Tarih:   29 Kasım 2019
BGSAM
Konu:  Bulgaristan’da Yaşayan Her Türk Bir Kahramandır.                 

Bulgaristan’da Osmanlı Maddi Kültür Mirasının Tasfiyesi (1878-1908)
Balkanlarda ulus devletlerin kuruluşu Osmanlı geçmişi ile büyük bir kırılma yaşanmasına, Osmanlı geçmişinin reddine ve Osmanlı mirasının tasfiyesine sebep oldu. Bulgaristan’da saf bir ulusal kimlik inşası ve ulus devletin konsolidasyonu sürecinde Osmanlı mirasının tasfiyesi Avrupalılaşmanın ön koşulu olarak görüldü.

Yeni bir yazı dizisiyle konumuzu genişletmek istiyorum.
Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız danışmanlığında Balkanlarda Dönüşüm, Milli Devletler ve Osmanlı Mirasının Tasfiyesi: Bulgaristan Örneği (1878-1913) başlıklı doktora tezin esas aldık. Ayrıca Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümünden Sn. Aşkın Koyuncunun çalışmalarından da yararlandık.

Bulgar modernleşmesi, en başından bir Osmanlıdan arınma hareketine büründü. Ancak, Bulgaristan’da Osmanlı mirasının tasfiyesi mücerret bir modernleşme sorunu olmaktan çok, din taassubu, ulusçuluk ve ulus devlet modelinin telkin ettiği bir zorunluluktu. Bulgar aydını ve devlet adamları Osmanlı hâkimiyetini Hıristiyan Bulgar kültürünün bastırıldığı ve gelişiminin engellendiği bir esaret ve zulüm dönemi olarak telakki etti, anlattı. Sonunda bu gelişmeler kültürel soykırım ve genel soykırım denemesine dönüştü.

 Bu tahayyül (imge) Osmanlı döneminin ve Osmanlı hâkimiyeti ile özdeşleştirilen kurumların, geleneklerin, Türk ve Müslüman grupların, hayrât ve müberrâtın hor görülmesine ve şeytanileştirilmesine sebep oldu.

Bulgar kimliğinde artık Şarklı unsurlara yer yoktu. Bu süreç bugüne kadar devam ediyor, zenginleştirilerek, yeni yeni biçimlerde  kışkırtılıyor. 2017’de Eski Zara’da (Stara Zagora) 2017 yılında 52 bin Türk yer  adının değiştirilmesi T.C. Başbakanı B. Yılmazın müdahalesiyle durduruldu. Limdi “Koca Balkan” tepelerinin  “Bekleme”, “Araba Konak”, “Şipka” gibi adlarına Bulgar isimleri arıyorlar. 2019’da Bulgar Kültür Bakanlığında tartışılan sorunlardan birisi, Bulgar klasik İvan Vazov’un “Pod İgoto” (Esaret Altında) romanının içindeki 6 bin Türk ve eski Bulgar sözünün yeni sözlerle değiştirilip, romanın yeniden yazma sorunudur. Bu yeni yazma sürecinde içindeki Türk düşmanlığı buharlaşır mı bilemiyorum.

Bu nedenle yeni Bulgar devleti siyasi, idari, sosyal, ekonomik, kültürel, demografik ve dinsel alanlara nüfuz eden Türk, İslami ve Şarklı etkilerin tasfiyesine çalışılmaktadır. Bu bağlamda geçmişin istenmeyen unsurları arasında Osmanlı maddî kültür mirası ön sıraya yerleştirildi ve şehirlerin modernleştirilmesi adına çok sayıda Osmanlı eseri yıkıldı. Bulgaristan’da Osmanlı maddi kültür varlıklarının tasfiyesi “93 harbi” ile başladı ve Berlin Anlaşması’na (1878)  aykırı olarak incelediğimiz dönem boyunca sürdü.

