Tarih: 18 Şubat 2018

Yazan: Dr. Nedim BİRİNCİ

Konu:   Bulgaristan’da ana çelişki azınlık hakları olmaya devam ediyor.

2017 yılında Bulgaristan’da ulusal kapsamlı ve geçerli 6 sosyolojik araştırma yapıldı.

Bunlar değişik ajanslar tarafından, 26 Mart 2017 erken meclis seçimlerinden önce ve ardından yapılmış olsa da, sonuçlarında ülkenin “buzlanmış bir bataklık” olduğu ortaya çıktı. Bunu söyleyen biz değiliz. Sosyolojik araştırma ajansları kendileri bu sonuçlara varmıştır. Hatta bazı yayınlar, ülkemize üzeri buz tutmuş olduğundan dolayı, “bataklığa”  “göl” dedi.

Bu bataklığın suyu ya buharlaşacak ve yağmur olup rahmet olarak geri dönecek, ya da toprak bu suyu içecek ve suyu içilir bir ayazma olarak geri verecektir. Bu bizim vatanımızın geleceği olacaktır.

Olayı siyaset alanına çektiğimizde ortaya şu çıkıyor:

Bulgar parlamentosu Dış İşleri Komisyonu Başkanı Bayan C. Grozdanova, günümüzde Bulgaristan’da ve Avrupa Birliği’nde en önemli sorunun “azınlıkların statüsü” olduğunu “Kanal 3” TV’de ekranında söyledi.  Burada “statü” anlamı yalnızca “durum” değildir. “Hukuksal tanımda” statü kanunlarla düzenlenmemiş bir toplumsal durum anlamındadır. Başka bir değişle, Anayasa ve yasalarda azınlıkların hakları her almıyor, demektir. Burada, azınlıklara ayrıcalık ya da öncelik tanınmasını isteyen sok, istenen azınlıklardan olan vatandaşların sivil toplumda eşit haklı olmasının sağlanmasıdır, ama yalnızca kâğıt üstünde değil, gerçekten uygulamada da bu böyle olmalıdır.

Bugün 72 bin Türk isimlerini geri almaktan korkuyor. Korkmamalıdır. Neden korkuyor, çünkü Türk ismiyle iş bulamayacağından, pasaport alamayacağından, sınırda sorun yaşayacağından, çocuğunu istediği okula yazdıramayacağından, işsiz kalmaktan, korkuyor ki, bu “faşist” ve “totaliter” bir korkudur.

Halkımız sindirilmiştir. Bu iki işaret edilen toplumun ikisi de “ırkçı” yani  “ayrımcı” anlayışa dayandığı için, halka yıllarca kan kusturduğu, ailelerimizi parçaladığı için” korku dehşeti aşılamamış olduğundan dolayı, nesilden nesile geçmiş, çöreklenmiş ve bizi boğmaya devam ediyor.

Azınlıklarla ilgili bu gerçek, Fransa, Belçika, Romanya, Bulgaristan ve başka birçok ülkede de çözüm bekleyen bir sorundur. Fransa nüfusunun üçte biri Cezayirli, Faslı Tunuslu vb Afrika kökenlidir. Bu kişiler üçüncü ve dördüncü nesil Fransa’da yaşasalar, Fransızlar gibi Fransızca konuşsalar da onlar bir azınlıktır ve onların ”azınlık” sorunu çözülmemiştir. Kuşkusuz bu sorunlar çözülmeden Avrupa Birliği’nin gerçekten bütünleşmesi bile bir dereceye kadar olanaklı olamaz. Belçika da ikiye bölünmüş değil mi?

Şimdi Bulgaristan “Chengen” bölgesine girince bu sorunu defterden sileceğini hesap ettiğinden, bu konuda ısrar etse de, Bulgaristan’ın Sofya olmadığını, ülkenin en büyün etnik azınlığı olan Çingene topluluğunun getto-mahallerde barındığını herkes görüyor. Örneğin, şu dönem yani Avrupa Konseyinin Sofya dönem başkanlığında Makedonya’nın AB üyeliği sorunu gündem oluyor. Belki de 2025’te olabilir fikri sivrildi.

