Muazzes YURDAKUL

 

Cezaevi denilen yerde işkence uygulanmaması düşünülemez. Bu, Bulgar cezaevlerinde sessizce yapılıyordu. İşkenceler mahkûmlara acı çektirmek, üzüntü vermek ve ıstırap içine itmek için yapılıyordu. Bu yüzden ben cezaevine hep ISTRAP EVİ dedim durdum. ISTIRAP EVİ olur da, duvarları, pencereleri, tavanları, kapısı, karyolası, döşeği, her şeyi, her şeyi ıstıraptan, acıdan yapılmamış olur muydu? Demir kapıların açılığı ıstırap, kapanışı acı, yat emri dert, kalk borusu üzüntü idi. Istırap evinde mahkûmlar ıstırap solur, ıstırap yer, ıstırap içerler. Istırap evinde mahkûmların içine çektiği hava ıstıraptır, acıdır, derttir, üzüntüdür. Siyasi tutuklular için ıstırap evinde geçen her dakika, acıdır, derttir, üzüntüdür. .. Çünkü onlar bu eve beyinlerinin yıkanması ve komünistlere uyum sağlamış bir biçimde düşünmeleri, daha doğrusu, düşünmeden onların dediği gibi hareket etmeleri kapatılmışlardı. Rusçuk’lu Sabri bu düşüncesini her yeri geldiğinde yöneticilere söylüyordu. Sabriye dokuz ay süresince karısının mektupları verilmemişti. Amaç, karısının kendisini bıraktığı sanısını vermek. Ama Sabri karısının kendisini bırakmış olacağına hiç inanmadı. Bu yüzden açlık grevine başladı. On ikinci günde karısını görüşmeye getirdiler. Köyde karısına da aynı alçakça metodu uygulamışlardı.

 

Bütün mahpuslar rejim altındaydı. Rejimler hafif, umum, sıkı, çok sıkı ve özel olmak üzere beş çeşitti. Hafif ve umum rejimler, cinailer için, diğerleri, yani sert olanlar siyasiler içindi. Mektup göndermek ve almak kısıtlı idi. Üstelik hangi milletten olursan ol, mektuplar Bulgarca yazılmalıydı, çünkü giren de çıkan da okunuyordu. Anlayışlarına uymayan mektuplar alı konuluyordu.

 

Görüşmeler rejime göre ayda bir, iki ayda bir, üç ayda bir, özel rejimlere ise yılda birdi. Evden yemekli ve meyveli koli almak da öyleydi. Görüşmeye gelen kişilerin getirdiği azık, meyve ve sebzeler grama kadar tartılıyor, fazları geri çevriliyordu.

 

En alçakça yapılan bir haksızlık da, biz Türkleri görüşmelerde yakınlarımızla, Bulgarca bilmeyen ana babalarımızla Bulgarca konuşma zorunluluğu idi.  Her iki taraftan birinin ağzından çıkan Türkçe kelime, görüşmeyi yarıda bırakmaya yeterli idi. Yüzlerce kilometre uzaktan, oğlunu görmeye gelen onlarca yaşlı ana, oğluna tek kelime söylemeden, nasılsın dahi deyemeden eve dönüp gitmişlerdir. Böyle bir ananın gözyaşları kurur mu, içi ferahlar mı dersiniz? Hiç unutmam. Bir görüşmede annem geldi. Yalnız değildi tabii. Diğerleri ile konuştuk, anneciğim kırk dakika süreyle hep ağladı. O ağlar da ben durur muyum. Ben de ona bakıp bakıp ağladım.

 

Diğer bir alçaklık da, her iki yanımızda birer polisin bizi dinlemesiydi. Her ikisi de ellerinde kalem, ağzımızdan çıkacak “yaramaz” kelimeyi yazmaya hazırdı. Yaramaz dediğim onların siyasetine uymayacak bir şeydi.

 

Birçok arkadaşımıza “Falanca burada ama seninle görüşmek istemiyor.” Deyip, geleni geri gönderiyorlardı.

 

Cezaların en ağırı, iki ya da üç dört ayda yapacağın görüşmeden yoksun edilmendi. Dinleyen polisler hoşlarına gitmeyen bir şeyden, ya da Türkçe söylenen bir sözden ötürü görüşmeyi anında iptal edebiliyorlardı.