Bâbıâli (Osmanlı hükümeti) ve Osmanlı komiserlerinin çabalarına ve protestolarına rağmen Osmanlı dönemini hatırlatan çok sayıda cami, mescit, minare, medrese, hamam, mezarlık, tekke, türbe, han, kervansaray vb. eser Bulgar belediyeleri tarafından şehirlerin yeniden inşası ve planlanması gerekçeleri ile yıkıldı. Osmanlı eserlerinin tasfiyesi, gerçekte Bulgar hükümetlerinin ülkenin Hıristiyan Bulgar karakterini vurgulamak için uyguladıkları bilinçli bir politika oldu.

Camiler din taassubu ve ulusçuluğun başlıca hedefiydi. Nitekim bu dönemde şehirlerdeki camilerin çoğu yıkılırken bazıları kilise, müze, okul, hastane, matbaa, depo ve cephaneliğe dönüştürüldü. Mesela Sofya’da 1877-1878 savaşından önce mevcut olan 44 camiden yalnızca bir tanesi ayakta kaldı. Sonuç olarak, Bulgaristan’da Osmanlı sonrasında en köklü değişim şehirlerin görünümü, fiziksel yapısı ve mimarisinde meydana geldi. Bugünkü Bulgaristan’ın en büyük şehirlerinden örneklerle konuyu ayrıntılı olarak genelden özelle işlemek istiyoruz.

***
Balkanlarda ulus devletlerin kuruluşu, ilgili halkların yalnızca siyasî açıdan Osmanlı hâkimiyetinden ayrılmalarına değil, aynı zamanda sosyal, kültürel ve ekonomik bakımdan da Osmanlı nüfuzundan çıkmalarına, Osmanlı geçmişi ile derin bir kırılmaya ve Osmanlı mirasının tasfiyesi ile senkronize bir Avrupalılaşma sürecine işaret eder.

Osmanlı sonrasında, Balkanlarda ulus devletin ve ulusal kimliklerin inşasında Osmanlı mirasından ve onun toplumsal yaşamın bütün alanlarına nüfuz eden etkilerinden kurtulmak, Avrupalılaşmanın ön koşulu ve muadili sayılmıştır. Nitekim Bernard Lory, Bulgaristan örneğinde Osmanlılıktan ve Osmanlıya ait şeylerden uzaklaşma ile Avrupalılaşma hareketinin veya Doğunun izlerinden arınma ile Batı kültürü ile bütünleşme çabalarının eş anlamlı ve birbirini tamamlayıcı bir olgu olarak görüldüğü kanaatindedir.

 Gelgelelim, Bulgaristan’da Osmanlı mirasının tasfiyesi mücerret bir modernleşme sorunu olmaktan çok, din taassubu, ulusçuluk ve ulus devlet modelinin telkin ettiği bir zorunluluk olarak değerlendirilmelidir. Çünkü dinsel, etnik, kültürel stereotip ve ön yargılar ile yeni ve özgün bir ulus devlet yaratma iştiyakı, tasfiye hareketinde daha belirgin bir rol oynamış ve ulus devlet meşruiyetini Osmanlı mirasının tasfiyesinden almıştır. Bu yüzden Bulgaristan’da ulus devlet, en başından modernleşmenin siyasal örgütlenme biçimi olarak algılanmış ve yönetici seçkinler devlet mekanizmasını ve toplumsal yaşamı Batılı referanslar doğrultusunda yeniden inşa etme ve evrimleştirme yolunu seçmişlerdir. Dolayısıyla Osmanlı geçmişinin yadsınması, inkârı, karalanması ve izlerinin silinmesi hareketi yeni bir kimlik, yeni bir toplumsal güç bulmuştur.

