OSMAN BULBUL Osman BÜLBÜL

Konu:  İnsan olmayan yerde büyük halk, ülke ve devlet olmaz!

Memlekette insan kalmamış!” cümlesini, 6 Kasım 2016 seçimleriyle ilgili ülkeyi dolaşan ve “Balgariya” radyo yayınında izlenim anlatan Bulgar gazetecilerden işittim.

Türkiye’de yaşayan bizler doğup büyüdüğümüz yerlere gittiğimizde boş evlere, yürümekten aşınmamış, hatta dikenlik olmuş yollara rastladığımızda bir tuhaf oluyoruz. Yıllardan beri gerçekleri konuşmaktan uzak durmaya çalışan Bulgar iletişim araçları artık gözüne batan çöplerden sakınmıyor. İyilik olduğu kadar kötülükler de birleştirir insanları. Şu dönem böyle bir süreç içindeyiz.

Dağ yollarında taş kurnalı çeşmelerimizin şırıltısında eski zamanların nameleri, suyunda sanki bizleri beklerken havzasında biriktirdiği gözyaşlarının sıcaklığı var.

Başımı çevirip geri baktığımda, dedemin şu lafları gelir hep aklıma:

Ateşte kızarmış demirin üzerine inen ilk tokmağın ağırlığı kadar adamdır adam.” derdi rahmetli ve şöyle devam ederdi: “Ya ilk vuruşta çıkar canın ya da asla yenilmezsin!”

Şu yenilip yenilmeme, ise sevme ve sevmeme gibi bir şey!

İnsan severse mesafelerin ve yılların hiçbir önemi yoktur.

Çocukluğumda beni de bir defa “Soğuk Pınar” barajında kayıkla gezdirmişlerdi. O berraklığı, derinlik ve parlaklığı,  sürü halinde dolaşan balıkların oynayışını, kıyı yamaçlarda yer yer sık gürgenlik, kimi yerde taş beller çıplak ama üzerinde yavrusunu suya indirmiş ceylanın mağrur bakışı… Çit Kaya, Avul Kaya ve Söğütlünün Arda’ya dolduğu yerdeki sıra taşların belindeki delikler ve son yolculuğunda Tanrıya daha yakın olsunlar diye naşın o kimsenin erişemeyeceği yükseklere çıkarılması ve üzerinin en güzel dağ çiçekleriyle örtülüşünü anlatan efsaneler… Dümene oturmuş babam bile hayrandı suyun kürek melodisine… O günler geride kalsa da, Soğuk Pınar suları yıllar sonra bir başka şirin olmuş ve hepimizi çok çok özlemiş…

Soğuk Pınar” barajı Doğu Rodoplu insanımızın betona alın teri kattığımız ilk büyük tesislerimizden biridir. Burada paylaşmak istediğim Soğuk Pınar’da 1950’lerde başlayan edebiyat kavgamızdır. Geçen hafta sonu Kırcaali’de yapılan, aşağıda açıklayacağım belirli sebepler yüzünden pek fazla ilgi görmeyen ve yansıtılmayan 3. kültür ve edebiyatçılar buluşması hüzünlü izlenimler bıraktı. 60–70 yıl önce yaşanan, bölünmelere neden olan büyük yaratıcı kavgalarıyla damgalanıp kızışmış, beyinlere kazınmış, nice kalem kırmış, hücre duvarında nice tırnak izi bıraktırmış ateşli bir doğuş ve var oluşun başladığı yerdir Soğuk Pınar. Bugün Kırcaali’ye taşınan yaratıcı buluşmaları o zamanların devamıdır.

Şunu unutmayalım. Partili edebiyat olmaz. Yaratıcının da partisi olmaz. Edebiyat bir yaz yağmuru değildir. Ne de parti toplantılarında edebiyat yaratılır. Partili birinin edebiyat ve sanat anlayışı hiçbir yaratıcıya kılavuz olamaz. Bir kişinin içinde olmayan bir şey sonradan aramakla bulunamaz, idesel aşı yapmakla ya da baskı uygulamakla yazar şair yaratılamaz. Yaratıcılık bir insanda ya vardır ya da yoktur.

