Muazzez YURDAKUL

Konu: Hesapları tutmayanların hikâyeleri

 

Temmuz ayı hepimizi iyice kavurdu. Bu yılın ekmeği İş Allah daha leziz olur. Buğday başakta pişti. Kırcaali’deydim. Bir fırının önünde uzunca kuyruk dikkatimi çekti. Yol boyu dizilmiş ıhlamurların gölgesine durmuştu bekleyenler. İlgilendim.

  • Katkısız Rum ekmeği pişiriyor, dediler.

Dizildim. Ben de aldım. Gençliğimin “Has” ekmek gibi, un, tuz ve maya, kokusu koku, kabı kap, iyi kabarmıştı.

 

Gölgelerin önemi çok arttı bu ay. Ihlamur altında beklerken ben de bir fıkra  paylaştım:

 

Yolcuyla Çınar ağacı

 

Şimdiki gibi sıcak bir yaz günü güneşin altında yürümekten bitip düşen bir grup insan bir çınar ağacı görünce hemen koşup gölgesine sığınmışlar. Başlarını yukarıya doğru çevirip çınarın dallarına bakan adamlar birbirlerine:

  • Meyve vermeyen bu ağıcın hiç kimseye hiçbir yararı yok, diye aralarında

                   atıp tutmaya başlamışlar.

O zaman çınar,

      — Ne kadar nankörmüşsünüz, meyve vermediğim için beni kötülüyorsunuz, ama gölgemde serinlediğinizin farkında değilsiniz, demiş.

 

Dikkatle dinleyenler, “Buna da şükür!” deyip gölgelenmeye devam ettiler.

 

Bu masal onları da düşündürdü. Aslında iyilik yaptıkları halde nankörlükle karşılanan insanlara işaret ediyordu. Akıllarından geçenleri okuyamadım ama suskunlukları sanki konuşuyordu.

 

Gazete karıştıranlar var.

— Bulgar hep eski kafa ve eski sorunlarına kendine göre derman aramaya devam ediyor. Hep hem serin gölgeli hem iri meyveli ağaç ararken insanlar tüm tüm dağıldılar. 89’da 500 bin kişi birden memleketten kovulduğumuz yetmemiş gibi, geri dönen yok ve nüfus sökülmeye devam ediyor. 2001 ile 11 arasında etnik Bulgarlar da 500 binle azalmış.  İşin kötü tarafı, geçen yıl 109 bin kişi vefat etmiş, bu sayı geçen yıl dünyaya gelenlerden yüzde yüz daha fazlaymış.  Yani 1 kişi doğarken, 2 kişi ölmüş.

 

Bir önceki gelişimde, son Bulgarin mezar taşının 2050 yılında dikileceği telaşı vardı. Şimdi yani altı ay sonra, son yıl olarak 2132 gösteriliyor. Bir şeyler olmuş ama haberimiz yok. Güney Bulgaristan’da 7 hane kalan Makedon köylerinde muhtarlık kayıtları 700 kişi olduğunu gösteriyor. Kırmızı Pasaport alıp Avrupa’ya işe çıkmak için Bulgar olmuş Makedonyalıların kayıtları bunlar. Onlar köye uğramıyorlar. Vatandaşlık kayıtları yapılmış ve Batı Avrupa’yı boylamışlar. Bulgaristan’ın AB üyeliğinden faydalanıyorlar.

 

Anlayabildiğim kadarıyla bir Avrupa Birliği ülkesinde nüfusun tükenmesi yani tarlaların, işletmelerin, yolların, devlet makamlarının, meclisin ve başbakanlığın insansız kalması gibi, ciddi bir bunalım olasılığı yalnız Bulgaristan yaşamıyor. Bu tehlike son dönem AB üyesi olan eski SSCB bünyesinden olan, Baltık Denizi ülkelerinden Lituanya’da daha da gerginleşmiş. 1990’da 3.5 milyon kişi yaşayan bu ülkede 1.4 milyon insan kalmış. Brüksel’deki resmi istatistiklerde Lituanya’da 2.9 milyon nüfus var. Avrupa yönetim merkezindekilerin tuzu kuru. Onlar sözde birbirlerine inanıyorlar. İstatistikleri denetleyen yok. Nüfusun kalabalık gösterilmesinin nedeni ise, yardım, eğitim, sağlık sübvansiyonları kişi başına verildiğinden her sene daha fazla pay kopartmaktır. Şu ayrıcalıklı uygulanan sübvansiyon siyaseti AB’i içinden kemirip çökertebilir mi?, sorusu geçiyor aklımdan.