Bu anlamda geçmişin istenmeyen unsurları arasında Osmanlı maddî kültür mirası ilk sıralara yerleştirilmiş ve şehirlerin modernleştirilmesi adına çok sayıda Osmanlı eseri yıkılmıştır. Bu nedenle Bulgaristan’da Osmanlı sonrasında şehirlerin fiziksel yapısı, mimarisi ve görünümünde köklü bir değişim yaşanmıştır. Bu değişim her ne kadar modern şehircilik anlayışının kaçınılmaz bir sonucu gibi görünse de şehir planlarının hazırlanış ve imar faaliyetlerinin ve uygulanış biçimi tasfiye hareketinin bilinçli bir yıkım politikasının ürünü olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim A. İşirkov’un, Sofya ile ilgili olarak 1912’de sarf ettiği “Yunanlıları bizim eserlerimizi tahrip etmiş olmaları yüzünden kınamak için yeteri kadar kelime bulamayan bizler, kendimiz, Türk eserlerini fanatik bir çılgınlıkla yıktık” şeklindeki sözleri bu duruma işaret eder. Bulgar Ulusçuluğu ve Osmanlı Mirasının Algılanışı Bulgaristan’da Osmanlı mirasının tasfiyesi hareketinin zihinsel arka planı Bulgar milliyetçiliğinin doğasında gizlidir. Balkanlarda 18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyıl başlarından itibaren ulusal düşünce tüccar, öğretmen, gazeteci, edebiyatçı ve paradoksal olarak papazlardan oluşan “entelijansiya” (aydınlar) sınıfı tarafından yoğrulmuş ve modern ulusu ve müstakbel ulus devleti düşleyen, onun fikrî ve kültürel temellerini atan da bu sınıf olmuştur.

Entelijensiya sınıfı,(Bu sınıf İstanbul “Robert Kolej”, Batı Üniversiteleri ve Rusya okullarında eğitim almıştır)  Balkanlarda kimliklerin ayrışmasında dinin belirleyici olduğu Ortodoks cemaatinin dil ve etnisiteye dayalı laik ve lengüistik birimlere bölünmesi sürecini başlatmıştır. Böylece Balkanlarda milliyetçilik bir yandan Osmanlı karşıtlığı ve Türk düşmanlığı üzerinde biçimlenirken, diğer yandan gayri Rum Ortodoks unsurlar arasında Fener Patrikhanesine duyulan tepkinin artmasına yol açmış ve Osmanlı millet sisteminin sınırlarının zorlanmasına sebep olmuştur.

Bulgar milliyetçiliği bu doğrultuda şekillenmiştir.
BULGARİSTAN’DA OSMANLI MADDİ KÜLTÜR MİRASININ TASFİYESİ
esnasında aydınlar daha en başından kendileri ile yöneticileri (Türkler) arasına sınırlar çizerek yabancılaşma ve ötekileştirme sürecini başlattılar veya din farklılığından beslenen mevcut ayrımları derinleştirdiler. Bu yüzden siyasî, idarî, ekonomik, kültürel, sosyal, dinî, demografik vs. alanlardaki Osmanlı etkileri henüz bağımsızlık öncesinde ulusçu aydınlar tarafından yerli Hıristiyan halka dayatılan yabancı unsurlar ve inorganik eklentiler şeklinde nitelenerek tahkir edilmeye ve reddedilmeye başlandı.

Böylece, Balkanlarda Osmanlı varlığı, daha mirasa dönüşmeden Osmanlı mirasının kaderi tayin edilmiş oluyordu. Bulgar aydını arasında Osmanlı’dan uzaklaşma ve yabancılaşma hareketi, bağımsızlıktan çok önce başlamış, uluslaşmaya paralel olarak güçlenmiş ve 1878’den sonra hâkim cereyan halini almıştı. Her şeyden önce Bulgar aydınları açısından Osmanlı İmparatorluğu Türklerin imparatorluğuydu ve Şarklı, yabancı, Müslüman bir medeniyeti temsil ediyordu.

Bulgar aydınları saf bir Bulgar kimliği arayışında sıradan halka “ötekini”, “yabancıyı” gösterirken, Ortaçağ Bulgar krallıkları ve toplumlarını yücelterek Osmanlı hâkimiyetini ulusal değer ve erdemlerin yok edildiği, Hıristiyan kültürünün bilinçli olarak bastırıldığı ve gelişiminin engellendiği bir esaret ve zulüm dönemi olarak resmettiler ve Bulgar milliyetçiliğini mağduriyet hissi üzerine inşa ettiler.

