Rafet ULUTURK

Bulgaristan’da Feryat edenler;

Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin şu “Yeni Osmanlıcı” politikasını anlamada güçlük çekenlerdir.

Aslında anlaşılmayacak hiçbir şey yoktur.

XXI. yüzyılda politika bir sahne oyununu andırıyor. İzleyen sırların hepsini birer ikişer çözebilir.

Tarihe gömülen hiçbir imparatorluk asırlardan sonra eski haşmetliliğiyle yeniden kurulamamıştır.

Bu Osmanlı İmparatorluğu için de geçerlidir.

Öyle bir şey ki, tarih Hıristiyanlığın doğuş simgesi olan “Yeniden Doğuşu” kabul etmiyor.

Geçerli tez, her şey bir başlangıcın devamıdır.

Geçmişten ders alınırsa, yanlışlıklar tekerrür etmez yani acılar bir daha yaşanmaz yani olumsuz olanda yineleme olmaz. Ders çıkarılmaz ve çıkarılan dersler hak yolunda kılavuz edilmezse, tarih trajedi veya dram olur.

 

İmparatorluklar sıralamasında en büyü sayılan Moğol İmparatorluğunun kurucu hanı Timurleng, /Tamerlan/ (1336- 1405) havanın en temizini nefes etmek için engin Hint ormanlarına kadar uzanmış da, Taşkent’teki Büyük Anıtı olmasa, mezarı da hala bulunamadığına göre, belki halkların tarih belleğinden giderek azarcık-azarcık silinmeye yüz tutacaktı.

Yüz ölçümü olarak Roma İmparatorluğundan büyük olup üç kıtaya uzanan Osmanlı İmparatorluğu suyunu çektiğinde, susuz kalanlar dere dibinde kalan gözleri pörtlemiş, ağzı açık kurbağalar gibi, halen su bekliyor. Başka bir İmparatorluk olan Rus İmparatorluğu ise;

XV. Asırda Kırım Tatar Hanlığı’na haraç verdiğini çoktan unutmuş.

Günümüz fermanlarını Kremlin’deki İmparator Sarayı’nda imzalamaya başlayan modern lider Vladımir Putin, bir yandan İstanbul’u ele geçirip atalarımın III. Roma İmparatorluğunu yani yeni bir Ortodoks İmparatorluğu olarak kurmayı düşündüğünü bile ara sıra belli ederken, son dönemde İstanbul kilidi’nin Kırım’dan açıldığı fikrine saplandı.

 

Soğuk Savaş ateşinin sönmesiyle daha kuytu ve biraz da ılıman bir sığınak ararken Avrupa Birliği’ne giren ve NATO şemsiyesi altına sokulan Bulgaristan ise, kafa karıştıran çok çetrefilli yeni bir duruma düştü.

Batı dünyası ile tamam sarmaş dolaş olup neredeyse birazcık ısınmayı beklediği şu sırada, isteyerek mi bir rastlantı sonucu mu pek belli olmasa da, kendini dondurucu Rus politikasının etki alanında buldu.

 

Bir de, şu Yeni-Osmanlıcılık, Bulgaristan’da kamuoyuna paralel konumlu aklı başında sandığımız birçok kişinin uykusunu kaçırıyor.

İnsan bilmediğini, anlayamadığını, görmediği bir şeyden korkmalıdır, fakat nedense memleketimde korku dağları bekliyor. “Korku dağları bekler” sözü Türkçemize ait olduğundan, Osmanlı döneminde tekerlenip Bulgar dil hafızasına düşmemiş ama orayı boş yer bulan “insanın gönlünü kemiren korkudur” iyice yerleşmiş.

Korku denilen şey de büyüyen, küçülen, sindiren, sis gibi koyulaşan ve bilmem ne hallere giren bir melet.

Siz de, şu Amerikan filmlerinde kâh çocuk, kâh cadı, kâh iyi yürekli beyaz sakallı gözlüklü bir dede ya da dehşet saçan patlak gözlü bir canavar hali alan BARBY’ yi izlemişinizdir.

 

Yeni Osmanlı politikası da Barby’nin son şekli gibi girdi Bulgarların rüyasına.

Hele Türkiye Cumhuriyeti’nden bir hükümet heyeti, Başbakanı Recep T. Erdoğan veya Dış İşleri Bakanı A. Davutoğlu ülkemize geldiğinde, korku ayyuka çıkıyor.

Sayın Bakan A. Davut oğlu’nun son ziyareti sırasında da öyle oldu.

