Tarih: 13 Nisan 2019
Yazan: Şakir Aslantaş
Konu:  Geçiş Dönemine (1989-1999) farklı bir bakış. Türkleri görmeden tarih yazma denemesi.

Bulgaristan’da çok şiddetli yeni gelişmeler oluyor.  Hafta içinde 2 günlüğüne Sofya’daydım. Başkent sakin görünse de, bu defa eski bir sanayi şehri olan Gabrovo patladı. Telefonuma akan haberlerde, il merkez belediye başkanı  Tanya Hristova ve Başbakan Yardımcısı Tomislav Donçev demeç ardına demeç veriyor. 3 gecedir şehir uyumuyor. 2 ev yakıldı. Kan döküldü. Hastanelik olaylar var.  Hükumete göre sorun “etnik değil”. Ne var ki saldırıya uğrayanlar Roman mahallesinde oturanlar. Kendilerini haklı çıkarmaya çalışanlar “şehirde azınlık okulu yok” diyorlar. Bütün sorunların cahillikten fışkırdığını söylemiyorlar. Adaletin aydınlıktan geldiğini kabul etmeyenler parmaklarına demir boks takmış, ellerinde demir çubuklu gençlerin ne istediğine de değinmiyorlar.  Protesto gösterileri akşam karanlığında başlıyor. Kanlı gözler Belediye ve İç İşleri Bakanlığı binalarında. Susan kitle bu binaları ele geçirmek ve idarecilerden hesap sormak istiyorlar. Bu kalkışmanın altında etnik düşmanlıktan patlayan öfke var. Romanler (Çingene azınlık) şehirden kovuluyor, temizlik isteniyor. Ateşlenmeye vesile bir market kavgası.

Birleşik Amerika Helzinki Komitesi Başkanı Asli Heystings Gabrovoya geldi ve şu görüşleri dünyaya duyurdu: “Burada ayrımcılık var. Hükümet Roman azınlığı korumak için daha fazla gayret göstermelidir. Bulgaristan’da Roman azınlığa karşı şiddet tırmanıyor. Roman “yok” demekle sorun çözülmez. Belediye ve Polis Amirliğine saldırı demokrasiye saldırıdır. Gabrovo’da Romanlerin evleri yağmalanmıştır. Hükumet katından Roman düşmanı saldırgan söylevler geliyor, bunlar ülkeyi yakabilir. Başbakan Yardımıcısı Krasimir Karakaçanov’un şiddet içeren saldırıları kabul edilir gibi değildir. O, tehlike kışkırtıyor. Roman evlerinin yıkılmasından zevk aldığı yüzünden okunuyor. Besbelli ki, evsiz kalanlar vatandan kaçınca etnik temizliğin başarı elde edeceğine inanıyor. Irkçılık almış yürümüş, paçalarından akıyor.

Belediye ve polis sözcüleri Gabrovo’da “Roman nüfus olmadığını” iddia etseler de, anaokulu ve okul müdürlerinin ortak beyanında bu hafta azınlıklardan 38 çocuk anaokuluna ve 100 öğrenci de okula gitmemiştir. Yok sayılan azınlıktan 138 çocuğun eğitim öğretim sistemine kayıtlı olduğunu öğreniyoruz.  Kent yönetimine göre bu yerleşim merkezinde GETTO “yok”, fakat mahallede yıkılan ve yakılan, yağmalanan evler var. TV mülakatlarında yaşlı kimsesiz Roman kadınlarından “azınlık nüfusun” şehri terk ettiğini, “kayıplara karıştığını”, “Koca Balkan’a çıktığını ve ağaç kavuklarına sığındığını” öğreniyoruz.  Yok sayılanları ve yok olanları anlatıyorlar.

