Yazan: Nevzat ÖZTÜRK, İlahiyatçı, Eğitimci Yazar 

Din-dâr, biri Arapça diğeri Farsça iki kelimeden oluşan Türkçe bir sözcük. Dine sahip olma, dini benimseme anlamlarına gelir.O halde dinin gereğini kabul eden ve bir dine mensup olan herkes sadece bu kabulle dahi dindar sayılabilir. Çünkü bu insan “dinsizlik” ya da “dindarlık” gibi iki tercihten birincisini seçmiş demektir. Ama “dindar insan” dendiğinde genellikle sadece bu kadarı kastedilmez, göreceli olarak dine daha bağlı insan akla gelir.

Bir kutsala inanan, inançları gereği işler yapan ve dinî bir grubun üyesi olan kimse dindardır. Allah”tan başka ilah olmadığını kabul eden, yani “la-ilahe illallah” diyen bir insan dine girmiş ve “Muhammed Allah”ın kulu ve Rasulüdür” demekle de Allah”ın yeryüzündeki hâkimiyetini kabul etmiş demektir. Çünkü Allah”a inandığını söylemek O”nun elçisini de kabul etmeyi gerektirir. Ben sana inanıyorum ama elçi gönderdim dediğine inanmıyorum demek, sana kısmen inanıyorum demektir. Böyle bir inanmanın kabul edilmeyeceği açıktır.

Bu kabulü gösteren insanın artık dini vardır, yani bu insan bir anlamda dindardır. Salt böyle bir iman bile insanı cehennemde ebedi kalmaktan kurtardığı için bu eylem aynı zamanda takvanın da ilk adımı sayılır. Yani bu insanda bir ölçüde takva da vardır. Çünkü “takva”, insanın Allah”a itaat ederek kendisini azaptan koruması, ise bu insan bunun ilk adımını atmıştır. Sırf bu itaatle bile en azından ebedi azaptan korunmuştur. Ne var ki, sadece bu sözü söyleyen insanınki ile, mesela Hz. Ebubekir”in dindarlıkları arasında dünyalar kadar farkın ve derecenin olacağı da açıktır.

Dindarı aynı zamanda daha iyi bir müslüman olarak da düşünebiliriz. Daha iyi bir Müslümanı da “güzel ahlaklı, kamil mü’min, takva sahibi insan” olarak değerlendirirebiliriz.

İslam dininin, din ile güzel ahlak arasında güçlü bir bağ kurduğunu görürüz. Hatta ayet ve hadislere bakıldığında, ibadetlerin en önemli maksatlarından birinin de insanları güzel ahlaka ulaştırmak olduğu anlaşılıyor. Yani kişi, ibadetlerini yerine getiriyor ama ahlakını güzelleştiremiyorsa dinin amacına ulaşamıyor, dolayısıyla gerçek anlamda dindar olamıyor demektir.

Nitekim İslam’ın kutsal kitabı olan Kuran’da, Hz. Peygamber övülürken, “Ya Muhammed! Şüphesiz sen yüce bir ahlak üzeresin” denmiştir.Aynı şekilde, Hz. Peygamber’in duası “Allah’ım! Beni ahlakın en güzeline yönelt, kötü ahlaktan uzak tut” şeklindedir.

Dolayısıyla ahlaksız bir Müslümanlık düşünülemez… Kuran’ın birçok ayetinde; kibir, israf, fakirlere ve yetimlere bakmamak, ihtiyaç sahiplerine yardım etmemek, para ve altın istiflemek, çalışanın emeğinin karşılığını hemen vermemek, hırsızlık, yolsuzluk, ticarette hile yapmak, sözünde durmamak, yalan, iftira, öfke ve nefretle davranmak, kin tutmak, sesini yükseltmek, eşine ve çocuklarına kötü davranmak, çevresindekilere bağırıp çağırmak, kalp katılığı, adaletle davranmamak, yalancı şahitlikte bulunmak, iki yüzlü olmak gibi pek çok özelliğin hoş görülmediği ve bu şekilde davrananlar için büyük cezalar verildiği görülecektir.

İslam’ın kutsal kitabı birçok yerde bu şekilde davrananların cehennem ateşi ile cezalandıracağını söyler. Kuran’da ibadetleri yapmamanın dünyevi cezaları neredeyse hiç sayılmazken yukarıda sıraladığımız ahlaki sorunların hem bu dünyaya hem de diğer dünyaya ilişkin pek çok cezasından bahsedilmektedir.

Dolayısıyla insanların ne kadar dindar olduklarını şekli görüntüleri veya ibadetlerindeki rakamsal büyüklüklerle değil, ahlakları ile ölçmek mümkündür.