Bu anlamda ilk örnek, Bulgarları Rumlaşma tehlikesine karşı uyarması ve onlara eski Bulgar çarları ve azizlerinden örnekler vererek Bulgar tarihine ve diline sahip çıkmaya çağırması bağlamında ismi tarih yazıcılığımızda sıkça telaffuz edilmesine rağmen kendisinin bu yönüne hiç değinilmemiş olan Paisiy Hilendarski’dir (1722-1773). Paisiy 1762’de yazdığı “Slavyanobılgarska İstoriya” (Slav-Bulgar Tarihi) adlı hagiographic eserinde Bulgaristan’ın Türk esaretine girişi, soyluların katledilmesi ve halka yapılan zulümler, çocukların yeniçeri yapmak için toplanarak Türkleştirilmesi, Tırnova Patrikliğinin ilgası,kiliselerin camilere çevrilmesi,çok sayıda kilise, manastır ve sarayın Türkler tarafından yakılıp-yıkılması ve gasp edilmesi,Türk yönetiminin kötülüğü ve katlanılmaz olduğu vs. konulardan da söz ediyordu. Paisiy’in “Osmanlı” terimini hiç kullanmaması dikkat çekicidir. O, ayrıca “tursko porobvane” (Türk köleliği) ve “agaryansko robstvo” (Müslüman esareti) gibi terimlerle Bulgar tarih yazıcılığında Osmanlı dönemini nitelemek için sıkça kullanılan “Tursko robstvo” (Türk esareti), “Tursko igo” (Türk boyunduruğu) gibi klişe terimlerin öncüsüdür.

Parteniy Pavlovich (1695-1760), Türkleri, halkı İslam’a geçmeye zorlamakla, reddedenleri öldürmekle, kiliseleri camilere çevirmekle suçlarken, ilk Bulgar metropoliti Sofroniy Vraçanski’nin (1739-1813) otobiyografisinde ise 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başlarındaki kargaşa ortamında (Kırcaaliler Dönemi, 1790-1813) Türkler yine zalimler, hapsediciler, işkenceciler, katiller, rüşvet yiyiciler, keyiflerine göre kadınları alıp götürenler ve gulampareciler olarak öne çıkıyordu.

Bulgar aydınları özellikle 1835’den sonra laik okullar, Osmanlı sınırları dışında yayınlanan Bulgarca gazete, kitap ve risaleler, çitalişteler (okuma salonları) ve nihayet küçük ruhban ve kiliseler vasıtası ile Osmanlı imparatorluğunu ve Türkleri ulusal gelişimlerini engelleyen ve kendilerini Avrupa çevresinden koparan bir güç olarak tasvir ettiler. Georgi Rakovski, Lüben Karavelov, Vasil Levski ve Hristo Botev’in komitecilik mücadelesine girişmesinden sonra bu süreç hızlandı (1862-1876). Mesela, Georgi Rakovski Türkler hakkında “parazit gibi yaşayan, Hıristiyan kızlarına tecavüz eden Asyalı barbarlar”, “Dünyada Türkler kadar insanoğluna karşı mezalimde bulunmuş başka bir halk yoktur”, “Türkler bizim ebedi düşmanımızdır” vb. görüşlere sahipti. Lüben Karavelov, Türkleri “Asyalı barbarlar”,“yarı ahlaksız”, “yarı vahşi”, “yarı kokuşmuş”, “homoseksüel” vb. sıfatlarla aşağılıyor ve 1870’de Bulgar Eksarhlığı’nın kurulması arifesinde “çorbacı, Rum metropolit ve Türk yönetici üçlüsü ağaçlara asılmadıkça Bulgaristan kurtulamaz” diyordu.

