Hamiyet ÇAKIR

Konu: Yazı Memlekette Geçirenlere Selam!

 

Bizim lehçemiz isyana uygundur.

Gün gelecek nefretiniz gevgire dönecek,

Tarhana kaynar gibi, kaynatıp

Fokur fokur dip tutacaksınız.

 

Bu yüksek sesle söylenen bir yürek yanığı değildir. Bundan 26 yıl önce göçe zorlanan Bulgaristanlı Türklerin aklından geçen ama yüksek sesle haykırılmadan, bellek yarası olarak kalandı.  Hiç unutulmadı ve tuttu.

 

Ve bu bakış açısı doğuştan yoktu onlarda. Onlara karşı uygulanan baskı ve zorlama sıkıntılarında birikti o. Haklıyı haksız çıkaranın bedeli ödenirdi bir günlerde. Kendi dillerinde konuşmaları, şarkı türkü söyleyerek, şakalaşarak yaşamaları suç sayılırken nasıl hakkı olunabilirdi? Onların gidip görecekleri, Bulgar devletinin de bilinmez kaçıncı kez çöküş yazgısı varmış kaderinde. Gidenlerin gitmesi iyi oldu. Anavatanla kucaklaştılar, ruhlarına Türkçemizi, Türk kültürümüzü, Türk özümüzü, Türklüğün ebediliğini, vatan sevgisinin sonsuzluğunu şarj ettiler, yeniden elektriklendiler ve artık dolu dolu dönüyorlar.

 

Son yıllarda göçmen kızlarımız da memlekete yeni bakış açısıyla bakmaya başladılar. Ve artık bizim oralara hayatın yeni renklerini taşımak istiyorlar.

 

Onların mutluluğa sevdalanmış olması ne güzel bir bilseniz! Kendimden anlatayım.

Giriş yapan kemanı çok hafiften salsam da “Aşk için ölmeli, aşk, o zaman aşk!” diye inletiyor Sezan Aksu küçürek göçmen dairemizi, annemle babamın evde olmamasını fırsat bilip, önce pencereleri sonra şarkıyı sonuna kadar açtığımda, karşı dairelerden akranlarım da katılınca koromuza, dünyamız kanatlanır ayağa kalkıp uçmaya hazırlanırdı.

 

Göçmen kızına yaktı mı seni? Ya da sevdalanmış göçmen kızı gördün mü?

Bakışarak konuşurlar. Gözleriyle öpüşürler. Yarım bakışla yakar ve bir daha sönmez…

Sır alır sır vermez onlar. İşte böyle bir ortam düşünün. Yıllar içinde Sezen Aksu’yu, Tarkan’ı, kız manilerini, Alişimin Kaşları’nı, gelin türkülerini dairelerden göçmen kulübüne indirenler,  ardından avluda halk beğenisine sunanlardır onlar. Frekanslarına en uyan sanatçı Rustem Avcı’ydı. Bir defa bizden, üstüne üstelik Deliorman yapılı, romantiktir. O söyledi, onlar oynadı ve “kıyımı yıkmam” deyen Tuna’ya omuz verdiler.

 

Memleketimizde genç delikanlıları çeşme başlarında delirten, elleri suda olsa da, belli etmeden ergenlerde sevda ateşi yakan kızlarımız, göç yıllarının “ezgin çocukları” o durumu giderek açtılar, bu uzun yolda hünerlerinden zerre kadar yitirmediler. Şöyle anlatsak belki daha iyi olur:

 

Ruh okur, söze gerek yok.

Başımıza gelen, onları da bulacak.

Edenlerin canı mutlaka yanacak.

Yol görünür edene, adressiz yerlere

 

Kan akıtmadan, bıçağa sarılmadan, küfür etmeden yenmek ne kadar ince bir ustalık! Bu ustalıkla Utkan olan soyumun büyüklüğüne eş yok. Gittik ama dönüyoruz, kutsal olan dönmektir, biz bu işte varız.

 

Şimdi sıra onlarda, giden gidene gidiyorlarmış. Ama onlar bizim gibi topluca gidip topluca dönemezler. Bu başka bir hüner, o da onlarda yok, olamaz.

 

El ele tutuşmak, omuz omuza vermek, dönüp dolanırken hep gülümsemek, kelebek gibi uçuşurken aynı kıvrım ve edayla herkesi büyülemek bizim özelliğimizdir. Var mı sizde bu? Savrulan saç yerine oyalı pullu yazmalarla oynaşma, çakmak yerine bakışla gönül yerine… Ne hoş göçmen kızı olmak! Ve şimdi bu güzellikler geri, memlekete uçuşmaya hazırlık içinde. Önce göçmen kuşlar gibi dönüyorlar, dönecekler, bekliyoruz.

 

Nenelerine, annelerine yengelerine memleket sevdasıyla yandıklarını hissettirmemek için uğraştılar hep. “Aşk için ölmeye” gurbette de seve seve hazır olduklarını gösterirken mutluluk aradılar.