Bir akademisyen olan Bakan’ın bir birimsel araştırma şeklinde kaleme aldığı ve çok tutulan eserler kül yasından olan “Stratejik Derinlik” yapıtı Bulgar diline tercüme edilince endişe alevlerinin boyu daha da yükseldi. “Stratejik Derinlik” bir yandan Batılı araştırmacıların başını çeken ama yapıtlarındaki irdelemelerinde Müslümanlara karşı tandanslı olma özelliğinden sıyrılamayan “Medeniyetler Çatışması” gibi eserlerin müelliflerine yanıt olurken, aynı zamanda son yüzyıl dünya stratejik düşünüsünü esaslı kaleme alan eski ABD Dış İşleri Bakanı Henry Kizinger’in araştırmalarının da bölgemize ve Türk gerçekliğine tamamen uyulmanmış bir derinlikle devamı olduğundan, kimi okurlar ruhsal sarsıntı geçirdiler.

 

Bizde, Bakanımız A. Davut oğlunun kitapları “Yeni-Osmanlıcıpolitikanın stratejik esası olarak kabul ediliyor. Konuşmaları ve dış ülke ziyaretleri ise, sanki bu politik açılıma zemin hazırlamak için atılan adımlar şeklinde algılanıyor.

 

Bizdeki milliyetçi kesimi, “Yeni-Osmancılık” dendiğinde endişelendiren nedir?

Dış İşleri Bakanımızın A.Davut oğlunun “Stratejik Derinlik” kitabında “Askeri Bölüm” yoktur.

Saldırı Savaşı Hazırlıkları” ya da “Balkanlara Çıkarma Yapılmalı” bölümleri de yoktur.

Yeni – Osmanlı politikasını sanki ordusu, topu, tüfeğiyle görmek isteyenler var ki, bu eserde silahtan, toptan, roketten, deniz altından, uçaktan vs. söz edilmediğini görünce şaşıran, ağzı açık kalanlar var.

Onlar, değişen dünyanın yenilenerek kalkınma, bunalımları aşma yasalarını bilseler, “Yeni – Osmanlıcı” politikaya belki sevinirler. Bilgi iyi bir şeydir. İnsan ruhunun güven besinidir.

Durum tahlillerinin gösterdiği üzere, insanoğlu bilmediği, bilmemekte ve anlamamakta ısrar ettiği yenilikleri çözmede zorlandığı ortadadır. Yeni olanı anlayabilmek için önce, niyet etmek gerek, bu olmadan bir sırrı çözmek ve özünü açıp anlamak olanaksızdır.

 

Önce şunu kabul edelim: ne “Stratejik Derinlik” eseri, ne de içindeki “Yeni –Osmanlıcı” politik stratejisi parmaktena emilmediği gibi, gökten de düşmedi. Bu zamanla süzülen bir sentezdir. Türkiye’yi yıllardan beri içinde bulunduğu siperden çıkaracak ve heybetini doğrultmasını sağlayacak, anavatanımıza dünya politikasında en önemli rolü verecek, büyük bir atılımın yeni adıdır, yeni ufkudur stratejik derinliğidir.

Bu heybet, kendiliğinden olmak üzere, yeni bir dünya ayarıdır. Özünde, Batı’nın finans ve ticaret merkezi olan Londra’nın, Avrasya ticaret, meykül kıymetler ve ticaret merkezi olarak İstanbul’a kayması ve yerleşmesi anlamına gelir. Yepyeni bir bakış açısıdır. Bu Türkiye’nin dünya devlerinden biri olmasına açılan yoldur.

 

30 Mart’ta Türkiye halkı yerel seçime gidiyor.

Bu seçim kampanyası Cumhuriyet tarihinin en huzurlu, iyi güven veren bir ortamında yapılabildiyse, bunu her şeyden önce, geniş kitlelerinin yeni açılıma bel bağlamış olmasında görüyoruz.

Artık dünya devleri arasına giren Türkiye’de kimsenin içine kapanma lüksü yoktur.

Yarını görenler, HEDEFLER BÜYÜK, BİRLİKTE İLERİ!” diyorlar.

Bu büyük hedefleri nasıl okuyoruz?

Öncelikler:

Biz bugün artık yıllar yılı uyuşturulmuş olan Türkiye de halkın uyandığına şahidiz.

Biz bugün artık Türkiye’de yaşayan herkesin kardeşlikten başka seçeneği olmadığına inandığına inanıyoruz.

Biz bugün artık, Viyana kuşatmalarından beri asırlarca gerileyen ama gerilemesi Sakarya Savaşı’nda durdurulan, büyük bir halkın yeni şahlanışını izliyoruz;

Biz bugün artık sınırlar değişmeden, başkentler değişmeden, yalnız sanal ortam üzerinden gerçekleşecek yeni bir dünya politikasına açılan Türkiye’nin şahlandığını ve bu işi başaracağını görüyoruz. Türkiye’ye inanıyor ve ona güveniyoruz.

