Yazan: Ertaş ÇAKIR
Tarih: 18 Nisan 2020

İşler birden bire aştı taştı. Kaleme uzanacak, bilgisayar başına oturacak vakit kalmadı. Mevsimlerin en güzeli geldi. Koncalar güle koşuyor. Yenilmeyiz, çünkü biz halkımızın bağrında saklıyız.

Yazmaya oturduğumda, gözlerimin önüne Hak ve Özgürlük Hareketi bayrağındaki zeytin dallarını, bereket simgemizi hatırlarım. Bu simge, aslında Bulgaristan’daki kardeşlerimizin hepsine bir çağırıdır:

GELİN İNSAN OLALIM!
Çağırı tuttu da. Bize doğru hareketlenme henüz başlamadı. Bulgar tutucu ve yerinde sayıyor. Kıllanıyor… Çok zehir içmişler ki, bir türlü ayıp durulamadılar. Dünyanın yeni renklerle açtığını görmek istemiyorlar.

Bizde de yaşlılar “Her yer karanlık (Mekber) Türküsünü söylerdi. Yemenden dönerken Ege Denizi’nde limana yaklaşırken şiddetlenen lodos ve kabaran dalgalarda alabora olan gençlerin ruhuna Fatiha okunurdu.

1989’dan sonra öyle bir boşluktayız ki, ne Güneyden ne de Kuzeyden ortam karıştıran yeni bir esinti gelmedi, çöken sis kalkmadı. Beklenen duyguların hararet kapması ve umudun ateş almasıdır.

Bir türkü vardır: “Dön gel, bir tanem dön gel!” İşte beklenen bu duyumsama dile gelemedi. Bekliyoruz…

Günü, şafağın tütün kokusuyla karşılayanlar, birbirine yapışmış katranlı kirpikleri açarak sevgilisini aramadılar.

Ve biz o zaman da, şimdiki gibi, yalansız yaşayan insanlardık.
Ve bugün hala o yalansız yaşamanın bedelini ödüyoruz.

Bulgaristan’da Roman-Millet mahallerinin hepsi didik didik edildi. Çeyiz sandıklarının dibinde, güne başlarken söylenen küfürlerin hiç birinde ve mama isteyen çocukların hıçkırığında korona virüsü bulunamadı. Abluka altında steril ortamda yaşıyoruz.

Yasaklı Türkçemizde de yokmuş korona virüs belası. Dedelerimizin bastonunda ve nenelerimizin bürgüsünde de bulamamışlar. Türkülerimizde de yoktur bu öldüren vaka. Ateşten doğan ruhumuzda ne gezer Allah’ın belası?…

Sevgi duvarı ördük tüm düşmanlarımızla aramıza.
Türk kokuyor duvarın arkası, ne kadar arı ve ne kadar güzel bir koku.
Ve virüs istemiyor kalbi temiz bizi, ne kadar iyi.
Virüs istemiyor vicdanı güçlü bizi, o kadar iyi.

Biz duvar örücüsüyüz. Kendi tarihimizi 1989 öncesi ve sonrası diye ikiye ayırabiliriz. 1989 bir duvar taşı değil, bir çittir, bir duvardır. O zaman ayaklandık. Bir ayaklanma köklü dönüşümler yolunda son duraktır. Biz bu durakta bulunduk. Adımız o durağın tabelasında yazılıdır. Bulgar tarihinde bizden başka ayaklanmış azınlık yoktur. Bizim Ayaklanmamız siyasi bir olgudur.

Ne yazık ki, şimdiye kadar Ayaklanma Psikolojisi eserine rastlamadım. Devrim ruhundan farklı yanları olup olmadığını araştıracaktım. Nedense herkes Devrimin ruhunu elle tutmaya ve kucaklamaya çalışmış, ama ayaklanma öksüz kalmış.

1989 Başkaldırımızdan bu yana 30 yıl geçti. Bizsiz Bulgaristan boş kaldı. Düştü kalkamadı. Boşaldı dolmadı. Takatsiz kaldı, kendini toparlayamadı… Yerimiz boş, gönlümüz hoş, yapılacak ne kadar çok iş var!

1989 Ayaklanması toprak altı suları gibi çok birikip çok kabarsa da, birdenbire nasıl fışkırdı?  Kimse akıl erdiremedi! Ama biz yalnız düşünen ve düşünmesi de köreltilen bir hayvan olmadığımızı gösterdik. Kızışan duygular işe el koyunca aklın işlemediğini, orman gibi yanan, sel gibi akan kitleler oluştuğuna şaşa kalanlar dil yuttu, damak ısırdı.

100 sene baskı altında ezilirken sertleşip çelikleşen Türklerin her devirde inançlarıyla yaşadığını, devlet zorbalığının inançlarımızı şekillendirmeye çalışsa bile, kızışan duygular ve kökleri derinde olan inanç ve görüşler asla manipüle edilemedi, yön değiştirmedi.