Soruyorum? Makedonya AB’ye girdiğinde Makedon dili resmi dil olarak AB dillerinden biri olursa, nüfusunun üçte biri olan Arnavutların dili ne olacak, baskı ile unutturulacak mı? Kanımca sorunun ciddiliği anlaşıldı. Çünkü Romanya’da da nüfusun üçte biri çingenedir.  Bulgaristan tablosundaki renkler de aynıdır.

Bizde gündemindeki ikinci temel sorun ise, “gerçek özgürlüklerin” olmamasıdır.

Bulgaristan’daki özgürlükler sözde “özgürlüktür.” Şöyle insan hakları ve özgürlüklerin gerçekten oluşması ve gelişmesi doğal bir süreçtir ve bizim toplumun bütününde bu yaşanmamıştır. Ancak azınlıklar arasında bir savaşım yönü olarak gelişmiş ve çoğunluk tarafından sürekli bastırılırken, çoğunluk kendini özgürlükçü olmaktan men etmiştir. Bulgar toplumu her zaman rejim gücünden yana olduğundan dolayı baskı aracı olmayı kabul etmiştir.

1990 Anayasa’sının hazırlanıp onaylanması sürecinde, Bulgarlar “soya dönüş süreci” ve Bulgar demokratlarına karşı uygulanan terörden hesap sorulmasın diye totaliter dönemle iplerini koparmadı ve hatta 1945’te yasaklanan faşizme yeşerme kapısını aralık bıraktı.

Bulgar halkının ve ülkede yaşayan tüm azınlıkların hak ve özgürlükleri, 1973–1989 komünist-totaliter yasaklarından koparılmadı. Totalitarizm gömülmedi, totalitarizm ile demokrasi arasında hesaplaşma olmadı. 1990’ Anayasasında totaliter sistemden tamamen koptuğumuz, halkın özgürlüklerine kavuştuğu, azınlıklara hak ve özgürlüklerinin tanındığı ve ülkede sivil toplum düzeni kurulacağı yazılmadı. Bu Anayasanın girişinde Bulgaristan’ın sosyal ve demokratik bir devlet olduğu yazıyor, fakat artık 28 yıldan beri bu sözler burada kök salamadı. Hele hele etnik azınlıkların hak ve özgürlükleri konularında bir adım ileri adım atılamadı.

Bugün Bulgaristan’da faşizm (1934–1944) dönemi mi daha kötü idi, yoksa totalitarizm  (1973-1989) dönemi mi daha kötü idi kavgası devam ediyor. Kimse biz faşizm ve totalitarizimle bağlarımızı neden koparamadık sorusuna cevap aramıyor. Artık kavga şeklini alan bu didişme sokak ve meydanlara, radyoda, TV ekranında ve gazetede, mecliste, kısacası her yerde durmadan kaynıyor. Başbakanı, Başbakan Yardımcılarını ve bakanlar, devlet kurumları birbirine düştü.  Örneklemek gerekirse: bugünkü Başbakan Yardımcısı, Savunma Bakanı, Bulgaristan yakın tarihinin en kanlı, en barbar ve demokratik cepheden en fazla kurban almış bir örgüt olan İç Makedon Devrim Örgütü VMRO Başkanı Krasimir Karakaçanov’un babası 1945 Halk Mahkemesi tarafından pek çok insan canına kıydığından dolayı “faşist” ilan edilerek ölüm cezasına çarptırılmıştır.

Halk Mahkemesi kararıyla idam edilen 246 kişiden biridir. Biz faşistlerin evlatlarından demokrat ya da liberal yetişeceğine inanmıyoruz. Kabak kabaktır, karpuz karpuzdur.  Bulgaristan’ın yakın tarihinde 2 başbakan ve birçok bakanı öldürmüş olan faşist zihniyetin kiralık katiller örgütünün lideri şimdi kalkmış “barışalım”, geçmişi unutalım, el ele tutunup beraberce yürüyelim çağrısında bulunuyor.

