Dr.Nedim BİRİNCİ

AVRUPADA İŞSİZLİK:

Avrupa’da yapılan son istatistik hesaplamalarda işsizler ordusuna her gün yeni 1000 (bin) kişi katıldığı ortaya çıktı. Sezon işlerinin de durgunluğu ortada, kış mevsimindeyiz, ama yapılan son 4 (dört) yıl genellemesinde bu ordunun 10 000 000 (on milyon) kişiyle arttığı etkileyici oldu.  İşsizler sayısındaki büyüme yalnız mali bunalıma ve ekonomik krize bağlı olmakla kalmıyor, bir de genel ekonomik durgunluk var. Helen 2008’den sonra işsizlikte artma süreci hız aldı. İnsanların çalışmadan yaşama sevdası daha doğrusu eğilimi hayal olmaktan çıkarken,  Bulgaristan gibi ülkelerden eski kıta anakent merkezlerine sürü sürü akın edenler oralarda bir yol bulup kayıt yaptırıp sosyal yardımlarla geçinmeye başlıyor. İnsanlar kendi kabuğuna sığınıp, kendi derdinin çaresine bakma yolları ararken evi barkı, yakınlarını unutuyor, hayal ve planlarını bir yana bırakarak, sosyal yabancılaşma ortamına kapanıyorlar.

Avrupa Birliği resmi rakamlarına göre 2018 yılında kıtadaki işsizlerin toplam sayısı 215 milyon kişiden fazla olacaktır.

 

Hallo, hallo, Brüksel, biz ne zamana kadar yoksullaşacağız?

Şu da var. Biz Avrupa Birliği’ne 7 (yedi) yıl önce devamlı yoksullaşmak için girmedik. Amacımız, işleri düzeltip daha iyi yaşamaktı. Sonuç yalnız işsiz kalmamızla da bitmedi. Çalışanlarımız ücretlerinin dondurulduğunu, düşürüldüğünü, aylarca ödenmediğini anlatıyor. Maaş alamayanlar kredilerini ödeyemiyor, elektrik, su, gaz, okul faturalarını ödeyemiyor, ilaç alamıyor, daha iyi bir hastanede tedavi görmeyi seçemiyor ve çocuklarına daha üstün bir eğitim öğretim verebilme yolları kapanıyor. Ülkemizde ve AB ülkelerinde,  hele Güney Doğu Avrupa üye ülkelerinde sosyal yardımların, sosyal patronajın ve yardımlaşmanın 1950’ler düzeyinden gerilere kaydığını gözlüyoruz. Biz, AB ülkeleri arasında en fakir, en yoksul ve en sefil hayatı yaşamak zorunda olan bir ülkedeyiz.

 

Tünelde ışık yok.

Bir politik öncü rolünde bulunan Hak ve Özgürlükler Partisinin (HÖH / DPS) insanlarımıza işe yarayan bir reçete verebilmesi için doktor değiştirmesi gerekiyor ya da tüneldeki lambaları yakabilecek yeni bir elektrikçi çağırmak zorunludur. Adına bakıldığında, bir sol parti olması gereken Bulgaristan Sosyalist Partisi’ne (BSP) yamak olup, onun izlediği sağ politikaya, halkın % 99’u aç ve sefilken, oligarşi ekmeğine yağ bal sürme gayretlerine hep alet oluyor.

 

Neo-liberal politika tosladı.

Bizi AB’ye sokarken “hiçbir dertleri, hiçbir şikâyetleri, hiçbir istekleri, çözülmemiş tek bir sorunları yok, karınları tok!” diye imza atan, HÖH partisi lideri, bu imzayı atıktan sonra Saraylarda beslenen Ahmet Doğan, viski içmekten başkaldırıp, “ne oluyor acaba” deyip etrafına bile bakınamadı.

AÇ SUSUZ KALAN İNSANLARIMIZA KLASİK NEO-LİBERAL REÇETE DAĞITTI, herkes “austerity” adında bir ilaç aldı, yuttu ve genel sağlık durumumuz daha da gergin oldu. Bu ilaç bizim hastalıklara değilmiş. Bu ilaç yemekten içmekten kabız olanları rahatlatmak içinmiş. Aç karnına içildiğinde tuvaletten çıkamadık, perişan olduk. Bu haplar herkese dağıtıldığından aramızda beli tutan adam kalmadı.

Neo-liberal reçete ekonomimize de mehlem olmadı. Bütçe giderleri çok kısıldı, sosyal harcamalar, maaşlar ve emekli maaşları donduruldu, devlet yatırımları durduruldu.

Bu politika hayatımızı daha iyi yapmadı. Hele GERB partisi döneminde “biz devleti çöküşten koruyoruz” sloganıyla çok sıkı tasarruf önlemleri uygulandı. Amerika’da depo şefliğinden gelen ve orada sözü geçen, eli kolu uzun Amerikalı kayın pederinin hatırı için Maliye Bakanı olan ve sonunda 1 miyar 400 milyon leva kaybolan veya kaybeden S. Dyankov “Yemeden yaşamaya öğrettiğim eşek, öldü!” demekten kendini alamadı.

