Sezgin S. Körömer
Ezerçe, Razgrat
/972 -/989 

 

Henüz on yedisine basmış, sakalı bıyığı taze belirmiş, er­genlik çağının başındaydı. Sekizinci sınıfı ikmal edince, başka arkadaşları gibi aylak gezinmedi. Hemen işe sarıldı. Yaşlı başlı ustalarla çalışıyor, mesleğinin ayrıntılarını öğrenmek için ça­balıyordu. Hayatının başındaydı. Askerlik, mesleğinde usta­laşmak, ev bark olmak, bütün bir ömür duruyordu önünde.
O gün çalışmıyorlardı. Sevgilisiyle anlaşmışlar, akşamına güzel bir film bakacaklardı. Sonra da tenha bir yere çekilip birer kola içerlerdi belki. Ama, buna o kadar vakit vardı ki. Kucaklarında büyüdüğü annesini, ninesini, ablasını özlemişti, onları görmek geçti aklından. Aileleri Razgrat’da yaşıyordu, ama o, hafta geçer geçmez gidip onlarla hal hatır ediyordu. Ufak­ tefek işlerde yardım ediyordu. Aklına gelmesiyle de Ezerçe’nin yolunu tuttu. Sıkça vardığından, görüşkenliğinden, çok dostları ve tanıdıkları vardı köyde. Görünce onu sarıverdiler.
– Duydun mu? diye sordu dostlarından biri. Akşama yürüyüş yapacağız, haklarımızı, adlarımızı isteyeceğiz.
“Adlarımızı isteyeceğiz” deyince içi bir cızladı. Ne kadar da avutmağa çalışsalar, bir türlü alışamıyordu zaten o takma ada .
“Sezgin adı gibi ad var mıydı?” diye düşünüyordu hep ken­di kendine.
– Rastgele, dedi, sevinçle. Bilirmişim sanki. Beraberiz inşal­lah.
Sonra sevgilisine verdiği sözü hatırladı. Küsmez, diye dü­şündü. Sinema her akşam, yürüyüşler beş yılda bir kez. Film değil mi, yine gider seyrederiz. Yine otururuz bir sakin yere ve hepsini tuzuyla biberiyle anlatırım, sevinir bile. Takdir eder hareketimi, cesurluğumu …
Bu düşüncelerle annelerine vardı. çoktan görüşmemiş gibi hepsiyle birer, birer öpüştüler. Kısadan hal hatır etti ve çıkmak istedi:
– Bu sıra çıkma oğlum, dedi ninesi üzüntüyle. Sakın çıkma!
Köyün içi karmakarışıkmış, dediler. Katılırsın da, Allah göster­mesin bir şey gelir başına. Alem annaderi, toyanda bir köyde de İnsanlar böyle kalkışmışlar da, hökmet ermiş, dördünü birden sermiş yere. Tamam baklava ıslamıştım. Otur, doyur karnını, bak televizyaya …
Ürküye nine köyün en tanınmış aşçılarından biriydi. Sezgin her gelişinde, ille buluyordu onun dolabında yiyecek bir tatlı. Hele de baklavaları insanın ağzında eriyordu adeta. Bayılıyordu onlara.