17 Şubat 2018 günü en azgın faşist örgüt olan “Lukov nümayişine” katılanlara “hey ne yapıyorsunuz, dağılın!” demiyor. O, “Gelecek Bizimdir!” diye pankart taşıyan faşist gençlerin dağıtılmasını istemedi. Bu olayların en kötü tarafı ise, bu kavganın ve faşist hortlamanın Sofya’da dönem toplantısı yapan Avrupa Konseyi’nin gözü önünde yapılmasıdır. Başkentimizin hortlayan Avrupa gericiliğine başkent yapma çabalarını alkışlıyorlar. Bu bu kahverengi veba sürüsüne katılamayız. İkinci Dünya Savaşı sırasında Bulgar ordularını Stalingrat Cephesine gönderemeyen bu Hitler’ciler, Türklerden asker toplayıp ölüme gönderme hesapları yapmıştır. 20 bin Yahudi ve Çingeneyi “Treplika” toplama kampına gönderen ve orada yakılmalarına seyirci olanlar bunlardır. Biz bu zihniyetle birlikte olamayız.

Bugün her şey değişmiş gibi görünse de, ne yazık ki değişmedi.

Bulgaristan toplumunda şöyle bir sorun da tartışılıyor: “Dünyayı yöneten nedir? Korku mu? Bilgelik mi?”  Yapılan anketlerden alınan sonuçlar: “Günümüzde dünyayı para ve enformasyonun (bilgilendirme)yönettiği” fazla puan alıyor. Politikacılar insanoğlunun kendini parayla alıp satılan bir meta (mal) olarak gördüğünü söylüyor.

Bizde 1990 Anayasası koşullarında yetişen ve artık 20-30 yaşında olan kuşağın irade kodlarının başında gelen budur. Bu nedenle, ben kendimi Bulgaristan’da ucuza satmaktansa gidip İngiltere’de, İrlanda’da daha pahalıya satayım zihniyeti üstünlük sağladığından dolayı 3 milyon vatandaşımız ülkeyi terk etti.

Bu gidişin yön değiştirmesi için, yani gidenlerin geri dönmeleri için, vatandaşlarımızın içlerindeki korkuyu yenmesi, çağresizlikle başa çıkabileceklerine inanmaları, fırsat bulup bilinç değiştirmesi, bunu yapabilmek için de birçok şeye katlanması gerekiyor. Fakat yeni kuşakta böyle bir yüreklilik ve atılım hazırlığı gözlenmiyor.

Genç kuşak 1990’lı yıllarda s.o. Geçiş Dönemi karışıklığı içinde, okul göremedi, diplomalı olsalar da kendilerinde gerekli birikim yok, işe gidenler hiçbir nitelik gösteremedikleri gibi, kendi çocuklarını da özgürlükçü ve  yaratıcı bir ruhla yetiştirme hevesiyle yaşamıyorlar. Bu nedenle okul programları ve okullardaki durumu yansıtan TV programlarında, gazetelerde çıkan yazılarda, belediye meclisi toplantılarında çok sık olmak üzere okul içi şiddetten, önü alınamayan baskılardan, öğretmen ve hademe dayağından, lise öğrencilerinin aralarında  paralı meydan dövüşü örgütlediğinden, 13’ünde ana olmuş öğrencilerden  söz edildiğini siz de görüyorsunuzdur.

Genç kuşakla ilgili toplumsal bilinçte bir stop ediş, bir donmuşluk ve buzlanma yani çaresizlik var. Öğretmenin müdürü suçladığı ve çözüm için her defasında polisin çağrıldığı bir ortamda, barış ve huzur sağlanamaz. Hayat durmamış, fakat gençlerin kafalarının içi durmuş ve bu çok tehlikeli bir “statü” bunu kabul etmek zorundayız.

Azınlıklarımız olayların tam göbeğindedir.

Sözün özü, Bulgaristan’da hayat sevgisinin buharlaştığına tanık oluyoruz. Şubat ayında vatana iki defa gidip geldim. Bendeki derin izlenim şudur. Halk “dün ve gelecek” kavgası yapıyor. İki cepheye ayrılmışlar. Dünle ilgili birbirlerini boğazlamışlar. “Faşizm” mi daha kötüydü, yoksa “totaliter toplumda” mı daha çok çektik sorusuna cevap arıyorlar. Kimse, Bulgarların arasında iyi olan olsa bile,  biz “Bulgarların hepimiz kötüyüz” Pomaklara, Türklere ve Çingenelere çok çektirdik, Allah bizi af etmez, demiyor. Bu arada, dün üstüne anlaşamayan insanlar, yarın konusunda da anlaşamayacaklar, çünkü bugün aslında yarının kendisidir. Bugün aramızda kavga ediyorsak, yarın da edeceğiz, demektir.