Bağımsızlık öncesi Bulgar aydınındaki genel algılama biçimi bu merkezdeydi. Öte yandan, Bulgaristan’da milliyetçilik yerel anlamda Osmanlı yönetiminin karşılaştığı krizler ve Rusya’nın güneye doğru yayılma politikası eşliğinde yükseliyordu. Ayanlar, Kırcaliler veya dağlı eşkıyasının (1790-1813) yarattığı dehşetin izleri toplumsal hafızada canlıydı. Tanzimat döneminde Gayrimüslimlerin imparatorluktaki sosyal ve hukukî statülerindeki gelişmeler; kilise, manastır ve mektep inşa ve tamirindeki kısıtlamaların gevşetilmesi ulusçu aydınlar tarafından yetersiz görülüyordu. Yine Tanzimat döneminde yapılan ıslah çalışmalarına rağmen “reayayı bayağı kendi esirleri hükmüne koymuş olan” gospodarlar ile ağa, zaptiye ve yerel memurların önlenemeyen suiistimal ve kötü muameleleri, Niş ve Vidin’deki köylü isyanlarında başıbozukların yağma ve çapulculukları, yerel halk açısından doğrudan “Türk zulmü” olarak algılanıyordu. 1876 Nisan Ayaklanması bu algıyı doruk noktasına çıkardı. Bulgar milliyetçilerinin, yukarıdaki tabloyu bütün Osmanlı asırlarına teşmil etmesiyle beş asırlık Osmanlı hâkimiyetini niteleyen terimler cevr ve taaddi, ribka-i ecnebiye, esaret, baskı, zulüm, geri kalmışlık, Şarklılık, dinî fanatizm ve karanlık devir gibi klişelere indirgendi. Bu tahayyül bir bütün olarak Osmanlı döneminin karalanmasına ve onunla özdeşleştirilen Türk ve Müslüman grupların, kurumların, dinî veya seküler eserlerin şeytanileştirilmesine sebep oldu.

Ancak, 1864’de Tuna Vilayetinin ve 1870’de Fener Patrikliğinden ayrı müstakil bir Bulgar Kilisesinin kurulmasına ve Bulgaristan’da yaşanan ekonomik gelişmeye rağmen romantik milliyetçiliğin bağımsızlık dışında bir alternatifle tatmini gayrikabildi. Nitekim son tahlilde kazanan devrimci grup oldu ve Osmanlı mirasının kaderinde de bağımsızlıkla birlikte tek geçerli yaklaşım haline gelen devrimci görüşün Osmanlı algısı belirleyici oldu. 22Ancak, 1878’de Bulgar bağımsızlığı, aydınlar, komiteciler ve oluşmakta olan burjuvazinin sosyal ve siyasî özgürlük çabaları ile değil, Rus ordusunun zaferi ile geldi. 1876 Nisan ayaklanması ile Rusya’nın Balkanlara müdahalesini meşru kılacak bir zemin yaratıldı. Ayaklanma meşru bir devlete karşı bir isyan hareketinin bastırılması değil, Türklerin Hıristiyanları katletmesi şeklinde sunuldu ve kayıplar abartılarak, mesele Hıristiyanlık-Müslümanlık davasına dönüştürüldü. Bu suretle Avrupa kamuoyu Türkler aleyhine çevrilerek Şark meselesine çözüm yolları aranmaya başlandı. Pan-Slavist ve Gladstone’un temsil ettiği İngiliz liberal çevrelerde, hatta Amerikan basınında Türklerin Avrupa’dan atılması söylemi yaygındı. Tarihlere „93 harbi” olarak geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşının amacı da, Balkanlar’da kendi ayakları üzerinde durabilecek bağımsız bir Slav devletinin kurulmasıydı. Savaş Balkanlardaki Osmanlı hâkimiyetine ve Bulgaristan’daki Türk varlığına büyük bir darbe vurdu. Nitekim muharebeler esnasında yaklaşık 800.000 Türk ve Müslüman’ın ölüm veya sürgün suretiyle yerlerinden atılması ve Bulgaristan’da yaşanan Todorova “Balkanlardaki Osmanlı Mirası 18301878 arasında Bulgaristan’da zanaatçılık, proto-endüstriyel imalat sektörü, tarımsal üretim ve kentleşmeyi değerlendiren Michael Palairet, Osmanlı yönetiminin Bulgaristan’da ekonomik açıdan en verimli olduğu dönemde sona erdiği sonucuna varmıştır.