 

Şu nüfusun azalması ve sonra kağıt üzerinde nasılsa yine çoğaltılması, şu ensede yumurta pişiren sıcakta, birinin yakasından sırtına buz atmak kadar kolay bir şey olmasa gerek. AB’nin kişilere yönelik ceza uygulaması yok. Oysa yanlış rapor eden ya da doğru yazan veya yanılgıyı düzelten hep insanlar değil mi? Önce yanlışla denenip “ah oh” tan sonra gelen özür ve geçiştirilen olaylar. Dünyada geriye dönük işleyen süreç yok. Örneğin ben şu an doğup büyüdüğüm şehrimdeyim, ama misafirim, demek ki, artık onun sosyal ve kültürel yaşamından bir parça değilim. Her şey bu kadar kolay mı yahu! Bu felsefeye göre, kovduğundan kurtuluyorsun mantığı hakımdır. Ne kötü! Hani demokraside her şey, geçmiş ve gelecek ortaktı, hepimizindi? Şu an katkım ancak konuk olduğum yakınlarımın mutfağına, alış verişine, akşam sohbetlerine, çocuklarının okul harçlarına vb ve o kadar. Hayatın geri vitesi yok.

 

Sözde birlik olmak, güya kader birliği yapmak için bütünleşen devletler birbirlerini aldatıyorsa, insanlara ne kalmış! HÖH-DPS partisinde de 3. kez milletvekili olan ve parlamentoda otururken artık neredeyse profesör unvanı almaya hazırlanan Aliosman İmamov’un istatistik uzmanı olarak bu konulara değinmesi, yazılar yazması ve halkı aydınlatması gerekmez mi! Biz çocuklarımızda gerçeği öğrenme, okuma, adam gibi adam olma sevdasını şimdi yakmazsak, ne zaman yakacağız? Dünyadan birkaç kuşak geride kalmamız planlanmış olabilir. Var olmamız, varlığımızı sürdürmemiz, Türk anaların yalnız ve ancak Türk doğurduğu gerçeği, ara sıra da olsa bazılarını artık azıcık da olsa etkilemeyecek mi, düşündürmeyecek mi? Yoksa “susmak altındır”, “yazmamak ise, okumuşlukta derinlik simgesidir”, bir istatistik uzmanı olarak sonuna kadar susarsam, gün gelir Sayıştay’a Başkan olurum düşüncesi mi ağır basıyor? Ne yazık ki kütük hep kütüktür, dallanıp ağaç olmaz.

 

Bazı ülkelerde utanç hissi intihara neden olabiliyor. Tarihte birçok şerefli kendine tabanca çekmiştir. Bizim parlamentodakilerin toplumun işleyişiyle ilgili sezgileri olmadığı gibi, şu sıcakta kafaları dalavereden başka bir şeye basmıyor. Olabilir ya, bu işlerde öngörülmezlik yani ne olacağı bilinemez fikrini kabul etmiş olup gölge arayanlar olabilir. Fakat “insanlarımızın sayısı kritik düzeyin altına inerse” ne yaparız! Tabii bizim gibi doğası güzel memleketin köyleri boş kalmaz,  denizlerde – git gel yasası var ya! Bizde hep işler. Çekilen dalga yerine hemen yenisi gelir. Kumsal hep ıslaktır. Kara denizimizin kıyısından bu sene Ruslar çekilirken, insansız kalan zümrüt yeşil ve serin Dağ köylerimize Almanlar yerleşiyor. Teteven Balkan’ındaki subaşı kayın gölgelerine karılı kocalı 50 Alman kondu. Hepsi yaşlı, emekli, mavi çadır germişler. Terkedilmiş yıkık dökük bir köy beğenmişler. Muhtar da “sizin olsun” demiş. “Ne hakla?” diye soran yok. Muhtar değil mi ister eker, ister biçer.