Pomaklar 20. yüzyılda bu kavgadan bıkmış usanmışlar. Bir gruba Pomak kardeşle görüştüm. Bize “Pomak”, “Bulgar Muhammed ’i”ya da “Hıristiyanlaştırılmış Bulgar” demesinler. Biz “Ahretçiyiz” dediler. Bu dünyadan iyi kötü nasibimizi almış, geçen yüz yıl boyunca kıyamet yaşamış ve mutluluğu öteki dünyada, cennete arayanlarız, diyorlar. Bir halk topluluğunu hayal kırıklığına uğratmak ne kadar büyük bir günah!

Ucunda para olmayan iş yapmıyorlar?

Bulgar “bataklığı” donmuş olsa da, toplum gece gündüz kaynamaya devam ediyor. Gösteri yürüyüşleri, mitingler, kavgalar, direnişler, toplu gösteri ve istekler bitmiyor. Bulgar totaliter zihniyeti tepesindeki “azınlıklarla” ilgili çekişme de kıvılcım saçmaya devam ediyor.  Geçen hafta, Ahmet Doğan tarafından kapana düşürülen Türk seçmenlerin 13 Kasım 2016’da verdiği 450 bin oylarla Cumhurbaşkanı seçilen Rumen Radev Bulgaristan Türkleri konusunda boyasını açığa vurdu. Şubatın sonuna kadar, Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov’un ev sahipliğinde, Avrupa Konseyi yönetimi, Avrupa Birliği ülkeleri hükümet başkanları ile  Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan arasında Varna’da yapılacak görüşmede bir “Türkiye Bulgaristan İç İşlerine Karışmama Bildirisi” kabul edilmesini teklif etti. Fikrini açıklarken, 26 Mart 2017’de yaşananın yaşanmamasını, “seçimlerde Türkiye’nin Bulgaristan’ın iç işlerine karışmamasını istiyoruz” vurgusunu yaptı. Son seçimde Bulgar faşist partilerin Türk seçmene sandık başında, sınırda ve yol boylarında otobüslerden indirerek saldırdığına işaret etmedi bunu kınamadı. Seçim şiddetinde gerçekleri çarpıtması  R. Radev’in ikiyüzlü hareket ettiğine bir işaret oldu. Çünkü o 13 Kasım 2016’da Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan Bulgaristan Türkleri “bana oy vermesinler” dememişti. Onların oylarıyla seçildiğine göre Bulgaristan Türklerinin vatandaş haklarını savunmak zorundadır. Seçim adaletinden yana konuşmalıdır. O bizden aldığı 450 bin oyla Cumhurbaşkanı oldu. Bu durumda Hak ve Özgürlükler Partisi Genel Başkanı Mustafa Karadayı’nın protesto bildirisi yayınlaması gerekirdi, Sayın Cumhurbaşkanı insan hakları kırmızıçizgisini, çifte vatandaşların oy kullanma, seçme ve seçilme haklarını çiğnediniz demesi gerekiyordu, fakat nerede… Bu konuda,  Lütfi Mestan’ın da susması dikkati çekti. Bursa’ya gidip Turhan Gençoğlu’nun “birleşme toplantısında” ah bir birleşsek, “ah bir birleşsek ve beni yeniden HÖH Genel Başkanı yapsalar, ben bilirim yapacağımı!” hesapları sayıklamaktansa, bir basın toplantısı düzenlemesi iyi olurdu. “Bu ülkede Anayasa değişikliğine ihtiyaç var, şimdiki Anayasa totaliter zihniyetin ürünüdür, halk düşmanlığının uzantısıdır,  hak ve özgürlüklerimizi, demokrasi ve adalet istiyoruz” diyeceğine, dağ bayır av kovalıyor, hayal kuruyor. Biz son haftalarda faşizm ve totalitarizm tartışmasında, Bulgaristan azınlıklarının çekilerini, totalitarizm yıllarında gördüğümüz zulmü” kınayan bir yazı yazmasını da bekledik, ama nerede, artık ucunda para olmayan iş yapmaz oldular.