Biz, bütün maddi temelimize, kendi taşınmazlarımıza, vakıf mülklerimize, okul ve cami mallarımıza vs. tamamen el konduğu, her şeyimizin gasp edilmiş olduğu bir zamanda ayaklandık. Silahımız şuurumuz ve elimizdeki çapalardı. Devrimci ruhumuzu bileyecek okullarımız,, kuran kurslarımız, aydınlarımızla görüşmelerimiz, tüm yayınlarımız ve birbirimizle yakın temasımız ve geleneklerimizin yasak olduğu bir dönemdeydik. Ama ayaklandık. Ve hiç kimsenin lokmasında gözümüz yoktu. Tek isteğimiz totaliter komünist terör rejiminin sökülmesi, anayasanın değiştirilmesi ve insan ve azınlık haklarımızı tanıyan ve yasallaştıran bir temel yasanın kabul edilmesi, maddi dünyamızın doğal haklarına kavuşması ve ruhumuzun özgürce kanat açabilmesiydi. Toplumu dönüştürme gücü bizdeydi. İnancımıza göre, diktatör Todor Jivkov’un devrilmesinden sonra, yasal yoldan toplumun dönüştürülmesine tüm engeller ortadan kalkacaktı. Ne yazık ki kaldırılmadı. Engel olanlar çok kalabalıktı. Maskelenen totalitarizm ayakta kaldı, gömülmedi, silinmedi, hiç birinden hesap sorulmadı. İnsan hakları bildirgelerine bile uyulmadı. Ne ki, görevimiz her zaman ileri bakmaktı. Baktık, Bakıyoruz…

Atalarımız da biz gibi özgür doğmuşlardı ama hepimiz 1878’den sonra prangalandık. Kollarımız kelepçeli olsa bile biz Bulgaristan Türkleri git gide bir topluluk oluşturduk. Gidenler yolcu, kalanlar hep bizimdi.  İyi ve kötü günde hep  bir insan gibi davrandık. Birbirimize düşmedik.  Ayakta kaldık. Dik durduk.

Bu cümleden olmak üzere, 1984-1989 anıtlarımızın yan duvarında, büyük Nazım’ın, “Ben yanmazsam, Sen Yanmazsan, Biz Yanmazsak, Nasıl Çıkar karanlıklar aydınlığa?…” sorusu çok anlamlıdır, birleştirici ve yüreklendiricidir. Tüm Türk yüreklerinin tek yürek gibi çarpmasını sağladığı gibi, insanlarımızı kalp ve akıl arasındaki gönülde birleştirip kenetlen diren ve hareket ettirendir. Öyle de oldu. Bu gerçek en kutsalımızın sırrı oldu. Bugün de hareket gücümüzdür.

Bu kavgada biz her şeyden önce Türk olarak varlığımızı, çocuklarımızın geleceğini,  1000 yıldan beri özünden bir parça olduğumuz doğayla iç içe yaşamak isteyimizi savunduk. Vatan için direndik. Vatanımız bizim dünyaya geldiğimiz doğa kucağıdır ve biz ona her zaman sahip çıktık.

Bu topraklarda yaşadığımız süre boyunca kendimize, yakınlarımıza, komşularımıza, topluluğumuza, Bulgarlara ve diğerlerine her zaman merhametli olduk. Kimsenin tavuğuna kış demedik. Bizim için kötülüğün simgesi Todor Jickov’tu, savcı rolüne soyunan parti sekreteri, elinde coplu milisti (polisti). Bu gün de kötülüğün simgesi olarak, davamıza hainlik eden, düşmanımızın himayesinde yaşayan, ruhunu satmış olan Ahmet Doğan’ı görüyoruz ve onun yolumuzdan alınmasında ısrar ediyoruz.

Bulgar devletiyle uzlaşmaz kavgamız kimliğimize saldırıyla başladı. Bir defa bize “Osmanlı zamanında Türkleşmiş Bulgarlar” dediler hepimizi dilsiz ve dinsiz bıraktılar ve tarihimizden sildiler. Soykırım zülmü oyunlarına düşürüldük, şehitler verdik, kırıldık, parçalandık. Biz, Türkiye ve Türk dünyası tarihinden bir parçayız. Bize biçilen yeni kimlik içinde eşitliğimizi ve özgürlüğümüzü yitirdik. İnsan başkasının kimliğine girerek özgür ve eşit olamaz, çünkü bunu yapan kendi kimliğinden olur.

Bulgarlar, “Bulgaristan Bulgarlarındır” dediğinde, toplumda yozlaşma başladı. Bu Osmanlı’da yoktu, çünkü imparatorluğun ümmet mülkünü koruyan devletin kendisiydi. Buradaki olayın özünü Türklerin, Yahudilerin, Romenlerin göçe zorlanmasında, sürgüne gönderilmesinde, toplama kamplarına sevk edilmesinde ya da 1948’de Yahudileri gemiler doldurarak İsrail’e gönderilmesinde ve benzer yüzkarası olaylarda görebiliyoruz. Önce mal mülk sorunu olan dava sonra ırkçı-milliyetçilerin ülkeden atma davası şeklinde sertleşti.