***

Bu haberleri kulaklığımdan dinlerken, Sofya’nın “Rakovski Sokağında” yürüyordum. Solumda kalan küçük parkta,  1879-1886 yılları arasında Bulgaristan Prensi olan ve problemlerin altından kalkamayınca, tacını fırlatıp ülkeyi terk eden Aleksandır Batenberg’in  boş kalan tahtını doldurmaya Ferdinand Sakskoburrgotskiyi bulup getiren, onu Bulgaristan tahtına oturtan naip ve 1887-1894 yılları arası Bulgar Prensliği Başbakanı  Stefan Stanbolov’un ibret veren heykeli dikkatimi çekiyor. Tam ortasından ikiye satırlar yarılmış büyük bir baş! Bulgar tarihini öğrenmek isteyenin önce buraya gelip Stanbolov’un hayat öyküsünü dinlesin. Bu benim düşüncem olsa bile, Stambolov VMRO –İç Makedon Devrim Örgüyü katilleri tarafından vahşice öldürülmüştür ve bu örgütün başkanının bugün Bulgaristan Başbakan yardımcısı olması beni hem kahrediyor hem de “bu kadar duyarsız bir halk olabilirmi? Sorusu başımı zonklatıyor. “Batanberg Bul” kavşağındaki kırmızı ışıkta durdum. Yolumu bir de upuzun kalabalık bir insan kuyruğu kesti.

Sordum. “İvan Kostov “1989 – 1999 Geçiş Dönemi Tanıklığım” kitabını tanıyacak, kuyruktayız” yanıtını aldım. İv. Kostov, 1997 – 2001 Bulgaristan Başbakanıydı. Daha önce de 2 hükümette Maliye Bakanlığı yaptı.  Demokratik Güçler Birliği (CDC) içinden süzdüğü aydınlarla  Güçlü Bulgaristan Hareketini (DSB) kurdu. Bir Başbakan olarak o, Türkiye Cumhuriyeti’ne giden, Bulgaristan’da isim değiştirme zulmü yıllarında Müslüman Türklere yapılan eziyetten ötürü resmen özür dileyen başbakandır.  Bursa “Al Sancak” Stadyumunda soydaşlarımıza hitaben devlet adına af isteyen de odur. Onlardan da en samimi sözlerle özür dileyen, kürsüden inip Plevne tutuk evinde ve  “Belene” sürgün kampında kendisine çok ağır işkence yapılmasına rağmen Türk ismi değiştirilemeyince, kayıtlara “öldü” olarak  geçen Bayan Hüsniye Mustafa’nın elini öpen onurlu politik şahsiyettir İvan Kostov.

Bunları bildiğimden dolayı olaya ilgim arttı ve ben de bekleyenlere katıldım. “Ordu Evi”nin büyük salonuna 10 bin kişi zor sığdı. Kuyruk hiç azalmamış. İçeri giremeyenler taş fırından çıkmış sıcak somun kapışır gibi, 2 saatte 20 bin kitabı kapıştı.

İv. Kostov hınca hınç dolu salonda ayakta karşılandı. Yorgun olduğu yürüyüşünden ve yüzünden belliydi.  Daha önce işlenmemiş bir konuda bir Bulgar başbakanın 1989’da başladığını sandığımız Geçiş Dönemini bir “Karşı Devrim” olarak nitelemesi ve beklenen dönüşümlerin Bulgaristan’da neden kök salamadığını “toplum olgunlaşmamıştı” şeklinde irdelemesi ilginçti. Benim dikkatimi çekense, salonda benden başka bir Türk’ün olmayışıydı. Daha da ilginç olan ise kitabı tanıtan “Siela” yayın evi müdürü ve ondan sonra kürsüye çıkan, yaşayan birinin yazdığı 447 sayfalık bir  “anı” eserini anlatırken çok derin felsefi konulara girip çıkan Bulgar profesörlerden hiç birinin de Bulgaristan Türklerinden söz etmeyişi oldu.  Oysa 1989 – 1999 yılları arasında Bulgaristan Türkleri Ayaklanmıştı. Hem de XX. Yüzyıl Bulgaristan tarihinde en büyük ve en şiddetli ve görkemli ayaklanma olmuştu. Tarih yön değiştirmişti. Şehitler verilmiş. 360 bin kişi yurttan kovulmuş. Etnik temizlik yapılmış. Kültürel soykırım işlenmişti. Politikacı yazara soru soran 20-30 kişiden hiç biri de, “Türk” ve “Müslüman” kavramlarını kullanmayarak, totalitarizmden demokrasiye sözde geçişte ana motor ve vites olan Bulgaristan Türklerini “yok sayıp” konu dışı bırakmaya çalışmıştı. Böylece gerçeğin bir kolu yenin içinde kalmıştı.  Konuşmaları dinlerken “Gabrovo Olayları” hepsini etkilemiş olabilir, çünkü “karşı devrim” asıl şu olandır. Bulgarlar mayalayıp kuramadıkları demokratik düzeni polis karakollarını basıp amirlikleri, kendi oylarıyla seçtikleri belediye yönetimini camdan atarak hem Romanlerden hem de demokrasiyi temsil edenlerden kurtulmak istiyor besbelli gibi düşüncelere takıldım. Türklerden söz etmeyen İv. Kostov aslında Hak ve Özgürlükler Partisi’nin “lideri” olarak yükseltilen Ahmet Doğan’a daha önceleri de beddua eden birisiydi, ne ki, 700 yıl bu toprakları ihya eden Müslüman Türkler’in  Doğan gibi bir Moskof ajanıyla ne ilişkisi, ne gibi göbek bağı olabilirdi. Doğan onların kalp atışlarının dışında, ruhsal alanının da dışında olan biriydi ve ak koyunla kara koyunu birbirine karıştırmaması gerekirdi. Bulgaristan Türkleri memleketimizin alı akıdır, demesini beklemiştim.