Soğuk Pınar” da alevlenen kavgalar, Bulgaristan Türk kimliği mi yaratalım, yoksa Türk Müslüman kimliğimizi Bulgar ateist kimliğine yamayalım mı kavgasıydı. Bu kavga, Bulgaristan Türk edebiyatını ve Bulgaristan Türkleri Yeni Edebiyatını da dipten tepeye baştan sona etkilemiştir ve etkilemeye devam ediyor. 70 yıla yakın direnleşen bir süreçtir bu. Bulgarca şiir, hikaye, roman yazmaya zorlanan yaratıcılarımız başlarının üzerindeki o ağır ve ezici balyozun bilincindeydiler. 1990’dan sonra büyük bir patlama yaşandığını kimse inkâr edemez. 50 yıl her dalına acı vişne aşısı yapılmış şair ve yazarlarımızın birden bire her çatalına allı-ballı, beyaz kırmızı adalı kiraz yüklenmesini beklemek yanlış olurdu. Şairler yol gösteren olduklarından onlara meşale olmak zordur. Hele o kadar çekiden sonra, bugün.

Edebiyat yaratıcılığımızın ikiye bölündüğü, birçoklarının kıyıda kaldığı, baraj sularını yüzüp ilerleyemediği, ilerleyenlerin de sürekli yeni bir yol aradığı ama bulabilmelerinin engellendiği, içeri düştükleri, eserlerinin toplatıldığı, yakıldığı, yasaklandığı, su aynasına baktıkça köklerine dönmek isteseler de yalpaladıkları, duraksadıkları yıllardı o yıllar.. Geçen asrın 100 yılında 100 yaratıcı yetiştiren ve kendi öz edebiyat ve sanatını yaratan Bulgaristan Türklüğü, 3. Kırcaali buluşmasında yeni bir krize kapı çaldığına tanık olduk.

Edebiyatla, sanatla yatıp kalkanlar bilir. Türkiye’de çıkan bütün edebiyat eserleri Bulgar diline tercüme edilip basılsa ve parasız dağıtılsa, Bulgaristan Türkleri Yeni Edebiyatına katkısı olmaz. Aynı cümleyi Amerikan edebiyatı için yineleyebiliriz. Edebiyat aynı bahçede aynı zamanda açmış çiçeklerin kendi arasında tozlaşması, renk ve koku birleşimidir.Bizim çayır çiçeklerine gübre atılsa ve yağmurlama yapılsa büyüyeceklerini, daha boylu olacaklarını başka bir bahçıvandan öğrenebiliriz, fakat onların kokusunu ve rengini bozmaya hakkımız yoktur. Todor Jivkov döneminde bu denendi, renk ve koku olarak yok edilmemiz denendi. Biz ancak bizim çayırdan koparılan birkaç çiçeğin Bulgar demetinde derlenmesine evet edik ve özgün kimliğimizi koruyabildik. Ahmet Doğancıların çok yakın geçmişimize kadar Jivkov çizgisinde kalması, Bulgaristan Türkleri Edebiyat ateşini söndürme, “kim Türk kültürü isterse, haydi Türkiye’ye” demesi tüm aydınlarımızın, hiç istisnasız HÖH edebiyat ve sanat çizgisinden ayrılıp uzaklaşmasına neden olmuştur. Bu unutmamalıdır. Aydın dediğin yalnız eleştirmeyi bilir tezi yanlıştır. Aydınlarımız öncelikle ve her şeyden evvel yaratıcıdırlar.

Unutulmamalı bizim maddi ve manevi hayat arasında çok uzun bir mesafe, derin bir hendek vardır. Bu uçurumu başka birinin baskısı, etkisi veya yardımıyla aşıverenler ve kendini bir anda karşı yakada bulanlar genelde acelecilik ya da zamansızlık yanılgıları yapar ve yaşar.

Son gelişmeler bende 17 Aralık 2015 olaylarını, Höhten kopanların yeni bir parti kurmasını ve Burgas Deliorman ve Doğu Rodop yöresinden bazı önemli edebiyatçı, şair, yazar ve yaratıcıları etki altına aldıklarından dolayı ve şiddetli baskı uygulayarak Edebiyat Dünyamızı ikiye parçalamada kısa sürede ilk adımları attıklarını gösterdi. Çok acı olan bu gerçek birçok kişiyi düşündürdü. Yaratıcılarımızdan büyük bir kısmının DOST yasaklayıcı bariyerini aşarak Kırcaali’ye gelmeyişi ne pahasına olursa olsun ve mutlaka düzeltilmesi gereken bir büyük yanlıştır.