 

İş yerinde verilen işi bitirememek, emrin icra edilmediği bahanesiyle, ceza hücresine göndermekle cezalandırılıyordu.

 

Mahpusları üzmek, ezmek, incitmek, acı çektirmek için bir bahane de yatakların üstündeki battaniyelerin düzgün yapılmaması idi. Bu sorun, bütün sorunların üstünde, önemce ilk sırada bulunuyordu. Bu soruna BELENE’de karyolanın üstüne konulan battaniyenin düzgün olması normaldi, ama her şeyi milimetre ile ölçerek, son derece özenerek yapmaya ne gerek olduğunu hala anlamış değilim, bu yüzden ceza hücresine gönderilenler hiç de az değildi.

 

Benim cezaevinde olduğum sırada (1981) Komünist Partisinin kongresi yapılacaktı. Kongre önünde bir takım projelerin okunması için bizi her akşam işten sonra topluyorlardı. Gitmek istemeyenler anında ceza hücresine gönderiliyordu. Bu da işkencelerden biri sayılırdı. Tek sözle, Bulgaristan’da cezaevinde olmayanların bile kendi düşünce ve fikirlerine saygı gösterilmezken, mahpusların isteklerine, düşüncelerine saygı göstermek kimin haddineydi?

 

Birkaç işkence usulü de, beş altı aylık aralıklarla, mahpusların tümünü, bir deney amacı ile olacak, ishale uğratmaktı. Bir bakmışsın, gece, saat on iki, bir üstlerin hücre kapıları güm güm güm dövülmeye başlamış. Az sonra bütün cezaevi ayağa kalkıyor, tuvalete koşan koşana, tuvalet kofalarını kavrayan kavrayana… Akşam ya da öğlen yemek ile verilen bir şey, bir madde, az istisna ile bütün mahpusları ishale uğratıyordu.  Kimi ise önden arkadan çıkarıyordu. İlginç olan, mahpusların başına gelen bu felaketi görmeye cezaevinin bütün yöneticileri, müdür de dahil, gelip demir parmaklıların ardında sırıtarak bizi seyrediyorlardı. Bazen bu durum sabaha kadar sürüyordu. O gün işe gidemeyecek kadar bitik olanlar da vardı. Ben cezaevinde bulunduğum sürede bu, beş kere tekrarladı. Bir defasında Şaban Cimpiri, GESTAPO lakabı verdiğimiz müfreze şefine: “Bu deneylere artık son vermeyecek misiniz?” dedi yarı şaka, yarı gerçek. Adı PİNÇEV olan şef, gafil avlanmış olacak ki acele acele cevap verdi: “Bu son. Bu son.” Müfreze şefinin cevabı, bu tür deneylerin kasıtlı olarak yapıldığını apaçık gösteriyordu.  Bir maddenin “topluca zehirleme” gücü mahpuslar üzerinde deneniyordu. Komünist yöneticilerin gözünde mahpusların değeri, deney farelerinden farksızdı.

 

Müzik iyi, çok iyi bir şeydir ya, çeşitleri vardır. Gürültüye benzeyen müzik baş ağrıtır, yorar kırar adamı. Cezaevinde her hücrede bulunan hoparlörlerden gelen müzik, çoğunlukla insanın başını arıtır, beyin zonklatan bir gürültü idi. Onlar, cezaevinin bir merkezinden yönetiliyordu. Herkes yönetmenliğin saldığı müziği dinlemeye mecburdu. Her taraftan sıkı sıkı kapatılmış dmrt duvar arasında, sonuna kadar açılmış radyodan senfonik müzik ya da opera müziği dinlediğiniz var mı sizin? Doğruyu söyleyeyim ben hastalanıyordum. Durdurmaya da imkânımız yoktu. Ğstelik durdurmak yasaktı. Anlaşılırsa, cezalandırılıyordu. Arkadaşlardan bazıları “Bu da cezanın içine giriyor” diyorlardı. Böyle olduğuna ben de inandım.