Her yerde ve her zaman kemer sıkma politikası halkı daha da ezerken, bir avuç zengini daha da palazlandırıyor. Adil olmayan ve adalet yaratmayan bu neo-liberal politika yalnız Bulgaristan’da değil bütün Avrupa’da şiddetli gerginlik yaratıyor, yol açamıyor, çözüm getiremiyor.

 

Neo-liberal ortamda palazlanan milliyetçilik ve ırkçılık.

Biz son aylarda Bulgaristan’da beş altı ay öncesine kadar yalnız faşizan, aşırı milliyetçi “ATAKA” partisinin eylemlerinde ifade bulan, kin, öfke ve nefret politikasının anti-Türk ve anti-Müslüman yön aldığını, her geçen günle yoğunlaşarak şiddetlenip azdığını ve kurumsallaştığını görüyoruz. Bir de, son dönemde ulusal çapta geniş kapsamlı art arda eylemler düzenlediğine bakıldığında, zengin kesimden temsilciler tarafından desteklendiği intibası doğuyor.

Şimdi (14 Şubat 2014, saat 10) ben şu satırlarımı yazarken Plovdiv İl Mahkemesi’nin Karlovo şehrindeki tarihi “Kurşun Camiinin Baş Müftülüğe geri verilmesine ilişkin adıl mahkeme kararını, ” Plovdiv İstinas Mahkemesi nezdinde protesto eden aşırı milliyetçi ırkçı tayfalar toplanıyor. Karlovo, Stara Zagora Pazarcık ve başka şehirlerden otobüslerle azgın Bulgar milliyetçileri taşınıyor. Motorlular Sofya’da yola çıkmış, Plovdiv futbol takımlarından ve Sofya’dan fenler hareket halindedir. Kan kabartanlar aynı kazanda kaynamak istiyorlar. Bu işin ardında 8 belediye başkanı var.

 

Sokak adaleti:

Onlar, alınmış mahkeme kararını sokak “adaletiyle” bozamazlarsa “çok kötü” olacağını haykırıyorlar. “Ardından 90 mahkeme kararı daha çıkacak” diyorlar. Baş Müftülüğün Bulgaristan’da 1000 (binden) fazla tapulu malı mülkü olduğunu, hiç birini vermeyeceklerini, barım barım bağırıyorlar.

 

Devlet sürgünde, ortada adalet sağlayacak devlet yok.

Mahkeme kurulmuş savcı yok, savcı var, hakim yok, hakım var mahşer yok. Özetlersek adalet sağlayacak mekanizma yok. Bunların hepsi bulunsa, kanun yok.

Jandarma dağda taşta hırsız, çapulcu kovalıyor, belki devleti bulur da geri getirir. Devletin olmadığı yerde adalet olamaz. Herkes gördüğüne sahip çıkarsa, kargaşa olur, kavga olur, düzen bozulur.

 

Ülkede hukuksal adalet tesis etmek gerek.

Bunun için iktidar olan Bulgaristan Sosyalistleri, teslim bayrağını çekti, höhçü neo-liberal elit peşine takarak sağ cepheye geçerek, olaylara seyirci kalmayı tercih ediyor. Açılacak tek kapı kaldı: Strazburg Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. Bu Mahkeme Yasalarında cami, medrese, hamam kurmuş Hıristiyan Bulgar emsali var mı bilmiyoruz.

 

AİHM Lütfü Mestan için de son bir şans.

Bu bakıma, ana dilde konuştuğu için 2 000 (iki bin) leva cezaya çarptırılan ve TV’de yaptığı konuşmada Bulgaristan Ana Yasasında propaganda dili konusunda bir değişiklik yapılmasını istedi. Temel kanuna “Bulgarca dışında İngilizce, Fransızca, Yunanca, İspanyolca ve Rusça propaganda dili olarak serbesttir, Türkçe konuşmak, yazmak, propaganda yapmak ve sevişmek bile yasaktır!” yazılsın derken, Genel Başkan Mestan son bir şans kullandı. Öneri sundu. Önerisi kabul edilmezse ötesini kendisi düşünsün! Çünkü Bu problem Bulgaristan’da Çingenelerin de problemi, Pomakların da problemi, Gagavuzların da problemi, Ulahların, evla kilerin, Karakaçanların da problemidir.

 

28 dilli bir Avrupa Topluluğu kurdum diyorsun, topluluğun içinde 52 dil konuşan halk toplulukları yaşıyor. Böylece 24 dili yasaklayıp katlederken, “ben en insancıl toplumum iddialarında bulunuyorsun.” Dil konusunda ırk ayırımı yapmıyor musun? Çapek ile Mişel’in dili “iyi”dir,  Hasan ile Manuş’un dili “kötü”dür diye bir şey olur mu? İnsanlık tarihi süzgecinden geçemeyen, yaşam ortamı bulamayan, ruhsuz ve kültürsüz insanlarla yaşamak istemediğinden yok olmayı tercih eden yüzlerce dil zaten tarih olmuş, yeryüzünde dikili taşları yok, iyi ki insanoğlu eşelenmeye alışkın, yeri dibe doğru kazmaya üşenmiyor da ne güzel dillerin izlerini buldu. Yer dibinde konuşan kimse olmasa da duvarları bellek zarı olarak kullanıp anlayana kendilerini anlattı.