Elbette herkesin inancı ve yaşam şekli kendisini ilgilendirir. İnanç, her şeyden önce özgür iradeyle yapılmış bir seçimdir. Bu çerçevede kimsenin inançlarını yargılamak veya dindarlığını ölçmek hedefinde değiliz. Ancak kendilerini bizlere dindar veya İslamcı olarak takdim edenlerin sözlerindeki samimiyeti test etmek hepimizin hem dini hem de dünyevi hakkıdır.

İslam dünyasına baktığımızda, Kuran’dan ve Hz. Peygamber’in sözlerinden öğrendiğimiz İslam ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir din ile karşılaşıyoruz. Kuran’ın ortaya koyduğu müslüman/mü’min ile bu gün bu iddiada olanların arasında ciddi farklar olduğu bir gerçektir. İmanın gereği olarak yapılan tüm ibadetlerin temel gayesi güzel ahlaklı mü’min yetiştirmek iken pratikte tam tersi ahlaki problemli insanların varlığı imanın gereğinin yapılamadığın göstergesidir.

Bu noktada aklıma Hz. Ömer’e atfedilen bir söz geliyor: “İnandığın gibi yaşayamazsan yaşadığın gibi inanmaya başlarsın”.

Daha önce de dindar görünüp, dinin tüm ilkelerini ayaklar altına alanların sayısının giderek artması son derece üzücüdür. Dışarıdan baktığınızda muhafazakar ve dindar görünen, hatta sofuluk taslayan kişilerin hayatları özel sohbetlere meze olurken, hatta bu kişilerin bazılarının hovardalıklarını, lüks harcamalarını, yüz bin liralık saatler, lüks otomobiller, açılmış birkaç ev gelinen noktanın vehametini gösteriyor. Yaşadıkları hayatı meşru göstermek için, “dava” kelimesini kullanmaları da istismarın dibidir. Geçmişte ayıpladıkları şeyleri, bu gün kendileri, sözde Allah rızası ve güya Allah’ın izniyle, yapıyorlar. Günaha batmakta itham ettikleri insanların yaşamlarını neredeyse bire bir, hatta kimi zaman daha ağırıyla yaşayan bu kişilerin her günaha bir gerekçeleri ve meşrulaştırıcı fetvaları var…

Abdurrahman  Dilipak’ın “Gelin fuhuştan, işretten, alkolden, uyuşturucudan ve kumardan vazgeçin.”“Bizde yılların açlığı vardı. Para, kadın, makam bir anda başını döndürdü birilerinin. Bir de bizimkiler acemi bu işlerde, yerken üstlerine başlarına döküyorlar. Daha yeni öğreniyorlar… Dindarmış gibi görünen adamların zaafları yüzünden Müslümanlara zarar veriliyor.”(Yeni Akit-Karar Gazetesindeki yazılarından) sözlerini okuduğunuzda dehşete kapılıyorsunuz.

Prof Dr.Mustafa ÇAĞRICI “Elbette hem ibadetiyle hem ahlâkıyla imrenilecek çok insanımız var. Ama ülkemizde hatta dünyada değişik şekillerde dışa yansıyan ahlâkî yozlaşmalardan şikâyet edilmektedir. Bu yozlaşma sadece dindarlarla sınırlı değilse de dindarlarda daha çok göze batıyor ve yadırganıyor. Bugün müslüman toplumlarda –açıkça ifade edilmese de- fiiliyatta bir tür ahlâkı yok sayan dindarlık anlayışının yaygınlaştığı, bunun da büyük ölçüde insanların refah seviyesinin artmasından ileri geldiği söyleniyor.

Aslında bu yeni bir durum da değil. Genelde dinlerde, özelde İslâm´da dünyevi imkânlar ahlâk için önemli bir risk olarak görülür. Nitekim başkalarında olduğu gibi bizim eski kültürümüzde de dünya malı ve mevkiinin sebep olacağı ahlâkî tehlikelerden korunmak için zâhitlik ve ruhbanlık hayatını tercih edenler olmuştur. Ama İslâm kültüründeki yaygın telakki ve uygulama dünyadan el etek çekmek değildir. Öyle olsaydı Abbasi, Osmanlı gibi büyük devletler ve medeniyetler kurulabilir miydi? Kültürümüzde toplumu ahlâkî çöküntüden koruyacak bir eğitim felsefesi uygulanırdı. Çağımızda ise örgün ve yaygın şekliyle modern eğitimin yetiştirdiği insanlar, ahlâk yönünden hazır olmadıkları şartların içine atılıyorlar. Öyle olduğu için bu insanlar dar anlamda “dindar” da olsalar, ahlâkî sorunların altında kalıyorlar. Ülkemizde verilen din ve ahlâk eğitiminin de bu bakımdan kusurlu olduğunu sonuçlarından görüyoruz.” ;(http://www.bizimsivas.com.tr/kose-yazilari/ahlksiz-dindarlik-olur-mu-1345.html,)