– Ben tez dönerim anne, dedi emin bir sesle. Sen üzülme.
Ko baklavan iyice yumuşasın.
– Çıkma Sezginim, yapmayacakları yok, öldürürler seni, diye bağırdı. Ürküye nine ardından bir defa daha.
– Ko adım için öldürsünler, anne, dedi başına geleceği bilir­miş gibi ve fırladı.
İkindiye doğruydu. Köy içinde gerçekten de bir canlılık var­dı. İnsanlar grup grup merkeze iniyorlardı. Sezgin, durdu, bir bakındı, düşündü. Tespit edilen vakit yaklaşıyordu. Ama yürü­yüşçüler az geldi gözüne. Ona göre herkes küçüğü, büyüğü, kadını erkeği bire dek çıkmalıydı. Duyulmalıydı, muhteşem olmalıydı bu yürüyüş.
Kimseyi beklemedi, kimseye sormadı, hemen koştu. Yer yer, sokak kavşaklarında, yer yer, kapı kapı, hane hane “Yürüyüş var, yürüyüş! Adlarımızı, haklarımızı isteyeceğiz, haklarımızı isteyeceğiz, kendini Türk bilen yürüyüşe çıksın, yürüyüşe!” di­yerek, koca köyün dört mahallesini de dolaştı. İşitenler de baş­kalarına iletti.
İnsanlar, yürüyüşün başlayacağı “Pınar başına” akın etti. Vakit gelince “Haklarımızı, adlarımızı istiyoruz! Dilimizi istiyoruz! Geleneklerimize müsade!” sesleriyle belediye mer­kezi olan Tsar Kaloyan (Torlak) kentine diye yola düştü. Önce yerli muhtarlığa uğrayıp isteklerini belirttikten sonra ana cad­dece köprüyü geçerek bayıra tırmanınca karşıdan bir araç be­lirdi. Nümayişçilere yaklaşınca, durdu. Araçtan inen milis su­bayı “Derhal dağılın!” emri verdi. “Dağılın, aksi takdirde!..”
Emir sert ve kesindi. Her şey beklenebilirdi onlardan. Oysa en önde çocuklar vardı. Adlarını ve ana dillerini isteyen mini, mini çocuklar. Onlara bari merhamet ederler, diye en öne diz­mişlerdi. Onları korumak da lazımdı tabi. Sezgin ve daha bir grup cesur genç ileri geçtiler. Geçmeleriyle de “Ateş!” diye bir emir işitildi! Ye ardından da kurşunlar yağdı. Nizam intizam koruyucularının arabası da derhal ortadan kayboldu!
Yürüyüşçüler korktu, kaçıştı. Asfalt üzerinde al kanlar içinde iki genç yatıyordu yalnız. Birinde henüz hayat vardı. Sezgin daha yerinde can vermişti fakat! Tam kalbinin üstüne rastlamıştı hain kurşununu         .
Oysa o kadar gençti                  Ne sevmişti, ne sevilmişti doya doya.

