osman bulbul Osman BÜLBÜL

Konu:  Ezilmişliğimiz ve “Büyük Göç” bilgelik hazinesi olamadı.

 

“Soya Dönüş” saçmalığından, sürgünlerden, toplama kampları ve hapishane çilesinden sonra aramızdan farklı, daha yüksek ruhlu, mert, yılmaz, asla teslim olmaz insanlar çıkmasını beklemekte haklıydım. Ne var ki, bu beklediğimiz gibi olmadı. Bizim üzerinde dozu çok yüksek bir  hipnotik etki yapılabildiğine de inanmıyorum. İçerdeyken biz olağanüstü sabır ve tahammül gücüne sahip olduğumuzu göstermeye gayret ettik. 1985-1989 zulüm dönemini anlatan birçok aydın arkadaşın Türkiye’ye kovulduklarında yazdıkları eseri okudum. Bu yazılı anlatımın içinde açılmamış gerçeklik kuruları olduğuna inanıyorum.

Ben bu yazımı Viyana’da kaleme alıyorum. Cumartesi Pazar burada çıktığımız kahvelerde kendi aramızda kırdığımız cevizlerde ve gevelediğimiz konularda şimdi işaret etmek istediğim bir gerçek sırıtmaya başladı. Burada da olsa biz içini dökmeyenlerden korkuyoruz. Yazıp çizenler yalan yanlış kendini anlatıyor. Bildiklerini döküyor.

Ahmet Şerif Şerefli‘nin “Önce Düşünceler Kelepçelendi”, “Türk Doğduk Türk Öldük”, “Sen İstanbul’a Gelme” gibi eserlerini okuma fırsatım oldu. Torlak’ta  (Hlebarovo) doğup büyüyen ve Bulgaristan Türk kimliğinin boy atmasıyla yetişen bu yazar ve şairimiz, hapishane zulmüne rağmen ahlak ve ruh çöküntüsü yaşamadan örnek olmayı başarmış bir kardeşimizdir. Türklük açısından sönüp solan hayatın bir bahar gibi yeniden ve yeniden yeşerip açacağına inandığı için yapıtları aranır ve okunur. Çünkü bir okuyucunun bir eserde aradığı yeni umuttur. Halkın yanında ve içinde yetişen bizim kuşak aydınların, yaradılışımızda iyilik, merhamet ve inanmak olduğundan ve o da bizlerden biri olduğu için, biz gibi o da defalarca aldatılmış, ay ışığında şakıyan Deliorman mısır koçanlarının  her birinin içi yüzde yüz kaliteli olduğuna inandığı için, güveleri görememiş, kendisini hapse attıran hainleri fark edememiştir. Örneğin, Sofya’da yıllarca dostluk ettiği, evine gittiği, dert paylaştığı muhbirlerden biri olan Ahmet Doğan’ın içini okuyamamıştır. Durum böyle olunca, yanlış fikirler Bursa’da 6 ayda kaleme aldığı “Türk Doğduk Türk Öldük” eseriyle de hem soydaşlarımızı, hem Ankara’yı, hem de Bulgaristan’daki kardeşlerimizin ruhuna istemese de, bilinçsiz de olsa zehir akıtmıştır. Bu zehrin dozunu arttıransa, onu zikrederek yeni kalın eserler yazan Prof. İbrahim Tatarlı 26 yıldan beri kalkmayan sis perdesini daha da kalınlaştırmış ve göz gözü görmez duruma gelmesine katkı vermiştir.