BULGARİSTAN’DA OSMANLI MADDİ KÜLTÜR MİRASININ TASFİYESİ demografik yıkım ancak savaşın bu bağlamı ile anlaşılabilecek bir olgudur. Netice itibariyle “93 Harbi” özerk statüdeki Romanya, Sırbistan ve Karadağ’a bağımsızlık getirirken, Bosna-Hersek’in Avusturya kontrolüne girmesine sebep oldu. Bulgaristan’da ise beş asırlık Osmanlı hâkimiyetine son vererek özerk bir prenslik kurulmasını sağladı. Ayastafenos Anlaşmasında Makedonya ve Şarkî Rumeli’yi de içeren Bulgaristan Prensliğinin sınırları Berlin Anlaşmasında daraltıldı. Bunun sebebi, Avrupalı güçlerin Rus nüfuzunun stratejik olarak Bulgaristan vasıtasıyla Ege Denizine inecek olmasından duydukları endişeydi. Berlin Anlaşmasında Şarkî Rumeli, Hıristiyan bir vali yönetiminde özerk bir yönetim kurulması, Makedonya ise ıslahat yapılması şartıyla Osmanlı imparatorluğuna iade edildi.

Böylece Bulgaristan Prensliği, Tuna Vilayeti dâhilindeki Sofya, Vidin, Niğbolu, Ziştovi, Rusçuk, Silistre, Varna, Şumnu, Lofça ve Tırnova şehirlerinden oluşuyordu. Şarkî Rumeli Vilayeti ise Edirne vilayetine bağlı Filibe, İslimye, Eski Zağra, Tatarpazarcık, Burgaz ve Hasköy’ü içine alıyordu. Bulgaristan Prensliği, 1885 yılında bir oldubitti ile Şarkî Rumeli’yi ilhak etti, Osmanlı imparatorluğuna bağlılığı ise kâğıt üzerinde kaldı. Bulgaristan’da ulus devletin, Sırp ve Yunan örneklerindeki gibi, Rus orduları sayesinde kurulması toplumun sivil temelleri henüz oluşmadığı için radikal ve militan unsurların yükselmesine yol açtı. Böylece ulus, yukarıdan aşağı ulusal önderlerin yürütecekleri bir inşa projesi olarak algılandı. Güçlü bir merkezi devlet, bürokrasi, ordu, eğitim kurumları, kilise ve basın Bulgar ulusunun inşası ve yoğrulmasında baş rolü oynadılar. Bulgaristan, tıpkı diğer Balkan devletleri gibi, Osmanlı imparatorluğundan farklı etnik ve dini grupları tevarüs etmişti. Bu yüzden Bulgar aydını ve politikacıları Bulgar ulusunun tanımını yapmak ve sınırlarını belirlemek durumundaydı. Balkan milliyetçiliğine has bir olgu olarak görülen etnik ve dini azınlıklardan arınmış, saf bir millet arzusunun öne çıkmasıyla Bulgaristan’da “bir ulus-bir devlet” prensibi benimsendi ve Bulgarca konuşan ve Bulgar Ortodoks Kilisesine mensup olanlar aslî unsur sayıldı. Bir başka ifade ile Bulgar ulusu dil ve din üzerine kuruldu.

