgörüsü” eşitliğin temellerini oluşturmuştur.

Bu bağlamda olmak üzere, Balkanlardaki kavim, etnik topluluk, ulus ve halk kavramını irdeleyip anlayabilmek için, Osmanlıyı asırlarca ayakta tutan başlıca etmen olan tolerans kavramının, Osmanlı devlet yönetimi tarafından uygulanış tarzını irdelemek yerinde olur. Dikkati çeken süreç, Klasik Osmanlı dini kültürel düzeninden Ulus-Devlete giden yol, tek tek etnikler için ayrı incelenmelidir. Balkanlarda son dönemde 17 devlet olduğunu yazanlar, bu devletlerdeki etnik toplulukların toplu sayısını henüz veremedi. Bu azınlıkların ayrışım, parçalanma, ayrılma ve bütünleşerek erime süreçleri devam etmektedir. Azınlıkları ve etnikleri birleştiren veya ayrıştıran güç. Yeni uygarlık düzenidir. Ne yazık ki dünyanın bu Yarımadasında yeni bir uygarlığın ufku henüz ağarmaya başlamamıştır. Tarihin özüde iki yol vardı, Birisi çok dinli ve çok etnikli devlet düzeninde buluşarak yapılanma, ikincisi de ulus devletin öteki olan her şeyi eritip asimile ederek yeni bir alaşım yaratarak ilerleme yönüdür. Şu anda ülkemiz Bulgaristan’da ikinci yolca sürünüyoruz.

Osmanlı, uluslar ve tüm etnikler üstü bir yapılanmaydı. Dağılışının açtığı yaralar kapanmıyor.

Çözülemeyen konu Türkler, Müslüman Pomaklar ya da Çingeneler değildir. Problem, parçalayıp, öğütüp, eritip yeni alaşımın bulunamamış olması ve bu yeni mozaikteki oranların henüz saptanmamış olmasıdır. Bulgar’a kırmızı, Türk’e mavi, Pomaklara yeşil, Çingenelere Sarı ve diğerlere de turuncu renk verilse, 2050 yılında Bulgaristan tablosunun baştan başa sararması tehlikesi büyürken, kırmızı rengin yok olmasını isteyenlerin hepsi devletin düşmanı oluveriyor. Toplumsal boyamayı “boyacı kazanı” sanıp ocağa ateş verenler yanılgı içindedir. Bir ağacın açacağı çiçekleri köküne su vermekle değiştirebileceklerini düşünenler günümüz siyasetinin başında bulunuyorlar. Onların bir vazifesi de açan çiçekleri tozlaşmadan dökmek, ham meyveleri kurutmaktır ki, bu da tabloyu renksiz kılabilir ve eser heba olur.

İnsanları birbirlerinden ayırmak ve birbirlerine düşürmek için zanaatlarına göre etnik ve milli ayrıma tabii tutmak da yanlıştır. Kalaycı ile burgucu aynı etnikten sanatkarlardır. Alevi ile Suni Müslüman’dır.  Hıristiyanların da farklı etnikleri vardır. Karakaçanlar ile Ulahlar birbirinden çok farklı Hıristiyanlardır.

Etniklerin özüne inmek için atılacak ilk adım budur. Etnikler uzaktan görünmez. Dağ çiçekleri gibidirler. Uzaktan bakınca ormanlar yeşildir, içine girince renk renktir.

Okuduğun için teşekkür ederim.

Reklamlar