20 leva verip aldığım kitabı otele döndüğümde açtım. Kapağında bir yere dayanmış ya da otur gibi poz almış, elinden artık bir şey gelmeyen politika dışı bir adamın çaresizliği yorgun gözlerinden okunan bakışıyla sanki “durum bu” diyordu. Kapağını sağ elimle açtım ve ilk 79 sayfasını iki çay arası bir solukta okuyunca oturdum ve size yaralı etkilenişimi kısaca anlatıyorum:

İvan Kostov, 10 yılı 7 bölümde anlatmış. Birinci bölüm “Geçişe Giriş” başlığı altında 79 sayfaya sığdırılmış. Bir eser ne kadar hacimli olursa olsun, yazılan son sayfaları GİRİŞ kısmıdır ve anlatılanın özlü bir dökümüdür. Kostov da “Bulgaristan’da totalitarizmden demokrasiye geçiş gerçekleşmedi” derken olamayan olayın nedenini şöyle açıklıyor:

Geçişin düşmanı Bulgar post-komünist toplumuydu” Engelleyen güç, Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP), Demokratik Sol, Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS),  Bulgar Biznes Blok ve diğer sol partilerin toplamı oldu. Fakat o zaman Demokratik Güçler Birliği (CDC) ve koalisyon yandaşlarından seçmenlerin bir kısmı da bu işte suçludur, demekten çekinmiyor ve şuna vurgu yapıyor:

“ Benim kuşağımdan ve daha önceki kuşaktan herkeste ve bir yere kadar gelecek kuşağın da büyük kısmında post-komünist dünya görüş (ideoloji) var, hepimiz komünizm kalıtlarından bir şeyler taşıyoruz. Klasik yazar Anton Pavloviç Çehov’un dediği gibi, hepimiz ama hepimiz, taşıdığımız köle ruhunun kendimizden kıymık kıymık sökmek zorundayız.”

Geçişin Başlangıcında ancak demokrasi ve serbest piyasa ekonomisine çok partisi sisteme geçişe şahitlik edebileceğini itiraf eden Kostov,  geçişin Bulgarcada bir “cins ismi” olduğunu, içimizi yıkan ve dert deryası yaratan bir süreç şeklinde biçimlendiğini anlatırken  şu noktaya işaret ediyor:

“Bulgaristan’da komünist rejim ve planlı ekonomiden çıkış yıkımla bağlıdır. Yeni işlevi olan yeni yapıların kurulabilmesi için eskilerin yıkılması gerekti. Bu kendiliğinde yaşam biçimini değiştirir. İnsanların düzeni bozulur. Bizde de bozuldu.  Eski anlayışları üstüne toprak serildi. Bu da herkesi içinden yıktı. Gam denizi oluşturdu. Bundan dolayı, GEÇİŞ’le gelen hayal kırıklığı ortadadır.  Bunu yalnız ben değil, konuya ilişkin eserler yaratan pek çok düşünür yazdı.”