Anayasal özgürlüklere rağmen, etnik ve dini açıdan Bulgar Ortodoks çoğunluktan ayrılanlar “diğerleri” kategorisine yerleştirildi. Bu kategoriye Bulgarca konuştukları halde Müslüman oldukları için Pomaklar da dâhildi. Azınlık durumuna düşen ve geçmiş dönemin istenmeyen kalıntıları nazarıyla bakılan Türk ve Müslüman nüfus göç etmek veya yeni duruma alışmak zorunluluğu ile karşı karşıya bırakıldı. Buna mukabil küçük etnik ve dini grupların (Rum, Ulah, Gagavuz vs.) asimilasyonu fikri benimsendi. Ulus devletlerin ihtiyaç duyduğu seçkin bir tarih ve şanlı bir geçmişin şanında Bulgaristan’da Osmanlı öncesi dönem yüceltilirken, Osmanlı döneminin karalanması yoluna gidildi. Yeni tarih gelenekleri yaratmak ve Osmanlı dönemini bu bağlamlar içerisinde yorumlamak, sadece ulus inşası ve yeni rejimin ülke içinde meşrulaştırılması işlevini görmekle kalmıyor, Batı dünyasına karşı da bir meşrulaştırma amacını güdüyordu.31 Böylece, bağımsızlık öncesinde dini literatür ve sözlü kültürde yaşayan efsaneler, aydınlar tarafından Osmanlı hâkimiyetine yönelik olarak üretilen düşünce ve stereo-tipler tevatür haline getirildi, evrimleştirildi ve gerektiğinde icat edilerek modern zamanlara taşındı. Bu durum Bulgaristan’ın Osmanlı geçmişine olduğu kadar Osmanlı’dan miras kalan Türk ve Müslüman unsurlara karşı da yabancılaşmasını arttırdı. Bulgar devlet adamlarıısından Avrupalılaşmanın ilk şartı Osmanlı geçmişinin reddi ve Osmanlı izlerinin silinmesi idi. Çünkü Avrupa bütün olumlu unsurları bünyesinde barındıran örnek bir model olarak telakki edildiği ve Osmanlı kurum ve yapıları için bir mihenk taşı olarak görüldüğü için Şarklı unsurlar Batıya benzerlikleri veya farklılıkları bağlamında değerlendiriliyordu. Bundan dolayı, Osmanlılık geri kalmışlık ve Avrupa’nın dışında kalmakla, Avrupa’yı taklit etmek ise ilericilikle eşdeğer görülüyordu. Bu anlayış Jusdanis’in tabiriyle gecikmiş modernlik algısının dayattığı bir durumdu. Osmanlı dönemi Bulgarları için din değiştirerek Müslüman olmak etnisitenin de değişmesi anlamına geliyordu. Bu yüzden Pomaklar daha Osmanlı döneminde ana kitleden ıskat edilmişlerdi.

BULGARİSTAN’DA OSMANLI MADDİ KÜLTÜR MİRASININ TASFİYESİ olgularla tavsifi Avrupa merkezli oryantalist değerlendirmelerle de örtüşüyordu. Osmanlı asırları boyunca Balkanlara seyahat eden Avrupalı seyyahlar Balkanların medenî açıdan “Şarklı”, “Asyalı” karakterine vurgu yapmışlar ve Balkanları muhayyel Doğu-Batı sınırının Doğusuna yerleştirmişlerdi. Bağımsızlık bir anlamda oryantalizm tuzağına düşen Balkan aydın ve politikacılarına rüştlerini ispatlama ve Avrupalı oldukları iddiasını kanıtlama imkânı vermişti. Bu nedenle, Yunan bağımsızlığından itibaren Balkanlarda kurulan her yeni ulus devletin kendisini Doğu-Batı sınırının Batısında görmesine ve siyasî, sosyal ve ekonomik yapılarını, şehirlerini ve gündelik yaşamlarını kuşatan “Şarklı lekelerden” arınmaya çalışmasına şaşmamak gerekir.

Bulgaristan’ın yeniden yapılandırılması sürecinde Bulgar devlet adamlarının üstesinden gelmesi gereken ilk sorun eski Osmanlı kurumlarının yerine Avrupa kurumlarının ve politik sisteminin ikamesiydi. Devlet teşkilatında Osmanlı mirasının tasfiyesi geçici Rus idaresi döneminde başladı ve yaklaşık yirmi yıl sürdü. Bürokrasi, ordu, eğitim, basın, toplum, edebiyat ve sanatta Batı tarzı benimsenmesine rağmen idarî, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda Osmanlı izlerinin silinmesi tedricen gelişti. Osmanlı mirası özellikle popüler kültür ve gündelik yaşam alanları (davranış ve yemek kültürü, zihniyet, alışkanlık ve adetler, dil, müzik, konut mimarisi vs.) ile “93 harbinin” yol açtığı nüfus kaybı ve sürekli göçlere rağmen demografi alanında tasfiye hareketine direnç gösterdi. Bulgaristan’da Osmanlı izlerinin silinmesi hareketi, daha çok görünür ve kamusal alanda başarılı oldu ve en radikal değişimlerden birisi kentlerin görünümü, şehircilik, mimarî anlayış ve giyimde meydana geldi. Sofya’dan başlayarak şehirlerde yaşanan modernleşme ve fiziksel değişim kısa sürede kendi tiplerini yarattı ve Aleko Konstantinov’un roman kahramanı Bay Ganü benzeri Batıya öykünen taklitçi tipler türedi.