Sonra manevi hayatımız hedef alındı. 2 700 okulumuza el kondu, camilerden kilise yapıldı, vakıf mallarımıza el atıldı.

Bulgaristan Türklerinin bu konularda Bulgar devletiyle imzaladıkları herhangi bir uzlaşma anlaşması yoktur. Daha da önemlisi kendine bu gibi yetkiler tanıyan Ahmet Doğan’ın yaptıkları çok zararlı olmuştur. 1925’en sonra Bulgaristan Türkleri ile ilgili, göç anlaşmaları dışında, Türkiye devletinin Bulgar devleti ile anlaşma imzalamamasından oluşan boşluğu gasp eden Ahmet Doğan, hak ve özgürlüklerimizin gerçekten elde edilmesine çok büyük zarar vermiştir.  Öncelikle Bulgaristan Türk kimliğine ölümcül darbeler indirilmesi yolunu açmıştır. Avrupa kıtasında azınlık dilleriyle birlikte 70 dil konuşulurken, anadilimiz ve en önemli dünya dillerinden biri olan Türkçemizin yasaklanmasına göz yummuş, seyirci kalmıştır. Mustafa Karadayı’nın tavrı da aynıdır. İkinci olarak, Bulgaristan Avrupa Birliği’ne alınırken imzaladığı bildiride, Bulgaristan’da azınlık problemi, etniklerin sorunları ve çok kültürlülük yönünde hiçbir istek olmadığını belirterek, 2007’den beri hayatımızı karartmıştır. Günümüzde ırkı milliyetçilerin en azgınlarının liderliğine uzanan, VMRO Başkan Yardımcısı ve Avrupa Birliği Milletvekili Angel Cambazki, “Bizim Türkiye Cumhuriyeti ve Bulgaristan Türkleri liderleriyle anlaşamadığımız (uzlaşamadığımız) problem yoktur” demesinin anlamı budur. Biz satılmışız! Hem de ırkçılığın en büyük kabadayılarına. Bu cümleden olmak üzere, daha 1992 yılında Ahmet Doğan’ın VMRO – yönetim ekibi tarafından “Altın Yıldız” madalyası ile ödüllendirilmesine başka bir anlam veremeyiz. Gerçekler biliniyor ve her şeyin değiştirilmesi zamanı gelmiştir.

Bulgar ve Rusya devletleri karşısında ödevlerini yerine getirdiğini yani Bulgaristan Türklerinin eriyip bitmesi kazanını yeniden ateşe koyduğunu rapor ederek, Karadeniz’deki Rusya “köşküne” çekilmiştir. Doğan, Bulgaristan Türklerine kurulan bir tuzaktır.

Fakat dünya değişiyor. Tarih boyu birleşemeyen, sürekli didişip savaşan eski kıta halk ve devletleri söz konusu birleşme uğruna 1956’da Roma’da başlattıkları serüveni, 70 yıl sonra durdurmak ve dağılmak yolunda olduklarını kendileri beyan ediyor. İngiltere “brekzit” deyip ipleri kesti.  Fransa ve İtalya’nın kafası döndü ve niyeti bozuk. Bulgaristan ne yapacak?

Avrupa Birliği’nden kopan Bulgaristan kimin gölgesine sığınacak?

Yoksa azınlıkların haklarını tanımayı, yeni bir milli mutabakat – uzlaşma aramayı, milli menfaatlerini yeniden tanımlamayı, çok kültürlü düzeni, çok dilli bir rejimi mi seçecek? Çok enteresan olsa gerek ama Bulgaristan kolektif haklar üzerinden tüm yasakları kaldırmalı, hükümet dışı örgütleme dediğimiz, alt tabanda stk’lara olanak tanımalı ve devletin siyasi ve toplumsal dengelerini bu temel görüşler üzerinde kurmalıdır. Bunlar yapılmadan Bulgar toplumu örgütsel düzenini değiştiremez, devlet kurumlarına tüm etnikleri davet etmeden siyaset durulamaz. Finans oligarşinin elindeki paralar alınıp oyun dışı bırakılmasına öncelik verilmelidir. Bulgaristan dışında yaşayan tüm azınlıkların ve vatandaşların hakları yeniden düzenlenmeli ve ülkedeki vatandaşların hak ve özgürlükleriyle eşitleştirilmelidir. Bizi aramıza ekilmiş ajanlardan hiçbir  temsil edemez. Biz hepimiz biriz ve kendi temsilcimizi kendimiz seçip, belirleyip yetkilendireceğiz. Bunlar davamızın hedefleridir.

Ben bir doktorum.

Lütfen maske, el yıkama, hapşırma öksürme ve birbirimizden uzak kalma kurallarına uyunuz. Evinizde kalınız. Bu virüsün aşısı ve ilacı bulunana kadar gerçekten ciddi tehlike arz ediyor. Devletimize yardımcı olalım…

Okuyanlar paylaşsınlar.
Evde kalınız, Kendinize iyi bakınız.

Reklamlar