Birinci bölümün ikinci alt bölümünde seçkin politikacı Bulgaristan’da GEÇİŞ’in başlamasını zorunlu kılan iç ve dış, sosyal ve kültürel, politik ve ekonomik ön koşulları ele alıyor, fakat ancak politik ve ekonomik ön şartlar üzerinde duruyor.

O, ayrıca birçok Bulgar yazar, GEÇİŞ OLAYININ başlangıcı olarak, bilinçli bir yaklaşımla Jivkov’un 10 Kasım 1989’da devrilmesini gösterdiler. Batıda çıkan literatür bu tezin kabul etmedi. Diktatörü deviren ve totalitarizmin belini kıran Müslüman Türklerin 1989 Mayıs ayaklanması oldu. İv. Kostov olay aynı zaman kesiminde gerçekleşse de bu gerçeği işlemiyor. Oysa bu halk direnişine 73 bin Müslüman katıldı. Ortaya Bulgar devletinin gücünden büyük bir güç ve aynı ruhta kenetlenmiş bir ordu çıktığını itiraf etmiyor. Yani Türklerin T. Jivkov ve rejiminin yıkılmasındaki rolünü “yok sayıyor”, bu tarihsel olaya değinmeden geçiyor ve demokrasiyi çağıran bir halk dirilişini görmezden gelmiş oluyor.

İlk demokrasi mitinglerinin de Bulgaristan’ın “demokratikleşmesinden bir parça” olduğunu kabul etmiyor. Böylelikle 1989 Türk miting ve yürüyüşlerinin bir etnik halk ayaklanmasına dönüştüğüne ve totaliter güçleri sarsıp gerilettiğine işaret bile etmiyor. Bulgaristan’da demokrasi davasının ilk şehitlerinin Türkler arasından olduğunu da yazmıyor.  Bulgaristan’da totaliter ortamda yapılan Türklerin hak ve özgürlük mitinglerinin “Bulgarları uyandıran” niteliğine vurgu yapmıyor.

Üçüncü olarak,  1984-1989 zulmü yıllarında Türklerin 52 parti ve dernek şeklinde legal ve illegal, yarı gizli örgütlenişine, 21 Mayıs 1989’da Demokratik Lig partisinin Sliven’in Yablanovo köyünde Milli Kurucu Kongre çağırdığına da değinmeyen, demokratik uyanışıta Türklerin Bulgarlardan önde olduğuna işaret etmeyen Kostov, Sofya’da yapılan ilk kitle mitinglerinin ve  Jivkov’un kaydırılmasından sonra eski partilerin yeniden örgütlenmesini de  totalitarizmden kopuşun başlangıcı olarak kabul etmiyor.

Jivkov’un devrilmesinden bir ay sonra, 11 Aralık 1989 tarihinde Bulgaristan Komünist Partisi  (BKP) Merkez Komitesi (MK) bir Plenum toplamış ve bu forumda yeni genel Sekreter Petır Mladenov şöyle demişti:

“Komünist rejim soysuzlaştı, aslı değişti. Komünist rejim, Genel Sekreterin kişisel çevresinden bir grup kişinin, propaganda ve baskı maiyetinin diktatörlüğüne dönüştü.”  Bu konuşma demokrasi kavgasını T.Jivkov’un kişiliğine karşı yöneltmek için yapılmıştı. Bu, BSP partisinin demokratikleşme kavgasına katılmak istemediğine kanıtlar sundu.

Protestolar devam ederken 1971 Anayasası’nın 1. Maddesinin değiştirilmesi istekleri daha da şiddetlendi.  1990’da Yuvarlak Masada Anayasa’da 100 değişiklik yapılması karara bağlandı. Bunlar arasından en önemlileri vatandaşlara miting, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı tanındı ve eski politik partilere konmuş yasaklar kaldırıldı ve politik örgütlenme kapısı açıldı.  Ve yazar, Halk Meclisinin, Büyük Halk Meclisi seçimi yapılması kararını, politik partiler yasasını onaylamasını Bulgaristan’da GEÇİŞİN BAŞLANGICI olarak kabul ediyor.

Kostov, ekonomik analizinde, 1990’da Bulgaristan dış borcunun Gayrı Safi Milli Hasıladan büyük olduğunu yani ülkenin iflas ettiğini bildirirken, ülkemize hiçbir Batı devletinin döviz bazında kredi vermeyi kabul etmediğini yazıyor. Olayın XX. Yüzyılda Bulgaristan’ın 3. Kez iflas edişi olduğunu resmen açıklamış oluyor.