Bulgaristan Şehirlerinde Osmanlı Eserlerinin Genel Görünümü Osmanlı döneminde inşa edilen ve vakıflar sayesinde yaşatılan sivil ve dini yapılarla Balkan şehirlerinin çehresi ve siluetleri değişerek İslamî bir görünüm kazanmıştı. Cami, mescit ve minareler, medrese, tekke, zaviye, türbe, mektep, imaret, hamam, konak, çeşme, bedesten, han, kervansaray, köprü vb. eserlerin yanı sıra, çoğunlukla tek katlı ahşap ve kerpiç evleri, dar ve çıkmaz sokakları, yazın tozlu-kışın çamurlu yolları, arasta, çarşı ve mezarlıkları ile yeşillikler içinde, uzaktan bakıldığında pitoresk bir manzara sunan, fakat bakımsız, hijyenik açıdan yetersiz ve genel anlamda modern bir plandan yoksun olan ve dini cemaatlerin farklı mahallelerde yaşadıkları Bulgaristan şehirleri, Osmanlı şehrinin bütün özelliklerini taşıyordu. Osmanlı hâkimiyetinin son döneminde Mithat Paşa’nın gayretleri ile Tuna vilayetinde altyapı ve bayındırlık alanlarında önemli gelişmeler kaydedilmişti. Mithat Paşa, belli başlı şehirleri kamu binaları, rüştiye ve sıbyan mektepleri, Türk ve Bulgar çocukları için karma ıslahhaneler (Rusçuk ve Sofya’da), hastane ve sokak ışıkları ile donatmıştı.Ayrıca, Rusçuk limanını ıslah ettiği gibi, Ziştovi’de ana sokakları genişletmiş ve Rıhtım ve Kün Pazar meydanlarını aydınlatmıştı. Sofya’da ise modern şehirciliğin bir timsali olarak bir merkezde birleşen İstanbul, Orhaniye, Lom, Köstendil ve Vitoşa bulvarlarını inşa etmişti. Onun beş dairesel eksen üzerine kurulu imar planı, bağımsızlıktan sonra Sofya şehir planının temelini teşkil etti. Osmanlı Devleti İslam ideolojisine sahip olduğu için şehirlerde İslam eserleri gelişirken, Hıristiyan eserleri kemiyet ve keyfiyet itibariyle geri planda kalmıştı. Ekrem Hakkı Ayverdi’nin bulgularına göre, Osmanlı döneminde Bulgaristan’da 2356 cami ve mescid, 142 medrese-darülkurra, 273 mektep, 42 imaret, 174 tekke-zaviye, 116 han, 113 hamam-kaplıca- ılıca, 27 türbe, 24 köprü, 75 çeşme, 3 sebil, 26 kervansaray ve saray, kale, hastahane, kütüphane, saat kulesi, bedesten vs. olmak üzere toplam 3399 adet eser inşa edilmişti. Bağımsızlıkla birlikte Şarkî Rumeli hariç olmak üzere Bulgaristan Emaretine miras kalan vakıf hayrât (cami, mescit, medrese, imaret vs.) ve müberrâtın (han, hamam, çeşme, köprü vs.) sayısı 2051 idi. Aşağıdaki tablolar, bağımsızlık öncesinde Tuna vilayetinin çeşitli şehir ve kasabalarındaki bazı Osmanlı eserleri hakkında bilgiler sunmaktadır.

Devam edecek.
Bu dizimizden Osmanlı eserlerinin kaderini öğreneceksiniz.
Bizi izleyiniz. Paylaşmayı unutmayınız.

Reklamlar