Osman BÜLBÜL

Konu: Köprüyü geçerken ayıya dayı deyenlerle uzun vadeli iş olmaz.

Osmanlı zamanında bizde Bulgaristan’da millet cahildi. Cemaat önüne çıkıp dört söz söyleyecek bilgili, daha medeniyetli hafız, hoca, müftülere ihtiyaç vardı. Bizim orada gençler arasında kuran kurslarında seçim yapılırdı. Edirne, İstanbul medreselerine öğrenci gönderilirdi. Şimdi insanımız seyreldi ve oy yılların sözleri akılda kaldı.

Okur öğrenir gelir”, “Gezer görür gelir” ve bir de “boş kutu gittiler, boş teneke döndüler” gibi tekerlemeler dolaşıyordu halk arasında… Avrupa’ya gidip de öğrenimli dönen evladımız yoktu bizim. İnsanımızın bilgisi de kaderi de ellerindeki nasırların altındaydı.

Bu bakıma, başa gelenden kaynaklanan halk yaratıcılığına bizde her zaman çok derin bir anlam yüklüdür. İnsanımız işittiğini kendine saklar yaşadıklarından sonuç çıkarırdı.

Esnaf kesim etrafa bakmaz iş arardı.

Şöyle ki, okuma hevesli, zihni beyni pırlanta gençler irfan ocaklarına gönderilirken annelerine söylenen “okur öğrenir gelir” ama üzülmeyin, üzülecek bir şey yok, imkânlarımız dar olduğundan gönderiyoruz, aydın gençlere gerek olduğu ortada, bu iş hepimiz için hayırlı olur gibi çok anlamlı ve avutucu yaklaşım kullanılırdı. İrfanın en olduğunu bilmeyen, Kuran’dan başka kitap görmemiş, kültürü diğerlerine uymaktan gelen bu insanlar uyumlu ve ağır başlıydı.

Fakat halkımızın bildiği bir şey vardı. Irmaklar yön değiştirmez, aktığı yönden geri dönmezdi.  “Gider dönmez” kuşkusu avutulamayacak kadar büyüktü. Yarattığı sıkıntılar da bir türlü savmaz, zaten gidip okuyup hikmet yüklü dönen de yoktu.

Bir de şu vardı, bakla gibi ağızdan düşen. “Gezer, görür gelir.” Bu deyimin ekinde bir de “Gidip gidip gelmek” vardı ki ardından “daha bitmedi mi?” gelirdi. Durumu velveleye vermek istemeyen yaşlılar “Giden ağam, gelen Paşam” demekle konuyu hep kapatırdı da “Gitti gider” derki bu da “Bir daha gelmemek üzere gitti” anlamındaydı. Savaşa gidip dönmeyenler çok olduğundan bu deyimlerin hepsinin hafızamızda açık kendi yeri vardı.

Bu sözleri geçen hafta Milletvekili Şabanali Ahmed’in 2 ay Türkiye’de dolaştıktan sonra bir gece sanki “ateş almak” için uğradığı Karagözler’de işittim. Sabah gene gitmiş diyenlere verilen cevap şuydu: “Parası bitmiştir, çıkıya el atmaya gelmiştir.”

Gezer görür de bir şey öğrenmeden dönüp gelir” diyenlere herkes kendi yorumunu getiriyordu. Bir ara kendine Türkiye’den yer seçiyormuş diyenler de oldu.

Yıllar içinde okumaya diye gidip de hiç bir şey öğrenmeden, gittikleri yerde kendilerine kararsız bir hayat çizgisi seçenler için insanımız “boş kutu gitti, boş teneke geldi” diyordu.

Bu işten bir şey çıkmadı, yalnız zaman kaybedildi, anlamındadır bu deyimler.

Şu an bizim memlekette seçim kazanı kaynıyor. Ahmet Doğan’ın yönettiği elit kesimden yeşil ışık almış olan Bulgarların aşırı milliyetçi kesimi aldı başını gidiyor. Vatan bildiğimiz şu memlekette “Türklere Ölüm!” şiarıyla tempo tutulmamış, camiler taşlanırdı da namaz esnasında cami kapısından içeri atıp maytap patlatılmamıştı.

Biz birçok konuda parçalandık. Bu iş de bilinçli olarak yapılıyor. Biz her şeyi hazırdan beklerken onlar oyun kurucu oldular ve her konuda başı çekiyorlar. Kendisi Kostandovu köyü imamının oğlu olan ve besbelli ki Kuran’ı Kerimin Podop Müslüman Pomakları için yorumlu açıklamalarından pek memnun olmayan, “Balkan Birliği” partisinden 6 Kasım 2016 seçimlerinde Cumhurbaşkanı adayı Kemal Ramadan, yeni tefsirin parasını Ahmet Doğan’dan almış. Şahsen ben Kuran’ın ihtiyaca göre hem de ateisler tarafından çal kalem yorumlanabilen bir eser olduğunu bilmiyordum.

Pomak Ramadan bu konuda Moskova’ya gidip kaynaktan su içmiş. Başkan Yardımcısı “Bulgaristan’ı satın ayacağız” diyen  “Duma” meclisinin Başkanı, Vladimir Putin’in çok yakın danışmanlarından Dimitriy Putin ile görüşmüş, danışmış, Bulgaristanlı Pomaklarla Kremlin arasında ilk sıkı işbirliği bağları da kurulmuş böylece. İmamın oğlu “Türkiyeci değilim”, “Rusofil de değilim” ama “Rusofob da değilim.” Ben “Bulgarofob”um diye iki biçiliyor. Rodoplar’da, köy ortasında gölet olmuş, akmaya yer arayan birikinti gibi o da bir çizgi bulmuş ve halkın elektriğini kendine akıta-bilmiş, ardına 140 bin kişiyi takan o.

