Muazzez YURDAKUL

 

Bırak beni haykırayım susarsam sen matem et.

Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet.

Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.

 

18 Nisan güneşli bir ilkbahar günü idi, dışarıdaki ağaçlar çiçek açmıştı. Benim için ise karakış hüküm sürüyordu.

 

Kollarım kelepçeli, iki tarafımda polisler silahları ateş açmaya hazır bir halde beni Eski Zara Cezaevine götürmek üzere trene bindirdiler. Ömrümde belki ilk defa pencerede gördüğüm ilkbahara sevinemiyordum. Kulağıma gelen kuş cıvıltılarını savcının cırlak sesi bastırıyor, top top açılmış çiçekleri lisede okuyan kızımın görüşme esnasında gözlerinden akan yaşlar silip atıyordu. O zaman benim de gözlerimden yaşlar akıyor, silmem mümkün olmadığı için göğsüme doğru kayıp gidiyorlardı. Bu manzaraya tarlada gördüğüm Ayşecikler, Fatmacıklar-Hasan, Hüseyincikler de katılınca içim büsbütün garipsiyordu.

Bu yolculuk esnasında, dün duruşmada şahitlik edenleri birer birer gözümün önüne getiriyor, dediklerini hatırlamaya çalışıyordum. Bunu, yalan söyleyenlerle doğru söyleyenleri ayırmak için yapıyordum. Yalancılardan biri Kara Mustafa idi, öteki de Kara Kadir dediğimiz bir şoför.

Aramıza dost diye sokulan Kara Kadir’i başka şahit bulamadıklarından ötürü getirmişlerdi muhakkak. Çünkü yargıca bir üçüncü şahsın, Türkiye’de bulunan Adem Demir arkadaşımızın Bayraktar Hasan’a gönderdiği mektuptan, Hasan Bayraktar’ın ona mektubu anlattığından falan filan diye bir şeyler yumurtlamaya başlıyordu ki, tıpkı Nasrettin Hoca’nın suyunun suyu fıkrasına benzediği için salonda bir gülüş koptu. Halen İzmir’de bulunan Adem Demir, Bayraktar Hasan’a mektup yazmış da, mektubunda benim şiirlerimin beğenildiğini yazıyormuş da, Hasan mektubu ona anlatmış da…

Böyle bir mektubun elde olup olmadığını, mektubu alanın niçin şahit olmadığını, niçin üçüncü bir şahsın bunu zoru zoruna ispatlamaya çalıştığını sormak benim avukatımın göreviydi ya, nerde? Adam, benim biraz öte yanımda rahat rahat oturuyor, soru sormak, yargıcın işini güçleştirmek, savcıyı kızdırmak gibi şeyleri iktidar adamlarının, DS’nin, komünist partisinin gözünden düşüp ekmeğini kaybetmek demekti. Böyle bir duruma düşmektense, bir başkasının, bir Türk’ün, suçsuz da olsa, mahkûm edilmesini doğru buluyordu. Her kişi gibi, o da doğuştan bencildi. Onun umursamazlığı, başkasının kaderine lakayt kalışı, hatta bu kaderin kötüleşmesine yardımcı oluşu bu yüzdendi. Adam ücret karşılığında olsa dahi beni müdafaa etmeyi gerektiğince yapmıyordu. Müdafaa bir yana, benim daha çok yıla mahkûm edilmeme yardımcı oluyordu. Adamın Bulgar asıllı oluşu, tutumunu az da olsa, haklı görmemi fısıldıyordu. Beni asıl endişelendiren, kahreden şey, Kara Mustafa’nın, Kara Kadir’in Abdurrahim’in, duruşmaya gelmemiş de olsa, Hasan Bayraktar’ın ve toplum adına suçlayıcı görevi üstlenen Mehmet Baki’nin insanlık dışı davranışları idi. Onlar Türk idi, ben de öyleydim, onlar eritilmeyi istemiyorlardı, ben de istemiyordum. Ben bu yüzden direniş gösterme çabasına girmiştim. Bu çaba sadece kendim için değildi. Onlara hiçbir zaman, hiçbir şekilde, kötülük yapmadığıma rağmen, neye benim mahkûm edilmemi şiddetle arzu ettiklerini hâlâ anlamış değilim. Ama aklımda her insanın korkunç, bencil ve kıskanç oluşu vardı. Ah şu bencillik yok muydu, şu bencillik!…

Kompartımanın penceresinden dışarı bakarken bunları aklımdan geçiriyordum ki, bir fıkra aklıma geldi, elimde olmadan gülümsemiş olacağım, polislerden biri, gülümsememin nedenini sordu, anlattım.

İşte: adamın biri, fukaralık yoksulluk, iki ucunu bir araya getir ememezlikten bıkmış olacak ki, bir akşam Allah’a kendisine bir iner vermesi için gece boyu yalvarmış, dualar okumuş. Çok geçmeden adama, duasının kabul edildiği, ancak ondan daha fukara olan komşusuna iki, ona da bir inek verileceği bildirilmiş. Onca fukara olan adam bunu anlayınca, hiç düşünmeden, “İstemem. Ben inek falan istemiyorum. Halimden memnunum ben…” Benim mahkûm edilmemi isteyen şahitlerin isteği olsa olsa buydu “Birine yardım edemeyeceksen, engel bari olma.” Sözü onlar için geçerliliğini yitirmişti.

 

Dizeler yeşermez kuru dal gibi

Gerçekten vermezsek sen ben el elle

Yolunu yitirmiş bir sandal gibi

Oyuncak oluruz yağmura sele

Sözcükler ıstırap, uyaklar çile.

 

Ömer Osman Erenderuk’un Sevgi Kırıntıları Arıyorum Yollarda kitabından alınmıştır.

Devam edecek.

Reklamlar