 

İşkencenin bir başkası da soğuktu. Akşamları işten dönünce hele kış günleri buz gibi soğuk hücrelere giriyorduk. Yirmi dakika sonra kapılar dışarıdan otomatik olarak kapanıyordu. Dışarıda kalıp gezinmek yasaktı. İçeride dört duvarın arasında soğukta durmaya mecburduk. Kaloriferler ta akşam yemeğinden sonra bir saat kadar çalışıyordu. Saat dokuzda elektrikler söndürülüyordu. Mum falan yakıp bir şeyler okumak kesinlikle yasaktı. Hatta bir şey yapmadan öylece oturmak bile yasaktı. İlle de battaniyenin altında olacaktın. Böyle uzun kış gecelerinde sır sıvışık bir vesvese sokulur, beni saatlerce uyutmaz, hayalimde dünyaları dolaşırdım. Bu anlar, kendi kendimle baş başa kalabildiğim tek anlardı. Başka türlü her şey beraberdi. Çalışmak beraber, yemek beraber, yakınmak beraber, açık hava gezisi beraber, yolda beraber, hücrede beraber… Cezaevi sanat adamları için hiç de elverişli bir yer değildi.  Sanat adamına yalnızlık, kendi kendine kalmak, , vicdanıyla, duygularıyla, her şeyiyle baş başa, teke tek kalmak gerekliydi. Aklıma gelip de kaleme alma imkânı bulamadığım bir sıra şiir dörtlüğü ya da bütün bir şiir doğmadan ölmüştür. Ancak iş yerindeki büyük salonun dip köşeciğinde yarımşar, birer saat kadar yalnız kalabiliyordum. Böyle anlarda beynimin bir yanlarında, yüreğimde doğan bir şiirin dizelerini yazabilmek için, elimdeki çekici usulca bırakıp, beni kimsenin göremediğine emin olduktan sonra, kalemi alıyor, yazacağımı yazıyor, kâğıt parçacığını gene katlayıp işime devam ediyordum. Böyle böyle birkaç günde bir şiir tamamlayabiliyordum. Tamamlanan şiir yine böyle güçlükle temize çekilir, sonra yavaş yavaş ezberlenirdi. Şiiri unutmayacak kadar güzel öğrendikten sonra, kâğıdı yırtıp yakıyordum. Cezaevinde doğan şiirlerin tümü, bir uzun kader zincirinin birer halkasıydı.

 

İşte birinin kısa hikâyesi…

Bir gün, cezaevi yöneticilerinden biri bana, üstü kapalı, dolaylı bir biçimde kendilerine “Yardımcı” olmamı teklif etti. Başka bir sözle bu, hafiye ol demekti. Ama gerekli cevabı verdikten sonra, başımda şu şiir doğdu:

 

Tek bir kez kullanırsam işaret parmağımı

Keskin kılıçla dilim dilim dilinsin elim

 

Tek bir kez haksız söze açarsam dudağımı

Sözümü bitirmeden yansın kurusun dilim

 

Tek bir kez kötü yola atsam ayağımı

Dipsiz uçurumlara iletsin beni yolum

 

Tek bir kez kızartırsa yalan söz yanağımı

Bütün sevdiklerimden koparıp alsın ölüm

Sonsuz sonsuzluklara değin savrulsun külüm.

Cezaevinde horlayarak, aç ve susuz bırakarak, güç kullanarak, zulüm ederek, işkence uygulayarak, zorla kendi istediği biçime sokarak, özgür insan kafasını ve beynini yıkamaya çalışıyorlar, ellerini kollarını kelepçeliyorlar, yıldırıyorlar ve uyuşturuyorlardı. Bu bir intihara da benziyor ya, değil. Çünkü komünistler bunu sadece kitlelere ve de azınlıklara uyguluyorlardı. Örneğin, ben bir fert olarak kalmak, Türk olarak hayatta yaratmak istediğim için ıstırap evindeyim. Ben, ferdi fert olmaktan çıkarıp, bir kolektifin, kalabalığın, kilitlenen kişilikten çıkarılıp yozlaştırılmış, sürüleştirilmiş bir üyesi durumuna sokmak isteyen her fikre, her inanca, her hükümete karşıyım, beni bu anlayış ve görüşümden alıkoyacak tek güç Allah’tır, ölümdür.

Reklamlar