Biz bugün, Balta Liman Antlaşması’ndan beri yatan ama artık uyanan ve siperden çıktı çıkacak duruma gelen heybetli bir Türkiye’yi artık  görüyoruz.

Biz bugün artık, İstanbul’u Birleşik Avrasya Konfederasyonu Başkenti olarak görmeye başlıyoruz.

Biz bugün İstanbul’da Avrasya Menkul Değerler Borsası kurulmasıyla Araplardan Ruslara, İngilizlerden Almanlara dünyanın İstanbul’a koşmaya hazırlandığına tanık oluyoruz.

 

TÜRKİYE KİMSESİZ DEĞİLDİR.

Osmanlı İmparatorluğu çöktüğünde içinden 45 devlet çıktı.

Anadan ayrılan 45 yavru artık bir asırlık oldu. Tarihe yaş sorulmaz ama yaşları yüzü aşan yavrular Tozlaşmak için analarına danışmaya ATA OCAĞINA geliyor.

Onlar Yeni-Osmanlı ormanında ağaç olmak istiyorlar. Hedeflerinde kökleri birbirine örülmüş büyük ormanından uzak düşmemek için çabaları görüyorum. Parçalanmanın getirebileceği tehlikeleri biliyorlar. Güç kaynağımızın Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında birliğimizdir.

Bugün geri gelenlere, bir asır önce ayrılırken “seçtiğin yolda mutlu ol!” denmişti.

Şimdi “Geldiğin yerde mutlu ol!” selamı veriliyor. Başka bir değişle, yalnız Türk insanının değil, tüm insanların gözü Türkiye’dedir. Bu anlamda Yeni – Osmancılığın özünde öncelikle gönüllü gelene “Hoş Geldin!” vardır.

Bu özde devlet sınırı yıkmak değil, gönül sınırlarını kaldırmak, menfaat ortaklığında sınırsız olmak ve ruhsal görünen zenginliğini biçimlendirmek gerekir.

 

Ne yazık ki, bir asır önce,  bir kuluçkanın kanatları altından dağılan, bu arada Türkiye hariç, bu 45 devletten her biri toprağı eşelerken kurt bulup yemeği analarından öğrenmemiş piliçler gibiydi.

Kendimiz hallederiz” gururuna kapılsalar da, bazıları petrol denizi gibi zenginlik deryası içinde yüzdü ama 500 yıl boyunca başlarına geleni yaşamak zorunda kaldıklar. O gün bu gün bunalımların pençesinden kurtulamadılar ve çıkarken aralık bıraktıkları kapıya dönüp dönüp bakmaya başladılar. Bir arı kovanında bir BEY olduğunu anlamaları, başka kovan beyinden kendilerine fayda gelmeyeceğini anlamaları zamanı da artık dolmuş gibi.

 

“Yeni – Osmanlı” stresi yaşayan Bulgaristan’da tarihten gelen kibirliliğin renk izleri var.

Bir defa Bulgar yönetimi, “Bulgarlaştırma” siyasetinin bıraktığı darbe yaralarını iyi okuyamadı. İsimler, soy ağıcı, gelenekler, edebiyat, sanat, alışkanlıklar,  din vb. genel anlamda kimlik oluşturuyorsa ve bu önemli olgunun günümüzdeki öz ve biçim adı KÜLTÜR ise, baskı ve terör uygulayarak, eziyet ederek bir toplumun kültürü ancak ve yalnız KÖTÜYE doğru değiştirilebilir.

Bulgarlar erki,  Tanrı tarafından yaratılanların dışında olan k ü l t ü r d ü r saçmalığına takılarak, “elimizdeyken hemen değiştirelim” havasına gerdiler ve tosladılar.

Şu nokta çok önemlidir.

Hafıza kaybına uğramaksa evrimsel değişimi bile engelleyip durdurandır. “Yeni – Osmanlı”nın anlaşılıp ona ılımlı yaklaşılacağına, tamamen ters bakılması da, işte bu hafıza kaybından kaynaklanır.

İnsan bilmediği görmediği şeyi sevemez. Tanımadığı bir güzele de aşık olamaz.

136 yıldan beri ezen kesen bir ejderha olarak tanıtılan Osmanlı’dan çıkan “Yeni – Osmanlı” yavrusuna olumlu bakılmasını beklemek yanlış olur.

Hafızasına yalnız olumsuzluk sıkıştırılmış olan bir kişiden olumlu hareket etmesini bekleyemeyiz.