Biz Bulgaristanlı Türklerin en büyük edinimlerinden birisi edebiyatı ve özgün kendi kültürü olan bir halk topluluğu sahibi olmamızdır. Bir insan topluluğunun kendine ben bir azınlık topluluğuyum deyebilmesi için önce kendi halk yaratıcılığı, sanatı, edebiyatı yapılanmasını dünyaya gösterebilmesi gerekir. Ki biz bu düzeye ulaşabildik. Kimimiz Müslümanlıkta sivrilmiş kalemiyle, kimimiz ateist divitiyle yazsak da kağıt üzerindeki satırlar hep birbirini tamamladı. Bulgaristan Türk maneviyatından çizgiler ve taşlar oluşturdu. Hepimizi gururlandırdı. Başka bir halkın ve milletin edebiyatı ve sanatıyla Bulgaristan Türk azınlık topluluğu olabilmemizin imkânsızlığını yaşadık. Yanılgımız olmadı mı? Oldu. Daha önce hiç parçalanmadık mı? Parçalandık. Hatta son parçalanmamız 1990 göçüyle oldu. Kalanlar aralarında kriz yaşandı. Bulgarca öğretmeni olma ayrıcalığı, Bulgarcasıyla böbürlenenler “Hak ve Özgürlükler Gazetesi”nin Yazı İşleri Müdürü görevine atandı. Biz hiçbir kimseye hiçbir kötülük yapmamışken başımıza sürekli çuval ve sepet geçirilmesi unutulamaz. Bunlar aramıza nifak sokanların bilinçli hareketleriydi, bu da unutamayız!

Yukarda sevenler arasında mesafe yoktur. Mesafeler sevgiyi azaltamaz, demek istemiştim. Bizim edebiyatımız da gece karanlığında, hapishane hücrelerinde, “Belene ölüm kampında, sürgünde, gurbet yıllarında, işkence odalarında doğmadı mı? Türk geçmişimiz her yerde bizimle birlikte yaşamadı mı?! İşte bunun için değerlidir bizim öz edebiyatımız. O olmasaydı bir Bulgarlaşma hendeğine çoktan haldır hurdur kaydırılmıştık. Kimimizin başı, kimimizin gözü patlamış, kimimizin de eli kolu alçıda “Geçmiş olsunla!” geçecekti ömrümüzün kalan günleri. Ama biz Türk olarak ayaktayız. Bunun anlamını ve önemini anlayamayanlar, ne davamızda bir er ne de koynumuzda yar olabilir. Neden değerlidir bizim edebiyatımız. Cevabı tektir. Daha ilk adımlarını atan yaratıcılarımızın kafasına öyle bir balyoz inmiştir ki, sağ kalan ölümsüzleşme yolunu kendisi seçmiştir.

Fakat yaratıcıların üzerine HÖH’lü-DOST-lu baskısı yapılması, kusura bakmayın ama en ağır suçtur. Çünkü HÖH de DOST da bu gidişle çok yakında kendi mezarını kendisi kazacaktır. Bulgaristan Türk Edebiyatı HÖH ve DOST’tan önce vardı, Bulgaristan Türk kimliğini yaratandır ve yaşamaya devam edecektir. 1989’da ayaklananların torunları yeni gidişe göz yumamaz.

Gençlerimizin arasında “Bulgaristanlı Türkler, Türk sürüsünden ayrılmaz” ruhu pekişiyor. Ve bunları düşünürken aklıma bir fıkra damladı hemen:

Lütfi Mestan HÖH partisi kurucularından biri değildi.

Bu partinin kurulmasından önceki çekileri yaşamadığı, gen olarak, ide olarak, duygusallık olarak, halktan elektriklenme olarak, davranış olarak, yardımlaşma olarak devralmadığından dolayı yeni partisi de çocuk hastalıklarını birer ikişer İş Allah en ağır şekilde geçirmez de, yaşamak zorundadır. İlk çağda atlatılacak hiçbir hastalık yoktur. Çocukluk yıllarında yaşanmamışsa yaşlanınca insanı yere serer bunlar. Bir yaşam kuralıdır, genel geçerlidir.

Mestan, siyasi hayatına Bulgar Demokratik Güçler Birliğinde Başlamıştır.

HÖH Genel Başkanlığına atanması, ardından bu görevden atılması, Bulgaristan Türklerinin iradesiyle olmamıştır. Bu bakıma DOS olayı Bulgaristan Türk Müslüman kamuoyunda bir “korkulu rüyadır.” Bu olay geliştikçe Mesnevi’nin “Birbirini anlamayan 4 adam” öyküsünü çağrıştırıyor.

İbret derslerimizi hatırladıkça aklıma gelen ve sizinle paylaşmak istediğim şudur:

Adamın biri, psikologa gitmeliyim, diye düşünmüş.

Ama korkuyormuş, ya hasta değilsem.

Bu benim normal halimse! Diye.

Olay budur!.

Herkesin bir doktora görünmesi gerekmez mi?

Geç kalmayalım lütfen!

Bir de bu yeni partinin iki başlı hareket ettiği gibi bir izlenim var kamuoyunda.