 

Sevdanın yankılanması var ya yürekten yüreğe, coştukça coşması, ne içe ne dışa sığması… Olmazlığın içinde Muaffak olmak! Erişilemeyene erişmek. Göçmen ezikliğini gençlik mutluluğu ile savmak! İşte böyle bir şeydi bizim hayatımız.

 

“Seviyorum” deyemedim

Göçmen kızı olduğumu

Lehçemden anlarsın diye

 

Sen, göçmen yolunda yürümeden,  bu sızıyı hissetmiş olamazsın! O kadar incedir ki o, acısını çekenin yüreğini nasıl yaktığını ölçme cihazı henüz icat edilmemiş.

 

Çaresizlik içinde kaçırılmak için can atarken, kaçırılmaktan korktun mu hiç? “Sevenlere samanlık seyrandır!” sözlerinin anlamını otobüsler, arabalar, yayalar ve yolunu kaybetmişler arasında aradın mı hiç? Sular durulana kadar gençliğim geçecek diye korktun mu hiç. Ve şu masal aklına geldi mi her akşam? Treni kaçırıyorum kâbusu gördün mü sen? Görmedinse oku:

 

GENÇLİK ELDEN GİTMEDEN

DOĞRU SEÇİM YAPMAK

 

Bir zamanlar bir kasabada dünyalar güzeli bir göçmen kızı varmış. Komşu bir ülkeden gelen bu kız o kadar güzelmiş ki, çok uzak şehirlerden, çok güzel çok yakışıklı ve asil pek çok delikanlı, onu görmeye gelmiş, istetseler de, kız aşını suyunu, huyunuzu bilmem, ben bir göçmem kızıyım, deyip teklifleri kabul etmezmiş.

 

Bu arada aynı kasabaya yerleşmiş olan ve bu kıza aşık olan bir delikanlı da kızı istemiş. Ama kız onu da ret etmiş. Aradan çeyrek asır geçmiş, bizim delikanlı bu kasabadan ayrılmış. Kendine başka bir hayat kurmuş, evlenmiş, çoluk çocuğa kavuşmuş.

 

Bir gün yolu bir zamanlar yaşadığı, kasabaya düşmüş. Orada tanıdık ama yaşlanmış birine rastladığında aklına bir zamanlar orada yaşayan dünyalar güzeli göçmen kızı gelmiş ve ona o kızla ne olduğunu sormuş. Yaşlı adam, önünde gül bahçesi olan bir evi göstererek kızın evlendiğini söylemiş. Bizimki bir zamanlar herkesi ret etmiş olan kızın kocasını çok merak etmiş. Bir gün gizlenip kocasını evden çıkarken görmüş. Güzeller güzeli kızın kocası şişman, kel ve çirkin mi çirkin bir adammış. Kız kapıyı açınca kendini tanıtmış ve neden böyle bir adamla evlenmiş olduğunu sormuş. Kız da ona, arkasındaki gül bahçesinden en güzel gülü getirirse, cevabını vereceğini; bu arada tek şartının, bahçede ilerlerken, geriye dönmemesi olduğunu söylemiş.

 

Adam da bunun üzerine, yüzlerce gülün olduğu bahçede ilerlemeye başlamış. Birden çok güzel, sarı bir gül görmüş. Tam ona doğru ilerlerken, biraz ileride kocaman pembe bir görünce çarpmış. Tam ona uzanırken bir gül goncası görmüş. Tam onu koparırken ileride…

 

Derken, bir de bakmış ki bahçenin sonuna gelmiş ve mecburen oradaki sonuncu gülü koparıp kıza götürmüş.

 

Bahçenin en güzel gülünü beklerken, kız bir de ne görsün; yaprakları solmuş, cılız bir gül. Gülmüş adama.

 

“Bak gördün mü? Demiş. Her zaman daha iyisini bulmak isterken ömür geçer ve sen sonunda en kötüsüne bile razı olmak zorunda kalırsın. Bu yüzden gençlik elden gitmeden doğru seçimler yapmayı öğrenmek gerekir.”

 

 

Artık 2016’dayız ve bizim kızlar şu gül bahçesi serüvenlerini atlattılar. Hayat bize görü dönme ve bakma hakkını mukaddes bir öz hak olarak tanımıştır. Evet, kızlarımız oralarda okudular, yetiştiler, sevdalandılar, aldanmadan evlilik yaptılar, iş kurdular, evlendiler, ellerinde kucaklarında mutluluk var. Hayatın tadını orada çıkarırken hep bizim asıl memleketimizi düşünmeye devam ettiler. Rüzgârını koklamak, çiçeklerinden demetler derlemek, meyvelerini sepet dolusu toplamak, tatmak, tattırmak ve herkesler birlikte zevkli bir dünya kurmak özlemi terk etmedi onları.

 

Bu işte onlara öncülük edenler oldu. Çeyrek asırdan beri dağ bellerinde, yol kenarlarında kuyu, çeşme başlarında yol gözleyenler, sürülemeyen boş kalan tarlalara baktıkça üzülenler, her bahar kuşlar döndü de torunlarım gelmedi diye ahit yakanlar vardı akıllarında. Onlar, gözleri iki çeşme iyi dayandılar. Ayrılık kadermiş deyenler yutkunup beklediler.