 

Burada konuyu daha derin açabilmemiz açısından üzerinde özellikle durmamız gerenken bir durum var. Çarlık döneminde Bulgaristan başbakanlarından olan Aleksandır Tsankov’un 15 yıl kaldığı Arjantin’de yazdığı “Anılarım” kitabında işaret ettiği “Balkanlar’da yalnız Türkler ile Bulgarlarda devlet kurma niteliği var” tanımı biraz açılmalıdır.

 

Fakat devletler: 

a) menfaatlerin evrimi sonucunda gereksinime yanıt olarak, tabanın çekisinden yükselerek oluşur;

b) el altındaki toprakları idare etme araçtır. İşte bugünkü Sofya yönetiminin

(b) tipi bir devlet olduğunu, halkın kendini özgür hissetmediğini, gücünü halktan almadığını, bu nedenlerle demokratikleşemediğini yani Bulgar devletinin çilesi çekilmiş bir erk biçimi olmadığını görüyoruz.

Bundan dolayı da “Yeni – Osmanlı” yaklaşımına ters bakış sergilendiğine şahidiz.

 

Bir de, Osmanlıya dönelim feryadı bugün her dönemden daha büyük ve dört yanda işitilir oldu.

Yeni-Osmanlı” sihirrinde, yeni bir Osmanlı İmparatorluğu kurulmadan yani 45 devlet arasındaki sınırların bozulmadan, onlara asla dokunulmadan, tek başlı idareye geçilmeden, yepyeni bir sentezle yeni bir huzur dengesi ufukta yükseliyor. Bu gün AB’nin olduğu gibi biraz da fark olabilir vsy.

Bu huzur dengesi yaşam hakkı kazanırken Türkiye’nin hiçbir ülkeyi, hele Balkanları, hele Bulgaristan’ı işgal etmesine gerek yok, yaşasın herkes istediği yerde istediği gibi.

Buradaki sorunu şöyle açalım:

Bugün Türkiye’ye akın var!

Biz Bulgaristan’da nüfus kalmadığından Makedonları Bulgar kabul edip vatandaşlığa davet ediyorlar ya da son haftalarda Besarabya Bulgarlarına aman gelin size vatandaşlık verelim, derken boşluk doldurmak istiyoruz.

Oysa öz olan, herkesin yaşamak istediği yeri kendisinin seçmesidir.

Bir yandan, bir asırda altı defa Türkleri sınır dışı eden Bulgar devleti, şimdi kendi soyu da onu terk edince ya da davet ettikleri bile gelmeyince, ortada kaldı.

Bulgar halkın şimdiki devleti, çilesi çekilmemiş bir devlettir, derken bunu kastetmiştim.

 

Öte yandan, Türkler, Bulgar ulusunun dikenli yapısını iyi bilir.

Bal gibi tatlı görünürken, birden bire bozulduğunu görmüştür yaşamıştır.

İçi başka dışı başka olmak bize uymaz. Biz, sulanan tarlada sarıdiken olduğunu unutmayız, unutamayız.

 

“Gezi parkı” olaylarından beri, neredeyse artık bir yıldan bu ya da İstanbul’da ve ardından Türkiye’nin öteki büyük merkezlerinde kışkırtılan, para akıtılarak geliştirilen ve bazen azan olaylar oldu.

Avrasya merkezi olmaya yönelen Türkiye’yi sanal bir darbeyle aforoz etmek istediler.

 

Sanal olanı oluşturan borsa karıştı, Türk Lirası yara aldı. 17 Aralıkta patlayan hükümeti hırpalama provokasyonları aslında Türkiye halkını siperde tutma, siperden çıkmasını engelleme operasyonuydu.

Türkiye’nin siperden çıkıp şöyle bir doğrulmasına tahammül edemeyenler “gezi olayları” dan beri uyumuyor.

 

Dünya yerde sürünürken Türk insanının belini doğrultmasından korktular.

Türkiye elden gidiyor endişesine kapıldılar. Türkiye’yi daha mutlu olma kavgası alanından çıkarıp ağaç, çalı, çırpı kavgası yürütülen bir ülke haline getirmeye yeltendiler.

Dünyanın gözünden düşürmeye çalıştılar.

Onlar, Türkiye’nin Avrasya merkezi olmasından, Avrupa borsalarının Londra’dan İstanbul’a taşınmasından, İstanbul üçüncü HAVAALANININ kurulmasıyla iki kıta merkezinin Trakya’ya kaymasından korktular. Üçüncü BOĞAZIN ve KANAL İSTANBUL’un açılmasıyla Avrasya Ticaret yolunun Türkiye üzerinden mekik dokumasından korktular.

Türkiye ve Türkler artık Siperlerden çıkıyor. Biz onlara gitmiyoruz, hepsi bize geliyor.

Reklamlar