Bu arada yine 1990’dan başlayarak Bulgaristan ahlakında “nefret etme”, “öfke besleme”  hakkı doğduğunu, “çalga” müziğinin halk öfkesinden kaynaklandığını, yasalara uymayanların topluma hükmettiğine ve manevi çöküşün başladığını vve hızla derinleştiğini belirtiyor.

Bu çöküş çok yönlüdür. Ekonominin yok olacağı öngörmüştür. “Endüstri sonrası bir aşamada”, “bilimsel teknik ilerleme geliştirilmeyi” düşünenler vardı.            Bulgar ekonomisinin dünya ekonomisine örmeyi hayal edenlerdi onlar.  Oysa dünya ekonomi merkezi artan bir güçle Bulgar endüstrisi gibi tökezlemişleri merkezden kuvvetle uzaklaştırıyor ve kenara itiyordu.

İşte böyle bir ortamda 10 Haziran 1990’da             Büyük Millet Meclisi seçildi. Meclise 400 vekil girdi.  Ondan önce, daha 15 Ocak 1990 tarihinde olan meclis, 1971 Anayasasından BKP’nin toplumun öncülüğünü garantileyen 1. Maddeyi söktü. Temel parti örgütlerini yasakladı. Devlet güvenliği “DS” 6. Şubesini yani  politik polisi dağıttı. Yasakladı. Her türlü mülkiyeti yasallaştırırken, ekonomi hayatta girişimciliğin önünü açtı, fakat bunların hepsi kâğıt üzerinde kaldı. Her şeye rağmen Bulgaristan’da sosyalizm gidiciydi.

22 Aralık 1990’da BMM Avrupa Birliğine katılma niyetini karara bağladı.

Daha sonra da NATO üyesi olmak istediğini duyurdu.

Demokrasi yolunun başlangıcını da anlatmaya çalışan İvan Kostov, “Bulgaristan hem bir Avrupa ülkesi, hem de değil” dedikten sonra konuyu şöyle işliyor:         “Biz bir ülke olarak demokrasiye uygun muyuz? Çünkü eski medeniyetler ülkeleri var ki, onlara demokrasi aşılanamıyor, toplum dağılıyor ve kargaşa başlıyor. Yönetilemez oluyorlar.”

O şöyle derinleşiyor: Demokrasi ne değildir? Demokrasi, komünist toplumsal düzenin girişi dediğimiz,  defolu sosyalist toplumun onarılmış şekli değildir ve olamaz.  Şöyle T. Jivkov’un devrilmesi demokrasi sayılmaz. Onun otoriter totaliter bir rejimi vardı. Jivkov düşürülünce otoriter rejimi çöktü ama totaliter yapı ayakta kaldı. Yani eski rejimin baskıcı aygırı yaşamaya devam etti.

Örneğin 14 Aralık 1989’da “Ekoglasnos” (Çevreciler) Rusçukta (Ruse) hava kirliğini protesto edince şiddet gördüler. Totaliter baskı aygıtı saldırdı.

Bu açıdan baktığımızda, İv. Kostov’a göre, demokrasi, komünist diktatörlükten çok partili sisteme geçişti. Demokrasi, tek yumruk komünist iktidarın yerine, birbirini kontrol eden bağımsız kurumsallaşmaydı. Gerçek demokrasi yazılı yasa karşısında hiç istisnasız herkesin eşit olması anlamındaydı. Fakat yasalar kendiliğinden işlemiyor, siyasi irade istiyordu.

O zaman Bulgaristan’da demokrasi Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başladı diyenler de belirdi. Komünistler Batı dünyası ile rekabeti kaybetmiş, Soğuk Savaşta yenik düşmüş, ekonomik olarak çökmüştü. BKP de Bulgaristan demokratik güçleri önünde kısmen ödün veriyor ve gerilermiş gibi yapıyordu.

Devam edecek.

Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Bulgaristan’ı öğrenmek istiyorsanız bizi izleyiniz.

İkinci bölüm:  İlk demokratik hükumet ve başarısızlık.

Reklamlar