Ömrünün başındaydı henüz, nice nice yaşanacak yılları vardı. ..

Sunyto Mehmet
13.04.2012/16:15h
************************************************************************
************************************************************************

Kışkırtıcılık Kurbanı

Nefize H. Osman 
Medovets, Varna
1965 -1989 

 

Medovets köyü sakinleri bire dek Türk. Zorla Bulgarlaştırma sürecinden 5 yıl geçmesine rağmen, bu namuslu insanlar, onur­ları uğruna uygulanan alayla hala barışamıyorlardı. Bundan dolayı da il ve ilçe yönetmelerinin gözü ve kulağı onlardaydı. İlk barışçıl Pristoe protesto yürüyüşünden iki gün önce buraya bir emniyet görevlisi geldi ve köy aydınlarından birkaçına “Acil göç pasaportu” vaat etti. Onun oyununa kimse tutulmayınca ise, 23 Mayıs akşamı faili meçhul başka bir olay oldu. Eğitim ve Kültür Bayramı sabahı köyün merkezindeki ceviz ağacında Türk Bayrağı dalgalanıyordu. Milis geldi, tahkikata başladı, bayrağın indirilmesini istedi. İşin içinde kışkırtıcılık olduğundan şüphelenen kalabalıktan kimileri “Onu biz asmadık, ama madem asılmış, ko kalsın!” diye kestirdi. Bayrak indirildi, fakat milisle köylü arasında tartışma oldu. Kadını erkeği, genci yaşlısı büyük bir insan kalabalığı, haklarının iadesi için yardım istemek üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin Burgas Konsolosluğuna doğru yürüdü. Yolda Lopuşna ve Partizani köylüleri de katılınca, yürü­yüşçüler 2000 kişiyi aştı. Çeşitli maniaların hakkından gelerek Asparuhovo’da Büyük Kamçı köprüsüne varınca milis, asker ve itfaiyeciler birlikleriyle karşı karşıya geldi ve ağır tazyikli suya, ateş, alev püsküren araçların arasına düştü ve bozguna uğradı.
Kitlenin ön saflarında yürüyenlerden biri de Nazife Hasan’ dı. O, henüz 22 yaşında, fidan gibi bir kadındı. Biri dört, biri iki yaşlarında iki oğul anasıydı. Dürüst ve tatlı dilli, tüm akran­larının sevgilisiydi. Eylemin bozguna uğramasına pek üzüldü. Onun için de 27 Mayıs sabahı ikinci olayı duyunca hemen fır­ladı. Çocuklarını doyurdu, giydirip kuşattı ve Ayşe annesiyle Hasan dedesine götürdü. Çocukları bırakmış, kapıya doğru hızlanmıştı ki, Ayşe anne duramadı ve:
– Sen nereye kız? diye bağırdı ardından telaşla. Sakın sokulma o kalabalığa!
– Sokulsam da ne olur ana?
– Öldürürler!
– Ko öldürsünler hainler. Öldürsünler de şehit gideyim adımdan ötürü …
– O nasıl lafmış öyle! Bu çocukları kime bırakacaksın?
– Peki, gitmem. Varıp bostanı kazarım bugün. Sen çocuklara göz kulak ol!
Nazife anasını avuttu ve gitti. Biraz sonra köyün merkezin­den silah sesleri ve çağırışlar işitildi. Ayşe bacı hemen sokağa çıktı. İnsanlar kaçışıyorlardı. Kızını da eve doğru koşarken gö­rünce “Yarabbi şükür” dedi ve döndü. Ama sonradan yeniden silahlar patladı. “Öldüüü, öldürdülere maa … ” sesleri geldi ku­lağına. Yeniden fırladı, ama bu defa gencecik kızını yol üstünde yerde serili gördü. Herkes eve kaçmıştı. Tek başına kolların­dan tutup sürükleyerek avluya getirebiIdi.
Nazife, ana baba evinde gözlerini bir an açtı, ama nerede bulunduğunun farkında olmayacak ki, Bulgarca “Prava, prava!” dedi ve yeniden yumdu.
 
Biraz sonra acilen Varna Askeriye hastanesine erdirildi. Ne eşi Halil’i saldılar yanına, ne ana babasını, ağabeyini. Ondör­düncü gün cesedini getirdiler! .. Gencecik Nazife’ye bütün yöre insanları yandı! ..


Sunyto Mehmet
16.04.2012/15:10h
************************************************************************
************************************************************************

Ecel Bu Kadar Erken mi Gelmişti?

Şakir M. Şakir
Medovets, Varna
1955 -1989

 