Fakat burada beni yakından ilgilendiren başka bir olay var.   Öncelikle hapisten çıkanların tutumu aklımdan çıkmıyor. Onların, aynı zulmü gördükleri, aynı ayrılığı yaşadıkları, aynı çilede ezildikleri için ortak hususiyetleri olması gerekirdi. 1989 Mayısından Aralığına kadar zindan kapıları sonuna kadar açılırken, sürgünden salıverilenler de bu kalabalığa dahil, hepsinin gözleri dışarıda, kaçıp kurtulmada, def olup gitme noktasında kolaylıkla buluşuyordu. Oysa bu kahramanlarımız, Türklük davamızda, adalet, hak ve özgürlükler uğruna, demokratik ve azınlık haklarını tanıyan bir toplum için, totalitarizme, baskı ve teröre, T. Jivkov katiline karşı kavgamızda aydın, öncü, en yürekli entelektüel kadrolarımız, umudumuzdu. Ne oldu da, ellerindeki çapalarla, satır ve tırpanla tankları durduran Türk kişiliği birden bire değişti. 100 yıllık bir davanın doruğu olan Mayıs 1989 Ayaklanmamızın ateşi nasıl oldu da ansızın söndü, közleri yeni kıvılcım vermez oldu. 44 adet gizli direniş örgütünün başkan ve yardımcıları içerdeydi. Onlardan her biri günde dava uğruna 10 söz etse 440 söz eder, bir ayda bu 13,200 sözdür. İçerde kalma süresi ortalama 2 yıl 2 ay olarak hesaplandığında 343,200 yani kalın bir kitaptır.  Öyle ama anlatılan, azılıp okunan bu kitap bizimkileri daha da yüreklendirmediği gibi, birbirlerine kenetlenme işinde de işe yaramamıştır. Onlar arasında, şair Nuri Adalı gibi 24 yıl içerde çürütülenlerden ayrıca söz etmek gerekir.

Aklıma şöyle bir soru geliyor. Karanlık kendiliğinden insanı hain yapar mı. Yapmaması gerekir, çünkü içeri düşenlerimiz Türklük davası idealistleriydi. Kuşkusuz, onların bitirdiği Türklük akademisi, hayat Akademisiydi, yolu dikenli, cezbeden yanları ancak yürekte yaşar, kendisi ikna olmamış biri başkalarına hiç bir şey telkin edemez. Bizim davamız öyle derinlerden su alıyordu ki, türküleşseydi “karşında esirim” mısrasıyla başlardı. Cevap bekleyen soru şudur: Dengemiz (muvazene) ne zaman bozuldu? İçerde ne oldu da herkes portal kapıdan başı bükük çıktı. Sanki her birimiz kendimize mahsus benliği, direnişçi kimliğimizi yitirmiştik. Cevap ararken, içeride Türk milli birliğimizin bombalandığını, parçalandığını ve hurdaya atıldığını düşünüyorum.

Hak ve Özgürlükler davamızda “ilk balta salanımız” olan Bulgaristan Türklerinin Milli Kurtuluş Hareketini daha 1986’da doğup büyüdüğü Dobruca köyündekitek katlı evinin samanlığında arkadaşlarıyla birlikte kuran ve sonra hareketi Ahmet Doğan’a devreden ve ikisi beraber Pazarcık Hapishanesinde yatan Necmettin Hak’ı Sofya’da “Grad Hotel Sofya” hotelinin ikinci katında yapılan DOST partisi kurucu inisiyatif toplantısında dinledim. Çok ateşli konuştu. Yaşına göre kıvılcımlar saçtı. Bulgar milliyetçiliğini tuzla buz etti. “Başlattığı davanın Ahmet Doğan tarafından satıldığını” söyledi. Konuşmacının davadan vazgeçmediği, yorulduğu zaman okuyarak dinlendiği, halkla ilişkisini koparmadığı belliydi. Evet o yılmamış, ama aldatılmış biriydi. Halkımız “Bir defa aldatılan bir daha aldatılır“, “Topal koyun ancak kasaphane yolu bilir” demez mi?