Sivil toplum dokusu olmayan yerde demokrasi olamaz.

Bulgaristan Cumhurbaşkanı Radev, yeni bir Türkiye-Bulgaristan Deklarasyonu hayal ederken, Türkiye’de soydaşlarımız arasında gelişen sivil toplum hareketlenmesinin yolunu kesmeyi, bilinçlenmemizi Türkiye’de boğmayı, seçimlere katılma, seçme ve seçilme gibi en temel demokratik insan haklarımızı yok etmeyi hedefliyor.

Bulgaristan’da kamu diplomasisinin yolunu tıkamak istiyor. Bilindiği üzere, Bulgaristan Türklerinin 1985’te İstanbul Taksim Meydanında isim değiştirmeye, anadilimizi yasaklama, camilerimizi kapatmaya karşı ve geleneklerimizle yaşamamız için, hak ve özgürlüklerimizi savunan mitingi, kamu diplomasimizin doruk noktası olmuştu.  Bu büyük şahlanma 1989 Mayıs Ayaklanmamıza götüren emin yollardan biri olmuştur. Bugün Türkiye’de yaşayan 1 milyondan fazla Bulgaristanlı soydaş var, onların hak ve özgürlüklerini baltalamak, vatan sevgisini boğmak, Avrupa vatandaşı olma heveslerini engellemek, vatanlarından kovulan bu insanların kökleriyle, soylarıyla Bulgaristan Türklük ruhuyla olan bağlarını baltalamak, Türklüğün hem Bulgaristan’da hem de soydaşlarımız arasında aynı kimlik nitelikleriyle şahlanmasına olanak tanımamak bugünkü şoven siyasetin temellerindeki gerçektir.

Bulgaristanlı soydaşların sivil toplum örgütleri arasında etnik kimlik sorunlarının, hak ve özgürlüklerin tamamen tanınması, kültürel özerklik haklarımızın tanınması ve eğitimin anadilde görülmesi isteklerinin tamamlanması, dil, din ve kültür yasaklarının kaldırılması ve bu isteklerin hepsinin 1919 Neully Antlaşmasında azınlığımıza tanındığı kapsamlı şekliyle, 1919 yılından sonra Çiftçi Partili Başbakan Başbakan Aleksandır Stanboliyski tarafından uygulandığı biçimde, 1950-1957 dönemindeki “kültürel otonomi” döneminde olduğu gibi yeniden tanınması ve yasalara işlenerek meşrulaştırması en önemli gündem maddesi olmalıdır. Bunun için Bulgaristan’da yeniden bir Anayasa değişikliğine gerek var. Kitleler bu isteklerle hareketlenmiş durumdadır. Bunun için teni Büyük Millet Meclisi çağrılması gündem olmuş, köklübir demokrasi, adalet ve özgürlükler, azınlık hakları ve devlet biçimi tartışması tutuşturmak gerektiğini herkes görebiliyor. Yuvarlak masa sanki kendiliğinden  toplamaya başlamıştır. Faşistlere ve komünistlere bu yuvarlak masada yer olmamalıdır.

Totaliter rejim çömezlerinin haklarını meşrulaştıran şimdiki hükümetin azınlık haklarını da mutlaka tanıması ve yasallaştırması zorunludur. Bulgaristan’da azınlık hakları, kültürel özgürlük ve anadilde eğitim hakkı tanınmadan adalet ve demokrasi yolunda ileri adım atılamaz, çünkü insan haklarının çiğnendiği bir toplumda demokrasi olamaz.