Şakir Mehmet, köyünde ortaokulu tamamladığı gibi inşaata atıldı. Ünlü ustalarla çalışıyordu, kısa bir zamanda mesleğinin tüm yönlerini ayrıntılarıyla öğrendi, keza aranır bir usta oldu. Epeyce Strajitsa depremzedelerine yardımda bulundu, sonra Vama’ya değişti, uzun yıllar da “Sava Gançev” inşaat şirketinde işledi. Aynı zamanda eşi de “Pırvi May” fabrikasında doku­macılık yapıyordu. El ele verdiler, yortu bilmediler, gece gündüz demediler, ek ücretle çalıştılar, para biriktirdiler ve köylerine saray gibi ev kaldırdılar. Ta o vakit Ayşe, köye döndü, ama o kaldı, işine devam ediyordu. Ayda bir defacık geliyordu köye. Onun için de 24 Mayıs yürüyüşlerine katılamadı.
Ayşe, daha yürüyüş gününün akşamı eşiyle telefon görüşmesi yaparak, köyde olup bitenleri ona tuzuyla, biberiyle anlattı. Sa­lih, yoğun çalışıyordu, işi başından taşkındı, gelemeyeceğini söyledi. Öyle şeylere katılmamalarını, korunmalarını tembih­ledi. Biryandan eşine, çocuklarına “Hak ve Özgürlük sorunları bizim düzelteceğimiz işler değildir, eylemlere katılmayın!” di­yordu, ama diğer taraftan da bizzat katılamadığına kalpten üzülüyordu. Duramadı, ertesi akşamı köye gitti. Eylem hakkında yeni malümatlar aldı, derin derin düşüncelere daldı.
Yirmi yedi Mayıs, köy aydınlarından Recep Hayrullah’ın da hatırladığı gibi, Medovets liler için özel bir gündü sanki. Za­ten oldukça çukurda bulunan köyü koyu bir sis kaplamış, üze­rine ise kara bir bulut gerilmişti. Kuşluk vakti olmasına rağ­men bir ara güneş tutulmasını anımsatan bir karanlık hüküm sürüyor, köpekler havlıyorlardı.
Birkaç aksakallı köyün merkezine toplanmış, bunun neye delalet olduğunu yorumlamaya çalışıyorlardı.
Şakir Mehmet, hayvanlarını çobana kattı, fırından ekmeğini aldı ve ihtiyarların yanına vardı. Tam hal hatır ediyorlardı ki, askerle dolu üç kamyon, özel araçlarıylabirçok mili s ve itfaiyeci köye ulaştılar. O vakit anladılar ki, köye yeniden Türk bay­rakları asılmış! Bu defa iki yere. Köylü, yeniden merkeze akın etti. Yeniden milis “İndireceksiniz!” diye emretti, işi provokas­yon sayanlar ise “Biz asmadık, ama madem asılmış indirilme­yecek!” diye kestirdi. Derken tartışma çarpışmaya dönüştü. 

Bir yandan itfaiyeciler köylüyü ağır basınçlı suyla, göz ya­şartıcı gaz püskürterek dağıtmaya çalışıyor, diğer yandan ise köylü onlara taş toprak yağdırıyordu. İtfaiyelerin, kamyonların camları kırıldı, sorumlu emniyet adamlarından biri taşla

başın­dan vuruldu.

O vakit de ateş emri verildi. Kamyonlardan birinin örtüsü birden bıçakla kesildi ve o ana kadar pusuda duran asker, önce havaya, sonra kalabalığa ateş açtı. Kurşunlardan biri de, dereyi geçmiş Selvi mahallesine doğru kaçarken gencecik Şakir Mehmet Şakir’e isabet etti. Kurşun çenesinin sağ tarafından girmiş, sol kulağının ardından çıkmıştı. Ecel işte, Varna’ dan çekmişti Şakir’i, inananlara göre!..

 

 

                                                                                                                         Sunyto Mehmet

                                                                                                                         22.04.2012/14:10h

************************************************************************

************************************************************************

 

 

 

Canavarlık Eseri

Salih i. Salih
Dobroplodni, Varna
(1950 -1989)

 