Üçüncü ay Türkiye belediyeleri dolaşan DOST yüksek heyetinin oralara ne gibi tohumlar saçmaya çalıştığı üzerinde düşünmeye devam etsek de, şöyle bir benzetme geldi aklıma.

1970’lerde 1950 muhacirlerini Bulgaristan’a akraba ziyaretine salmaya başladıklarında, gelen her hanede birkaç gün kalmak niyetiyle köyü dolaşır, oturur kalkmazdı. Misafirliğin kısası makbuldür deseler de, yüzsüzlüğü duvara çalar, topladığı çuval dolusu hediyeler de hep sınırda kalır gönderilen adrese varmazdı. Türkiye’nin Asya, Anadolu belediye muhtarlık ziyaretlerinin Trakya’ya sıçradığını anlayınca, bunlara “beraberinde bir şeyler alma izni çıkar mı” telaşına düştüm. Çünkü bize Türkiye’den şimdiye kadar 3 tohum gelmiştir.

Birisi Şumnu’daki “Nüvvab” tohumu;

ikincisi “Turan” tohumu ve

üçüncüsü de “FETÖ” tohumu.

Son ikisi boş çıktı. Birincisinden hayır gören çok oldu, hala devam edenler var.

Fakat Türk geleneklerimizde göz hakkı diye bir şey vardır.

Şumnu’da yetişen kadrolar da burada kendilerini nazardan niyazdan korumak isteyenler, onları hep Türkiye’ye topladı.

Kuşkusuz Türk adetlerinde kızların en gözdeleri ele verilmez, damat davet edilir gibi bir burukluk da vardır. Şu bizim ziyaretlere katılan Şabanaliler, Hüseyinler çok uzun süren ziyaretini yakın izleyenlerden gelen bilgilerde ya bunlar  “saman pazarında buğday tohumu mu arıyorlar” anlamında bir özetleme var.  Akşamları da daha samimi görüşmelerde hep aynı ozanı ve aynı türküyü duygu birliği içinde söylüyorlarmış:

“Dost Dost diye nicesine sarıldım.

Benim sadık yârim kara topraktır.

Ne bir vefa gördüm, ne de faydalandım,

Bizden fayda umanlara hep acıdım.”

Aslında Sofya’da saman ticaretinden elde edilen parayla kurulmuş ve hala ayakta olan bir eser var. Bugün “Aslanlı Köprü” dediğimiz kemerli köprünün değiştirilmezden önceki adı “Saman Köprü” dür. Saman toplayan ve kurak yılların kışında saman satan bir Türk tüccar tarafından kurulmuştur. 170 yıldan beri ayaktadır. Bizimkiler bu işi yapabilir mi dersiniz?

Biz Sofya’yı Osmanlı Rumeli Beylerbeyliğinin ana şehri ve Bulgaristan Prensliği ve Cumhuriyeti’nin pay tattı olarak biliriz.

Şimdiki zenginlerin yarısı Rusçu olduğu için, ülkemizi “üçüncü defa kurtarmaya”  gelmeleri beklenen Rusları Karadeniz kıyısında karşılamaya hazırlananlar köşklerini deniz manzaralı kurdurdular. Ahmet Doğan’ın konağı da bunlar arasındadır.

DOST partisi Genel Başkanı L. Mestan’ın Türkiye ziyaretleri ise, bundan 700 yıl önce kaleme alınmış bir öyküyü çağrıştırıyor.

Suya Düşen Cevizler

Adamın biri bir su kuyusunun yanındaki ceviz ağacına tırmanır.

Kuyu çok derin ve karanlıktır.

Öyle ki kuyunun dibindeki suyu görebilmek için dikkatlice bakmak gerekir.

Ağaca çıkan adam ceviz ağacının kuyunun üst tarafına kadar uzanan yüksek dalları silkelemeye başladı. O ağacı silkeledikçe olmuş cevizler dalından kopup kuyuya düşüyordu. Adam, suya düşen cevizlerin çıkardığı sesi dinliyor, zaman zaman da kuyunun yanına gidip suda oluşan kabarcıkları keyifle seyrediyordu.

Oradan geçmekte olan bir başkası, ceviz ağacını silkeleyen o adamı bir süre seyretti. Sonra da yanına gidip dedi ki:

  • Yiğidim bu işten vazgeç. Bakıyorum yoruluyorsun, git gel, tırman in, ceviz seni susatır. Hem baksana suya epeyce ceviz düşüyor ama su çok derinde! Sen kuyunun dibine inmedikçe cevizleri alman mümkün değil!

Ağacı silkelemeye devam eden tepedeki adam:

  • Ben ceviz elde etmek için bu işi yapmıyorum ki, dedi. Benim amacım suyun sesini işitmek ve üzerinde oluşan kabarcıkları izlemektir.

 

Bu öyküde, ceviz ağacı Bulgaristan Müslüman Türkleridir.

Ceviz silken DOST’çulardır.

Kuyu Türkiye devletidir.

Yanına gelen Adamsa BULTÜRK derneğidir.

 

Osman BÜLBÜL-Viyana 10 Ekim 2016.

Reklamlar