Kuşkusuz, birkaç ay önce yapılan bu inisiyatif toplantısında, Necmettin Hak’ı dinlerken benim aklımda doğan fikir şu oldu: “İnsanın soyu bir, huyu bindir!” Biz hepimiz Türk Müslüman köklerinden gelsek de, 1985 mahpusçuluğundan sonra birbirimize kıymadan vazgeçmedik, olanlardan sanki kendimiz sulu ve sorumluymuşuz gibi  davranıyoruz. Görüldüğü üzere bazılarımızdan idareci yaptılar. A. Doğan lider oldu. O da içinde kötü huylarımızın bir çoğunu taşıdığını gizleyemedi. Anlaşılan Bulgar istihbaratı Rus KGB casusluk organında insanda 2 216 iyi ve kötü huy olduğunu, bu toplamda 850 tanesinin iyi huy, ama 1 366 adet de kötü huy olduğunu öğrendikten sonra iyi huyları öldürme reçetisi de öğrenmiş ki, viski içire içire, kendisine çalışmadan para vere vere ruhunda iyilik adına ne varsa bire dek zehirledi ve çürük dış gibi söküp attı.

Halkımız kötü huyluları tanır. Fakat  halkla olan ilişkilerini koparan Doğan’ın adam kullanmayı  seven, aç gölü, gösterişçi, afralı tafralı, ağız kafalı, ahlaksız, akidesi bozuk, akşamcı, alık salık, hava atan, Allahsız, alkolik, yolsuzluk yapmayı seven, sözünde durmayan,  insanları aldatan, avantacı, aynasız, baldırı çıplak, basiretsiz, bozuk, başı dumanlı, başına buyruk vb. olduğunu hemen anlayamadı. Tuhaf olan, kendisine yıllar yılı inanan, akraba olduklarını saklamayan Necmettin Hak’ın Pazarcık hapishanesinde, hainlik kursu öğrencilerini tanıyamamış olması, dikkat çekicidir. Ateşli konuşmasına rağmen, nasıl tuzağa düşürüldüğünü,  başımıza sarılan felaketleri 30 yıldan sonra anlatırken, hatta demokrasi kahramanı olarak devlet nişanı alırken, neden “iş böyleden böyledir” demedi. DOST partisinde ne gibi rol oynayabilir?  DOST ateşi eski ıslak söğüt kütükleriyle tutuşup alev alabilir mi? Herkes görüyor, dönem değişti, nesil değişti, 10 bin aydın Türkiye’ye ve Batı Avrupa ülkelerine kaçtı. İşte ben de burada bir emekli maaşı aldım ve sosyal zayıflar sürüsünde olsam da,  devamlı yakınanlar arasında kendimi anlatamama derdinden erimektense, Viyana’da “Moca” kahvesi içip, bizim mor eriklerden yaptıkları “Strudel” dilimlerinden yerken kendimi avutuyorum. İyi ki Tv yayınları var ve dünya siyasetini yakından izleme fırsatı bulabiliyoruz. Türk kanaları devamlı izleniyor.

Sözün özü, 1989’dan sonra dağılmamızın çok kötü olmasıdır. Viyana kenarında oturduğum  mahalleden Bulgaristan’a akan Tuna ırmağına bakıyorum, bazen  rüzgar suyun akışına ters esince, sanki vatanımdan, meyve bahçelerinden, tozlaşmaya hazırlanan buğday ovalarının mis koku  getiriyor burnuma ya da bana öyle geliyor. Hapisten çıkınca hevesimiz neden kırıldı? Davayı elimizden nasıl oldu da kaçırabildik? Şimdi DOST partisi bu öz görevi gerçekten üstlenebilecek mi? Bu sorunlar üzerimde beni gece gündüz angaje  eden, rahatsız eden düşüncelerimi siz kıymetli okurlarımla  paylaşmak istiyorum. Vatanımız o kadar güzeldi ki, bir an olsun aklımdan çıkmıyor.

Soruların sorusu ise şudur: Eğer davamızın bir bölümü ilham ve üç bölümü terse biz neyi kaybettik?  Bu soruya yanıt bulmak için bazen köstebek olup çok derinlere girmek istiyorum. Sorunun cevabını bulabilmek için tilkinin peşinden koşan bir avcı gibi gece gündüz koşmak, çeşit çeşit çiçeklerden bal toplayan bir arı gibi bilgi toplamak ve hatta hiç acele etmeden bir karınca gibi bunları depolamak ve sonra olayların gerçek özünü görebilmek istiyorum.

Davamız ortaktır.

Reklamlar