Bugüne bugün muhtarlıkta bulunan birey kartında, 3 Mayıs 1989’da beyin ezilmesinden öldüğü yazıyor. Oysa, uzun yıllar Devne’deki “Zavodski Stroeji” şirketinde çimento tahlilcisi ola­rak çalışmış, doğup koptuğu Dobroplodni köyündeki Emek Üretim Kooperatifi’nde nice ağır işlere koşmuş, ama hiç bir vakit, hiç kimseye sağlık durumundan şikayet etmemişti. Gerçi, adı değiştirilince, herkes gibi o da büyük bir ruh kırıklılığına düşmüştü, ama o öldürücü hastalık sayılmıyordu.
O gün de öyle sapasağlamdı. İstirahat vaktinde birkaç arka­daşını toplamış, sokak avlusunu yeniliyorlardı. Akşam üstüydü. Tam temel betonunu dökmüşlerdi ki, bir mili s cipi durdu yanla­rında. Hiç bir izahat vermeden Salih’i toplayıp götürdüler. Bu ilk defa gelmiyordu onun başına. Ad değiştirme kampanya­sından hemen sonra bir akşam köyde protesto çağrıları dağıtıl­mıştı. Salih’i o zaman da ilçe ve il dairelerine çekip, uzun istindak etmişlerdi, ama sağ sağlam evine dönmüştü. Eşi Meliha, anası, oğulları ve arkadaşları bu kez de öyle olacak diye birbirle­rini teselli ediyorlardı. Fakat öyle olmadı.
Ertesi gün Salih’in ölüsünü getirdiler. Kara haber acele köye ve yöreye yayıldı. İnsanlar cenaze merasimine akın etti. Mefta ile birlikte köy milis ve askerle dolup taşmıştı fakat. Cenaze evine gitmek isteyenlerin önü kesildi, içeri yalnız en yakınları girebildi. Mefta, beyaz bir çarşafla sarılıydı. Milis, açılmasına müsaade etmedi, ama dertli ana emir tanımadı. “Oğlumu sapa sağlam aldınız, toprağa ne halde vereceğimizi görmek istiyorum!” diye­rek çarşafı çekti ve açtı. Ve açınca gözlerinin önüne korkunç bir canavar eseri serildi. Salih’in alnının üstünde kırmızı benek­ler, kafatasının arkasında ise büyük bir delik vardı. Göğüsleri ve karnı bitevi mordu. Ayakları buruktu. Birinde kesik, ikisinin topuklarının arkasında ise hala kanayan yaralar vardı. Salih, öyle, hiç yıkanmadan, geleneksel cenaze töresinden mahrum, bir saat sonra Bulgar adıyla, Bulgar mezarlığına toprağa verildi.

 

                                                                                                                     Sunyto Mehmet

                                                                                                                   25.04.2012/20:20h

************************************************************************

************************************************************************

 

 

Gazi

Gazi İsmail
İvan Şişmanovo, Razgrat
1946 -1988

 