 

Almanların yerleşeceği köy 150 sene önce kurulmuş. O zaman Osmanlı’da herkes evini kendi mülküne kurduğundan, altyapı, üst yapı, asfalt yol, trotuar, çocuk parkı, yaşlılara peyke falan yok. Ne sağlık merkezi ne de okul var. Fakat yaşlı Almanlar bir yerlere dayanırmış gibi bir tarafa bel vermiş pencereleri kapaklı, demirli, çardaklı evlerin avluları geniş, kuyulu, kendi kendilerine büyümüş meyve ağaçlarıyla dolu – Almanlara göre çok romantikmiş. Yaşlı Almanların hepsi bütün terkedilmiş köylerimize dolsa nüfusta artış olur mu? Hepsi kocamış.

 

Elimdeki ekmeği kokluyorum. İçimden sen “doğru zamanda doğru yerde doğru insanlar arasındasın” sesi geliyor. Kırcaali bezim şehrimizdir. Biz “Hey Kırcali güzel şehir, şirin şehir….” şarkısıyla kızlaştık. Şehrim kokusu ne güzel bir bilseniz!  Memleketimin kokusundan bir parça, olmazsa olmazı, içime doldukça gönlüm açılıyor. Elimde ekmek yakınlarıma yürüyorum. Türkiye’den dönerken beraberime ekmek aldığımı hatırlamıyorum. Yakınlarımın ”Ekmek aldın mı?” diye sorduğunu da… Çocukluğumdan unutamadığım ekmeklerimiz vardı. Porça, misir ekmeği, “Has” ekmek, kölemen kokusuyla yetiştik biz. İçine tereyağı sürüp kekik ekilmiş kölemen tadı tatmamış biri bizi anlayamaz. Abartmadan yazıyorum, bu tadı tatmamış biri bizden sayılmaz. O kölemende ambardaki buğdaydan, meşe korlarından ve durmadan akan çeşmelerimizin suyundan bir şeyler, bir şeycikler ve kırıntı da olsa biraz da baba ocağı kokusu vardı.

 

Olabilir ya, öğretmen olduğumdan olacak, öğrenciliğim geliyor aklıma, sonra sosyal yaşamda uygarlığa doğru geçiş sürecinin ilk ekmeğin pişirilmesiyle mi başladığını düşünüyorum, birden irkiliyorum, “Hayır” alfabenin icadıyla, çocukların anadilde eğitim aldıkları okul kapılarının açılmasıyla başladığına ikna ediyorum kendimi. Bu sürecin başka bir mucidin yeni fikirleri çoğaltıp halka indirmek için matbaa kurma hamlesiyle hızlandığına, elektik ve elektronikle sıçramalı ilerleme kaydettiğine takılıyorum, inanıyorum. Hepimizi kör cahil bıraksalar yarınlarımızı nasıl görürüz, onların yetiştirdiği bir ispiyoncunun aydınlığı herkese yeter mi diye fikir yürütüyorum. Yoldayım, ilerliyorum…

 

Öğretmen olmak bir de ahlakla kültürü birbirinden ayırmak demektir. Ahlak bizim soyumuzdan, dinimizden gelenimizdir.  Bizi tüm ötekilerden ayıran güzel davranışlarımız, konuşmamız, lehçemiz,  tutumumuz, saygımız ve şükreden olmamızdır. Kültürse dıştan öğrenmiş olduğumuzdur. Biz Bulgar kültürü içinde yetiştik ve bu kültür, Hıristiyan uygarlığının bir parçası olarak ağır bir taş gibi yüklendi  Türk ahlakımızın üzerine ve bizi ezmeye devam ediyor. Özgünlüğümüzü korumaya çalışıyoruz.