Biz Bulgaristan Müslümanları ve Türkler, işte böyle bir ortamda ve açık amaçlar uğrunda, “Ahmet Doğansız ve Lütfi Mestansız” bir halk topluluğu olarak bağımsız bir seçim listesi dolayında birleşebiliriz. Bu birleşme bir siyasi arınma olacaktır. Ajanlarda, totalitarizmden çömezlerinden, bağımlı düşünenlerden ancak böyle kurtulabiliriz. Şimdiki statükoda, bizi idare etmeye hevesli oldukları için 5 bin leva maaş alanlardan kurtulmamızın en kısa yolu budur. Önerdiğimiz dış ülkelerdeki vatandaşlarımızın posta yoluyla oy kullanması da çözüm yollarından biridir. Biz, siyasi sitem değişikliği ile ilgili, yeni bir halk oylaması yapılmasına da karşıyız. Çünkü Bulgaristan’da seçim özgürlüğü olmadığı, “Belene” AES ve 6 Kasım 2016’da yapılan siyasi sistem değişikliği referandumundan sonra gün gibi ortaya çıkmıştır. İktidar istemediği durumu yasallaştırma yollarını kesmiştir. Parlamento bir yasama organı olmaktan çıkmış bir siyasi maşa durumundadır ve maşa gibi kullanılıyor.

Bizim doğal ve öz haklarımızı elde etmemizi istemeyenler ise “Deklarasyondan” söz ediyorlar. Biz XIX. ve XX. yüzyıllarda çok zor gördük. 1879’da Tırnova Anayasası’na davet edilmedik. Sonra Rus yetkili yöneticisi Korsakov Kuzey Bulgaristan eyaletlerinden 6 İl Müftümüzü evlerinden toplattı ve bizim kimlik, hak ve özgürlüklerimizi savunmayan birinci Anayasayı zorla imzalattı. 1909’da Bulgar Çarlığı ilan edildiğinde, 1913’te imzalanan İstanbul Protokolüyle Din ve dünyevi haklarımız savunuldu. Fakat Bulgar tarafı bu Protokolü gereği gibi uygulamadı. Kurulan Baş Müftülük makamını Atatürk Türkiye’si ruhunun Bulgaristan Müslümanları gönlüne dolmasını engellemeye alet etti. 1923 ve 1934 Askeri Darbeleriyle Türk okullarına, derneklerine, Birinci Ulusal Kurultayını toplayan Bulgaristan Müslümanlığına darbe üstüne darbeler indirildi. Çok kurbanlar alındı. 1964’ten sonra sıkıştırılmaya başlanan ve 1973’ten başlayarak baskı ve terör balyozu altında ezilen Bulgaristan Türkleri’ne 1972’de, 1984-1989’da uygulanan zulüm asla unutulamaz.Bununla ilgili olarak şu hususu da işaret etmek istiyorum.

1984-1989 şehitlerimizi anmak, iki demet çiçek koyup dört söz söyledikten sonra meyhaneye toplanıp şehitler ruhuna rakı içmek değildir. Anma törenlerinde rakı içmek Hıristiyan adatlerinden biridir. Biz mevlit okutur, duva ederiz. Buna dikkat edilmelidir. Bu sözlerim özellikle HÖH ve DOST yerli yönetimleri için geçerlidir…

Bizim hak ve özgürlüklerimizin tamamını elde etmeden kanacak defterimiz yoktur. Şu unutulmasın! Milli devletler, yasaklı rejimler devri kapanıyor. Eminim 2020 yılına kadar Bulgaristan’da demokrasiye gerçek deçiş dönemi başlayacak, özgürlüklerimiz tanınacaktır.  21. yüzyıl azınlık haklarının tamamen ve bütünsel tanınması yüzyılı olacaktır.

Şöyle bir gelişme de var ki, büyük kentler doldu taşıyor, milyonluk şehirler köylere akıyor. İstanbul, Bursa ve İzmir’deki kardeşlerimizin taşacağı yer Bulgaristan vatanımızdır. Bulgaristan kendilerini bekliyor olacaktır. Hiçbir doğal gelişim yasası onun ya da bunun kararına ya da isteğine göre yavaşlatılamaz ya da hızlandırılamaz.

Bu akış bu defa geri dönüş olacak. Git gelin, geri gelme zamanı gelmiştir.

Bulgaristan’dan siyasi izlenimlerimi anlattım.

Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Lütfen paylaşınız.

Reklamlar