Evet, adı Gazi’ydi. Manasını iyi biliyordu ve çok seviyordu adını. Adeta gururlanıyordu onunla. Bazı kadeh dostları, sohbet esnasında “Neren gazi senin ba, Gazi?” diye espiri yapıyorlardı, ama o ciddiye alıyordu işi de “Başımıza ne geleceği bilinmez, belki gün gelir de gazi olurum, arkadaşlar.” diyordu.
Maalesef, Gazi’nin de dediği gibi, akla gelmeyenler başa gelmişti. Malüm ya, “Soya dönüş” diye tarihe giren nice nice acılarla yüklü o unutulmaz süreç, Bulgaristan Türk aydınlarını toplu halde ülkenin uzak ve ıssız bölgelerine sürgünle başla­mıştı. Kara sicillerin birinde İsperih belediyesi İvan Şişmanovo­lu Gazi İsmail de vardı. Otobüslere doldurulmalarıyla, kendi­lerini Tuna boyu kenti Lom’da buldular. İşte orada oldu ne ol­duysa. Bir sürü işkenceler sonucu, tüm tepkilerine rağmen iradesi buruldu. Günay’ı ile Hayri’si kadar sevdiği adı zorla değiştirildi. Uzun zaman sonra, eve Galin adıyla döndü.
Bir şeyler yaparak adını savunmalıydı. Ama nasıl, nerede ve kimlerle?! Şimdi artık hep bu sorun kurcalıyordu beynini. Çiftçilik, tornacılık, tesviyecilik, tüm inşaat işleri nice nice ara­nan becerilikleri vardı, ama o duracak bir yer bulamıyordu adeta. Biraz ara verdi, çalışmadı. Nihayet İsperih Fayans zavodunda işe başlamıştı ki, bir akşam eve dönüşünde üç milis erdi ardından. Aralarından biri çantasından çıkardığı zarfı uzatarak “Bu sana” dedi. Gazi, zarfı aldı. İçinden bir mahkeme kararı çıktı. Gözlerine inanamadı. Zarfın üstünü bir kez daha okudu. Evet, ona aitti ve üç yıl mahpus cezasına çarptırıldığı yazıyordu. Şaşarak:
– Bu ne demek? diye sordu. Benim hiçbir suçum yok. Sonra, istindağa ve davaya çağırıldığımı da hiç hatırlamıyorum.
– Biz yanıt vermeye değil, seni toplamaya geldik, diye kesti onun sözünü aynı milis sert sert. Hemen hazır ol ve cipe bin! Yarım saat vaktiniz var! Ötesini vardığın yerde anlarsın!…
Evet, sonra anladı. Beleneydi vardığı yer. O sıralarda tüm Türk aydınları sürüldüğü o bataklık, sivri sineklik ve dayağı bol cezaevi denilen cehenneme. Girdi de bir yıl çıkamadı ora­dan. Ne çektiğini bir o biliyordu, bir çektirenler! Nihayet bir akşam yine “Hazır ol!” emri verildi. Eve değil ama, bu kez de Bobovdol yolunu tuttular milisle birlikte. Tam iki yıl sonra dön­dü evine.
Mahpusluk süresinde ve ondan sonra da bir hayli vakit Gazi, cezasının nedenini soruşturdu hep. Ve her soruşunda da yetki­liler sağ elindeki döğme ay ve yıldız nakışına hemen bir göz atıp “Biraz coşkun, azgınsın da bu kargaşalı günlerde bir şeyler yapmayasın diye seni biraz içeri aldık” diye yanıtlıyorlardı kı­sadan riyakarca gülerek.
Bu “Biraz içeri almak” pahalıya çıkmıştı Gazi’ye. Ondan sonra ıhmadı. Çehre, sağlık, sinirler bozuldu. Belene’de başla­yan o başağrısı gittikçe üsteledi. Geceleri bağırarak uyanıyor, ondan sonra da ne kendi uyuyabiliyordu, ne de yanındakileri! Eşi Remziye’nin “Neyin var, ne bu korku, bu belinleme?” soru­larına ve tesellilerine yalnız derin derin içini çekerek: “Ne bilir­sem, onu ben biliyorum” deyip geçiyor, hiç sakinleşemiyordu. Doktorlar da derdine bir çare bulamadılar. Uzamadı, yaşamını yitirdi!

 

                                                                                                                            Sunyto Mehmet
30.04.2012/21:55h
************************************************************************
************************************************************************

Ona “Son Şehidimiz” Diyorlar

Salimehmet R. Şefket
Liiskovo, Kırcali
(1952 -1989) 

 