 

Bay Greel Matzen:

Son günlerde, ortaya “ benden başka bir şey istemeyin, bu işi çözeriz” deyen biri çıktı. Anlaşılan bu işin viskisi de içilmiş. Bulgaristan’a gelen Avrupa Neo-liberallerinden Bay GREEL MATZEN, ücret falan talebinden de bulunmadan, (fakir olduğumuzu anlamış olacak) “25 Mayıs 2014 günü,  Avrupa Birliği Parlamento seçiminde, beni HÖH / DPS Milletvekili seçin, işi halledeyim!” dedi.

İnsanın aklına ilk gelen: “Bizim de Allah’ımız var!” olmaz mı!

Biz kendi aklımızca devleti sürgünden geri çağırıyoruz, oysa Avrupa’dan dağ gibi adam geldi.

Avrupa Birliği milletvekilinin aylık maaşı 40 bin Euro, 5 yıl için seçildiğine göre, 60 ayda alacağı para, 2,400,000 (iki milyon dört yüz bin) Euro olduğundan yani 4 milyon 800 bin levaya geliyor ki, Vay be! Müstakbel vekilimiz bizden başka bir şey istemiyor.

Avrupa’yı gidip görme imkânım oldu da, Avrupalıların “verdiğini geri isteyen” tipten oldukları dikkatimi çekmemişti. Vay ve! Biz onlara her yıl 600 000 milyon Euro veriyoruz, onlarsa bize verdikleri vekil maaşlarına bile göz dikmişler, geri isteme yolu bulmuşlar.

Tabii bizde adam kıtlığı olduğundan Bay Greel Matsen’i vekil seçiverelim, diyorum da, o bizim ne istediğimizi nereden bilsin ki, dilimizi bilmez, suyumuzu içmez. Neyse, “viski gönderir” durumu idare ederiz.

 

Ne de olsa ben devlet sürgünden dönsün diyorum.

İşte böyle Ahmetlere, Lütfülere vaktıyla demişerdi. Göndermeyin şu çocukları Çin’e, Viyetnam’a, Singapur’a şuracıkta burnumuzun dibinde Avrupa merkezlerinde okusunlar, diye. Önal Lütfünün çocuğunu da Amerika’da okudu, “döneyim mi?” baba diye sordu, babası da “gel” dedi, döndü ama dayanamadı, geri gitti. Anlaşılan Amerikan hot dokları bizimkilerden daha büyük.

Bir de dükkâncı İsmail’in küçük çocuğunu göndermiştik, o da orada yerli bir kıza sevdalanmış, kız da hot dok hastalığına yakalanmış, kilosu 150’yi aşınca uçağa bilet bulamamışlar, o da orada kaldı, geri dönemedi.

 

Hiç olmazsa gençlerden kimisi insan hakları, kimisi iş hukuku, ötekiler deniz hukuku okusun deyenler dinlenmediler. Deniz Hukuku bizim neyimize deyenler oldu. Benlik gemimiz batıyor, kimliğimiz su aldı yatıyor. Deniz hukukçularına çok iş var.

Bizim Saraylı Ahmet hep bir taşla iki kuş vurma peşindedir. Kendine daire bile alamadan Saraya yerleştiği gibi. Ona Metin ile Çetin ikiz kardeşlerin aynı hukuk fakültesinde okuması hayır alameti değildir dedik. Dinlemedi. İkisini de Fransa’da okuttu? Okuttu da mahkemede iki taraf olur, ikiz kardeşlerin iki hasım taraf olması Başkanlıkça kabul edilmiyor, “olamaz, imkânsızdır” diyorlar. AB hukukunda öyleymiş. Bak şimdi, yazık masrafa, ikizler davaya çıkamıyorlar. Birisi Avrupa Parlamentosu Hukuk Komisyonu üyesi,  ötekisi de Sofya Meclisi Hukuk Komisyonu başkanı olunca, işler iyice sarpa sardı, bir kardeş ötekine mektup gönderiyor gibi, bir şey oldu, yazışmalar durduruldu.

Bizim Ana Yasa’da olmasa bile, AB Hukukuna göre, iki ikiz kardeşin ikisi de aynı adalet düzeni içinde görev aldığında, adaletsizlik olmuyormuş. Bizim saraydakiler burunlarının dibinden uzağını görülmediklerinden, bu işin de farkına varamamışlar, ama öyleymiş…

Bilirsiniz, Osmanlı zamanında iki kardeşin ikisinden de tellal yapmıyorlarmış.

Sebebi birbirini etkilemesinler. Tabii bizim aklımız ancak bu kadarına bile ermediğinden, devletin sürgünden geri gelmesine dua ediyoruz.

Reklamlar