Zamanın üçte ikisini Türkiye’de geçirenlere anlatmak istediğim şöyle bir dede yadigârım var:

Cankurtaran Sal

Vaktin birinde bir adam varmış. Günlerden bir gün yola çıkmış. İnişli çıkışlı vadilerce dere tepe düz gitmiş. Bir gün bir orman denizini geçerken derin bir ırmak onun yolunu kesmiş. Yosunlu bir taşa oturup, buradan öteye nasıl giderim diye düşünmeye dalmış. Kulağına gelen kuş kurt, yırtıcı sesleri ve yılan hışırtısı sanki artıyormuş. Nehir üzerinde köprü, kıyıda da bir kayık olmadığından, bir sal yapmaya karar vermiş. Topladığı dallardan çattığı salla sulara açılmış, elleriyle kürek çekerek zar zor son güçle karşı yakaya yapışmış.

Karaya bastığında kurulanırken salı ne yapayım diye düşünmeye koyulmuş.

Bu sal cankurtaran işi gördü. Olmasaydı huzur sahiline ayak basamayacak, emellerimi gerçekleştiremeyecektim. Onu suda ya da kıyıda bırakamam. Beraberimde alayım.” kararı vermiş.

Salı sırtlamış, ağırlığı altında iki büklüm, yavaş yavaş ilerlerken bir aksalla rastlamış:

  • Sen bu kadar ağır, yaş salı ne diye taşıyorsun sırtında oğulum?,

diye sormuş oturduğu yerden ihtiyar ve “Bizim buralarda ırmak ve gölet yoktur, gerek duymazsın, bırak kalsın!” demiş.

  • O benim hayatımı kurtardı. O olmasaydı ırmağı geçip buralara kadar

Gelemeyecektim. Bırakamam!” demiş.

  • İzin ver de sana bir öğütte bulunayım”, diyerek devam etmiş oturan yaşlı:

Hayatın belirli bir aşamasında insanın yoluna devam edebilmesi için, ona yardım eden olur. Uzatılan o ele tutunmak o an için tek kurtuluş yoludur. Bizi tehlikelerle dolu sahilden alıp, yeni imkânlar sunan yeni sahile taşıyan, hayatımızın yeni bir aşamasını başlatan uzatılan o eldir. Fakat o el, o an, o tehlikeli durum için cankurtaran olsa bile, onu ömür boyu beraberinde taşıma gereği diye bir şey yoktur. Teşekkür edip o zamanın iyiliklerinden minnettar ayrılabiliriz. Önemli olan eski bağlantılardan kurtularak, gideceğimiz yolca daha hafif ve hızlı yürüyebilmemizdir.”

Bu güzel öyküde cankurtaransal Türkiye Cumhuriyetidir.

HÖH partisi bu salın değerini bilemedi ve kırıp attı.

Şimdi bakıyoruz onu taşımak için 3 DOST Başkan Yardımcısı geceyi gündüze katıyor.

Şunu özellikle eklemek istiyorum. Soğuk Pınarda kurbağa vaklamaz.

Bu yüzden sürülerle balıktan söz ettim. Edebiyatımız o soğuk sularda halkımızın gönül sıcaklığında hayat bulmuş ve ebediyen parlama sınavını en ağır balyozların altında verebilmiştir. Gerektiğinde yeniden verir. Fakat son yıllarda alabildiğine yeşerdiği bir dönemde parçalanmak istenmesi, hem de siyasi hesap ve kurgularla af edilebilir bir olay değildir, sineye çekilemez.

Önemle burguluyor! Kimse kimseyi korkutmuyor. Hele FETÖ okullarından çıkmış imamların buna gücü asla yetmez. Siz kendiniz günahkâr olduğunuzdan dolayı, yaratıcılarımız huzurunuza çıkıp günah aklamaz. Tövbe de etmez!

Ne var ki, çocuk hastalıklarını geçirmemiş bir partinin zaman sınırını aşmış ebedi değerlerimiz üzerinde söz sahibi olmaya, baskı uygulamaya kalkışması, siperden açılacak yaylım ateşine asla ve asla dayanamaz. Bu son olsun! Sizi ne NATO ülkeleri Sofya Büyükelçileri,  ne de Büyükelçilikler kurtarabilir. Çektirdiğiniz hatıralık fotoğraflardan başka elinizde hiçbir şey kalmayabilir. Zaten memlekette insan da kalmamış…

Önerimiz şudur: Bizim barajların suları içmekle bitmez, bırakın hayatı yaşasın bildiği gibi. Biz, yaratıcılar olduğumuzdan büyük olmak istemiyoruz. Siz ise, asla ve asla ve hiçbir zaman olduğumuzdan büyük yapamazsınız, gölgemizde kalsanız yeter…

Okuduğunuz ve paylaştığınız için teşekkür ederiz.

Reklamlar