Salimehmet, Haskovo Tıp Teknikumu’nu tamamladıktan sonra uzun yıllar Petelovo, Minzuhar ve doğup yetiştiği Las­kovo köylerinde sağlık hizmetlerinde bulundu. Okulunu başa­rıyla bitirmiş, birçok alanda teşhisIeri bazı doktorlardan daha başarılı koyabilen, elleri şifalı bir kişiydi. İnsanları çok seviyor, hiç bir vakit, hiçbirinden yardımını esirgemiyordu. Onun için kendisi de onların güven ve sevgisini kazanmıştı.
O, neler neler beceriyor, nice nice dertlere derman buluyordu da, iki şey yapamıyordu yalnız: ikiyüzlülük ve çaşıtlık. Oysa, hele de Türk asıllıysalar eğer, o kadar işiyle, gücüyle değil de, partiyanın hattını sayanlar, yayanlar, eylemlerine özveriyle katı­lanlar değerlendiriliyorlardı o zamanlar.
Sağlık hizmetlerinin çözümlenemedik yönleri ikinci plana bırakılmış, okul, çocuk bahçesi, mahalle mahalle gezip, izle­yerek, her ayın sonunda, ilgili makamlara kimin, ne vakit, nere­de, kime oğlunu sünnet ettirdiğine dair rapor vermesini isti­yorlardı ondan da. İşini sevmesine seviyordu da işte bunu ya­pamıyordu Salimehmet. Meslektaşlarıyla düzenlenen bir bele­diye müşaveresinde, köyünden üç çocuğun sünnet edildiğini gereken makamlara bildirmediğinden dolayı, belediye , yetkililerinden biri yerle bir etti onu. Ondan sonra da peşine düştüler, ardında gölge gibi gezdiler gece gündüz.
Çok geçmedi, bir günde bölge emniyet müdürlüğüne çekildi, Köylerindeki meyhanede söylenmiş ve kulaklarına ermiş bir protesto sloganının failini ispatlandırmasını istiyorlardı bu kez.
Evet, tüm haklarını ve adlarını kaybetmiş efkarlı soydaşla­rımız, bu sayıda Laskovo’lular da, yer yer ve zaman zaman açılıyorlardı birbirlerine. Salimehmet’in de kulak misafiri ol­duğu vardı böyle konuşmalara. Ama nice nice işkenceler, saat­lerce süren sorgularda her şeyi reddetti, kimseleri ele vermedi. Eve bitkin çok bitkin döndü.
Kendisinden istenenler, her vakit ve her yerde izlenmesi, Salimehmet’i çok üzüyor ve eziyordu. Sinirleri adamakıllı geril­miş, insanlardan uzaklaşmaya başlamıştı. Saatlerce yalnız kalıp derin derin düşünüyordu. Hap üstüne hap alıyor, ama yine de bazı geceleri gözlerini kırpmadan geçiriyordu.
Zorla Bulgarlaştırmayla, Türk azınlığını eritemeyen T. Jiv­kov, ondan arınmak amacıyla “Büyük geziyi” düzenlemişti. Bu, aslında bir “tavşana kaç, tazıya tut” oyunuydu. Kimilerine iki saatte pasaport verip hızlandırıyorlar, kimi gitmek isteyenleri ise nankör ve vatan haini olarak niteliyorlardı. Bütün arzularına rağmen Salimehmetler yurdu terk edememişler, fakat eşi Hüs­niye ‘yi muallimelik görevinden uzaklaştırmışlardı.
Çoğunluğunun, evini yerini parasız pulsuz bırakıp, pala pırtısıyla “gezi” kuyruklarına dizildiği o kargaşalı günlerden birinin akşamında yine Laskovo köyünün bir evinde 40 dola­yında çocuk sünnet edildi. Gerçi, sünnetçi, Bulgar ve uzmandı ama eylem yine Salimehmet’in köyündeydi! Yine sorguya çekilecek, yine sünnet raporu yazması istenecekti! ..
Daha ertesi sabah bölge kliniği baş hekimiyle köyün güvenlik ve emniyet sorumlusu Laskovo’ya geldiler. Onları sokağın bi­rinde gören Salimehmet, işyerinden kaçmayı başardı. Eve vardı, ama morali çok, çok bozuktu. Durumunu sezen eşini bağ­rına basarak “Ben çok, ama çok sıkıntıdayım” diye itiraf etti. Doktora gitmeyi kararlaştırdılar. Ama ertesi gün yine işyerine diye evden çıktı ve çıkış o çıkıştı, bir daha eve dönmedi.
Nevriye bacı ve eşi Hüsniye kuşkulandılar, köylüyü ayağa kaldırdılar, ta ikindi üstü yakındaki baraj ın kıyısında önce ayak­kabıları, sonra da bulanık sularda cesedi bulundu!’.
Ardında bağrı yanık anasını, çok sevdiği eşini, baba şefkatine doymamış, biri beş, diğeri yedi yaşında iki oğlunu öksüz bırakıp gitti. Ona “soykırırnın son şehidi” diyorlar. İnşallah öyle olur ..


Sunyto Mehmet
01.05.2012/22:05h

Reklamlar