 

Bir kitapçı yanından geçiyorum. Burada “ayın kitabı” ya da “çok satan kitaplar” gibi tabela yok. Çocukları alaylı eğitip işe alıştırma kültürü de 100 yıl önce gömülmüş. Toplum “pratik bilim olmadan ölüdür!” yanılgısına esir olmuş. Alaylı adıyla bilinen Osmanlının çıraktan yetiştirip adam etme geleneğinin dibine kibrit suyu dökülmüş. Şehirde esnaf katmanı yok! Eğitilmeyen, okumayan insanlar fikir üretebilir mi?  Amerin ekonomisi kalkınmasını büyük ölçüde endüstri üretimine değil,  fikir üretimine borçludur. Türkiye yüksek enstitüleri de üretimle el ele verip fikir üretmede atılım yapmaya başlayınca sıçramalı kalkınma gerçekleşti. 2008’den beri derinleşen dünya bunalımlarına boğulmadan kurtuldu.

 

Anadilde eğitim veren okulları olmasa da Bulgaristanlı Türkleri okumaya alıştırmaya, kalabalık okur kitlesi oluşturma işinde kendilerine yardımcı olmaya mecburuz sanki. Bu fikirlerimi anlattığım yerlilerden aldığım cevap şu oldu: “Fikir, fikir de kalan yalnız masal ve hikâyeler.” Evet, insanlarımız halen atasözlerimizin, değimlerimizin, fıkra ve öykülerimizin, TV ekranının ateşiyle ısınmaya çalışıyorlar.

 

Yolcularla Çınar Ağacı masalını derin yorumlayıp, Bulgaristan’daki Bulgar nüfusun azalmasına ve tükenme trendini seçmesine bağlamak istiyorum. Bulgar olmayan etniklerin yavrularını Bulgar’dan sayıp nüfusu fazla gösterme çabalarının geçen yüzyıl açtığı onarılmaz yaralar unutulmamıştır. Burada, Lituanya’da ve bazı başka Güney Doğu Avrupa ülkelerdeki gerçek nüfus durumuna artık Sofya’dan ya da başka bir hücra köşeden bakılması önemli değil, Brüksel’in ne gördüğü ve ne de ne dediği önemlidir.  Bu durumu ben yine çınar ağacı fıkraları dizisinden “Yolcularla Çalı” fıkrasıyla tarif etmek istiyorum:

 

Deniz kenarında yürüyen iki arkadaş denizde yüzen koca bir çalı görünce uzaktan onu gemi sanmışlar ve yanaşmasını beklemeye başlamışlar. Çalı rüzgârla sürüklenip yaklaştıkça küçük bir gemi olduğuna karar vermişler. Sonunda dalga çalıyı karaya çıkarınca gemi olmadığını anlamışlar. O zaman işlerinden biri, “Boşuna var olmayan bir şeyi beklemişiz,” demiş.

 

Masalı ters yorumlamak istiyorum. Doğru yorum: uzaktan mühimmiş gibi görünen birçok şey yakından bakınca değersiz olduğu anlaşılır. Ters yorum: yakından önemsiz olduğu sanılan birçok şey, mesela anadilde eğitim, okumak, fikir alış verişinde bulunmak tartışmak, özgün geleneklerimize, dinimize uyumlu yaşamak aslında çok önemlidir ve yapılmadığı zaman insanın gelecek ufkunu kapanır. Şu şiddetli yaz sıcağının bizi bunalttığı gibi toplumu da semeler ve gölgeye yatırıp gökten bir şey düşmesini bekleriz. Oysa gökten, “Has” ekmek değil, “Yahudi simidi”  bile düşmez. Geri dönüşlü yaşayamayız ama geçmişimizde ne varsa geleceğe taşımak zorundayız. En koyu sıcaklar bile buna mani olamaz, olmamalıdır.

 

Reklamlar