 

Bizimkiler sahayı boşaltınca, bize düşman kesilenler de dayanamadılar. Askeriyesi, topuyla tüfeğiyle, polisiyle hafiyeleri ve ispiyoncularıyla geri çekilmek zorunda kaldılar. Bizim oralarda etraf boşaldı, bizim olan bize kaldı. “Poligon” dedikleri atış alanlarından silah sesleri gelmez oldu. Ağır silahlarla donatılmış askerler geçmiyor köylerden. Sanki Türklere gözdağı vermek isteyenlerin akılları başlarına geldi…

 

Şimdi bizim oralarda yeni bir adet var. Eskiden asker uğurlaması yapılırdı. Çadır kurup yemekli, çalgı dinlenirdi, gençlere yolluk, askerlik takılırdı. Tren garlarına kadar uğurlanırdı genç askerler. Şimdi Bulgar uğurluyor hane hane komşularını Almanya’ya, Avrupa’ya! Kökten kopma, vatan kokusundan uzak kalma acısını onlar kokluyor. Ekmek parası için Avrupa’da bulaşıkçı olmayı gönüllü kabullenmek gönül kırıcı gelse de, susarak katlanıp kabul ediyorlar.

 

Sonra arkada bıraktıkları vatan, artık işgal edilmiş bir toprak parçası. Bu hafta Bulgaristan’a 250 amerikan tankı indi, orta menzilli füzeler üstlendiriliyor, uçak alanları genişletilirken, Ukrayna’ya ve Rusya’ya bakan liman şehirlerimize ağır silahlı asker konuşlandırıyor. 1942’de böyle olmuştu, Alman Nazi birlikleri memleketimizi çiğneyip Yunanistan ile Makedonya’yı işgal etti. Ardından İngiliz uçaklarından bombalar bizim kafamıza yağdı. Sofya “Büyük Camii” bugün de minaresizdir. O bombalar ne bomba idi ki, daha sonra daha irilerinden ikisi Nagazaki ve Hiroşima’ya atıldı ve 500 bin kişinin ani ölümüne sebep oldu.

 

Şu da var, işgal altında olsa, en kötü biçimde yönetilse ve eşek dikenlerine konacak arı bile kalmasa, o memleket bizimdir. Atalarımızın kabrinin olduğu her karış toprak memleketimizdir. O topraktan alınmış kıvılcımla yanan Türk kalbi sönmez bir ocak olur.

 

Gel dalgası artık yükseliyor. Bu yaz Kırcaali belediyesinin nüfusu % 12 artı. Şumen, Razgrat ve Silistre köylerinde canlanma var. Anavatanda emekli olan işçilerimiz, öğretmenlerimiz, din adamlarımız, çevrecilerimiz, orman işçilerimiz, demircilerimiz, marangoz ve ustalarımız baharı ve yazı kendi köy ve kasabalarında bıraktıkları evlerde, konu komşu sıcaklığında geçirdiler. Türkiye Cumhuriyeti’nden hak ettikleri emekli maaşlarına küçük de olsa bir Bulgar emekli geliri de ekleyince Türk ortamında canlanma gözlendi. Avlu duvarları yeni biçim aldı, asmalar kesildi, ilaçlandı, meyve bahçelerinin kurumuş dalları alındı, kireçlenip sulanınca gölgeler koyulaştı. Ağaç ruhu okuyanlar en büyük canlılık cevizlerde, bu sene misafirlerimiz var havasına girip yüklendiler de yüklendiler. Göçmenlerimizin geri dönmesini tabiat da istiyor. Şirinleşerek seviniyor. Hepimizi kendi evlatlarından bildiğinden geri bekliyor. Köy çeşmelerinin şırıltısı bir başka!  Diyarımızı insanlarımızla beraber terk eden güvercinler, samsanlar, kargalar, serçeler, Dedemanlar geri döndü. Yıllardan beri ilk kez kara kartallar harmanlarımızın üzerinde saatlerce süzülüp döndü. Anlaşılan git dönemi artık bitti ve geliniz, geleceğiz, geliyoruz dönemi başladı. Dönenler, beklentisiz ama ayat dolu dönüyorlar. Asla kimseye muhtaç olmama niyetiyle geliyorlar. Mübarek olsun.

 

Ve hafızalarında o 1989 Ağustosunun yakıcı sıcağında yollara düşmeye zorlanmaları hep canlı? Dipçikli silahlar, bir şişe su için yalvarışlar, arabaların altına sığınanların günlerce bekleyişi, çocukların dinmeyen çığlıkları ve mutlaka tutsun diye yakılan ahitler, edilen dualar, anavatana doğru sürünerek de olsa yol alanların bitmez çilesi:

 

Bizim lehçemiz bile isyana uygundur.

Gün gelecek nefretiniz gevgire dönecek,

Tarhana kaynar gibi, kaynadıkça

Fokur fokur dip tutacaksınız.

 

 

 

 

Reklamlar