Gerçekte ahlak, dindarlığın kalitesidir. Namaz, oruç, zekât, hac vs. bunlar dindarlığın kalitesi değiller. İbadetler ahlak ile kalite kazanır. Dikkat ederseniz dinin ana kaynakları ayet ve hadisler, bu ibadetleri hep ahlaka bağlamışlardır. Namazın kalitesini kötülük ve hayâsızlıktan uzak durmaya; orucun kalitesini insanlarla muameleye, sergilenen davranış ve ruh hallerine; hac ve zekâtı hakeza ahlaka bağlamışlar. Yani; namaz seni kötülük ve hayâsızlıktan alıkoyacak; oruç seni her türlü zulümden ve günahtan tutacak; zekâtın başkasını minnet altına sokmayacak, onurunu kırmayacak; haccın başkasına eziyet olmayacak. İbadetlerin böyle olunca sen ahlaklı bir dindar, kaliteli bir Müslüman olursun. Dinin özünün ahlak olduğu, tartışma götürmeyecek kadar açık bir gerçektir.

Bir başka yazısında Prof.Dr.Mustafa ÇAĞRICI, “Günümüz İslâm toplumlarının ortalama kanaatine göre, “imanın şartları” dediğimiz esaslara inanan, “İslâm’ın şartları” dediğimiz birkaç ibadeti iyi kötü yerine getiren, -hadi diyelim ki- biraz da zararsız ziyansız olanlar dindardır. Oysa Peygamberimizin öğretisine baktığımızda bunun doğru ama eksik bir dindarlık anlayışı olduğunu görürüz. Çünkü Peygamberimiz, sonraki tanımlara göre inanç ve ibadetle ilgisi olmayan birçok tutumu da dindarlık içinde görüyordu. Bir yandan akla ve tecrübeye önem veren, “aynı delikten iki defa sokulmayan”, diğer yandan insan ilişkileri daha zarif, daha özverili olan insanları daha dindar sayıyor; bencil ve hoyrat olanları dindarlık yönünden eksik buluyordu.

Ben, Peygamberimizin anladığı ve yaşadığı bu dindarlığa dinamik dindarlık diyorum. İslâm’ın bu dindarlığın içini, -elbette bildiğimiz iman ve ibadet esaslarının yanında- birine insana ve tabiata yararlı olma, diğerine zihinsel ve pratik hayatta rasyonel ve gerçekçi olma diyebileceğimiz iki ilkeyle doldurduğunu görüyoruz. İlk ilke açısından dinamik dindarlık, -Ebû Hanîfe’nin öğrencisi Şeybânî’nin 1200 yıl önce kaydettiği gibi- yararı başkalarına da dokunan işleri, yararı sadece kişinin kendisine olan ibadetler gibi, hatta daha üstün bir ibadet bilmektir. Çünkü -Şeybânî’nin de hatırlattığı üzere- “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır” buyurulur.

Zihinsel ve pratik hayatta rasyonel ve gerçekçi olma ilkesi açısından ise dinamik dindarlık, bireyin edilgen olmaması, eşyanın ve olayların insanı yönetmesi yerine, insanın eşya ve olayları yönetmesidir ki, bu da insanın aklı ve tecrübeleriyle yaşamasını gerektirir. Bu sayede insan, ilkelerinden vazgeçmeden zamanın ruhuna uyma yeteneği kazanır; zamanla çatışmadan zamanı yönetir.” (http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-cagrici/dinamik-dindarlik-7698)

Dindarlığın sağlam bir zemine oturması, bilgi ve ahlakın üzerine inşa edilmekle, sonra da bunların aralarındaki güçlü bağlantıyı kurmakla mümkündür. Toplumun huzuru ve kalkınması ahlaklı bireylerle mümkündür.

Ahlak toplum hayatının temeli iken ahlakın en önemli temeli ise dindir. Bizim toplumumuz açısından konuya yaklaştığımızda da toplumun varlığının temeli olan ahlakın yüce dinimiz İslam’dan beslendiğini görürüz. Öyleyse dinimizi iman, ibadet ve ahlak birlikteliği içinde sağlam kaynaklara dayalı olarak ve sevdirerek öğretmek zorundayız.

Allah’a emanet olun.

Paylaşınız

Reklamlar