Rafet ULUTÜRK

Böyle gelmiş böyle gidiyor. 

Bulgar klasiklerinden Dimitar Talev, bu dünyada ölen son komünist, Bulgar komünisti olur, demişti. Her şey değişebilir ama Bulgar komünistleri Türklere olan tutumu ve düşmanlıkları değişmez.

Bizim dilimizde “bir ayrığı 40 yıl taş duvar üzerinde tutsan, fırsat bulduğunda yine yeşerir” değimi meşhurdur.

Bulgaristan’da komünistlik eski bir siyaset türüdür.

116 yıl önce Rusya’da gelmiş, tarihi boyunca bölünmüş parçalanmış, yasaklanmış, kılık değiştirmiş, yerin dibine girmiş, ağaç kovuğunda yaşamış, ağaç dalında bitmiş ama hep var olmayı nasılsa hep becermiştir. Bu gün de ülkemizin ana sorunu komünist rejim kalıntılarını sökmektir ama yakında söküleceğe pek benzemiyor, Kılık değiştiriyor, bin bir yalan söyleyip her gün başka bir düzen kuruyor ve Türk Müslüman düşmanlığı kırmızı çizgisinden ödün vermeden ilerliyor.

Seçime sayılı günler kalsa da meclis Türkiye’deki seçmen yurttaşlarımızın insan haklarını hedef almış yasa değişikliklerinde ısrar etmeye devam ediyor. Bu değişikliklerden biri zorunlu oy kullanma maddesidir. Bu maddeye göre, Türkiye’de bulunan ve oy kullanması zorunludur kategorisinden olan 620 bin çifte vatandaş kimlikli soydaşımız var.

Bu durumda bir de, Türkiye’de yalnız 35 sandık açılabilir sınırlamasını da getiren bu hükumet, ne var ki, her sandığa 1000 (bin) soydaş oy atsa 35 bin oy olur, 585 000 (beş yüz seksen beş bin) soydaşımız oy kullan(a)mayacak.

Bu tuzağa iki defa düşen en doğal insan hakkımız olan seçme ve seçilme hakkımızı yitirmiş oluyoruz.

Strazburg UİHM oy kullanmak isteyen yurttaşlarımızı haklı bulur, fakat bu sorunun çözüleceği yer Sofya meclisi değil midir? Sofya Meclisi Türklerin haklarını kısıtlamak için mi çalışıyor? Bu nasıl bir Avrupa ülkesi meclisidir? İnsan hakları açısından bir “ikinci sınıf” vatandaşlıklarımız devam mı etmektedir, “başka birileri miyiz?” Bu gerçeklerde komünist Bulgarların insan düşmanlığından, Türk düşmanlığından başka ne görebiliyoruz.

Bulgaristan’da anti-komünizm bir siyaset türüdür.

Fakat bir ülkede 26 anti-komünist siyaset çizgisi izleyenler hep yerinde durdularsa, yerinde saydılarsa ve döndülerse ve hiçbir netice elde edilememişse, suçlu olan kimdir.

1971–73 yıllarında Pomaklara, 1984–89 döneminde Türklere total soykırım uygulayan diktatör Todor Jivkov’a karşı açılan ve 120 cilt delil içeren davadan hiçbir sonuç almadan, “zaman aşımına uğradı” deyip dosya kapatılmıştır.

21.10. 2016 tarihine yanı bugüne kadar Sofya meclisinde süre gelen “Türklerin tüm haklarını ellerinden alma ve bire dek hepsini memleketten kovma” çabaları bu sonuçlanmadan kalan ve binlerce katili aklayan davanın bir yansıması, dinmeyen aksisedası değil de nedir?

Meclis çoğunluğu onlarda oldukça ve biz parçalanmaya devam ettikçe belki de kazanan hep onlar olacak…

Bu işkence ne zaman sona erecektir? Bu gidiş gidiş değildir…

İnsanlık tarihindeki en büyük çarpışmaların İkinci Dünya Savaşında olduğunu kabul edersek, o zaman sanki komünist ve faşist ideler en çıplak şekilde kıyasıya yüzleşmişti. Sonra memleketimiz Bulgaristan gibi ülkelerde komünistler tek başlarına veya bazı halkçı partilerle ortaklık kurarak, Sovyetler Birliği gölgesinde uzun zaman iktidarda kaldılar. Bizde bu Bulgar Halk Çiftçi Birliği ile ortaklık şeklinde gerçekleşmişti.

Bulgaristan’da komünist iktidar kuruculuğu 1944’e kadar iktidarda olan otoriter Çarcı faşist rejim kadrolarının kıyımıyla ve o zamanların Stalin rejimince gösterilen kadroların erk olmasıyla gerçekleşti. Gelişme bazı dalları kesilen ve yaprakları dökülen Faşist Bulgar ağacının yeni baharda komünistçe yeşermesi şeklinde oldu.

Var olan düzen 1878’den sonra Alman kafalı Ferdinand ve oğlu III. Boris’in şekillendirdiği Bulgar devlet ağacının dal budak salmasıyla hayat bulmuştu. Sanayide özelden devlete, tarımda da özel üretimden kooperatifçiliğe geçildi. Herkes mülkünü kaybetti.

Mülkiyet devlet kontrolüne geçtiğinden 1989’da komünistler iktidardan düşünce üretim biçimi de çöktü. İş gücü dağıldı. Yeni durumda işçiler ve tarımcılar işleri örgütlemeyi, pazarlamayı ve yönetmeyi bilmiyorlardı.

Üretime katılımları el kol emeğiyle olmuştu. Yapabilecekleri başka bir şeyler kapatılmıştı. Bu anlamda “devlet başlarına yıkıldı”. Bu yıkımdan kurtulabilenler dış ülkelere kaçtılar, “önce kaçak, ardından konuk” işçi oldular.

Biz Türklerse Türkiye’mize sığındık. Batıya da Güneye de kaçanların aklı hep geride kaldı. Aslında arkada kalan suyu çekilmiş bir ırmaktı, taşların arasındaki gölcüklere sığınan ve yeni olanak için çırpınanlar ise dereye su gelmesini beklerken işte bu günlere gelebildik.

Yukarıda yazdığım gibi bugün Bulgaristan’da çok dallı ama çatal bir ağaç var.

Çok dallı dediğimde, kurulmuş 402 siyasi parti, mecliste 8 partili bileşim ve 6 Kasımda Cumhurbaşkanı seçimlerine bile 22 adayla girildiğini düşünüyorum. Fakat bu Bulgar toplum ağacının, aynı kökten, aynı bedenden gelen ve ne kadar budanırsa budansın aynı filizleri süren iki ana dalı olduğunu düşünüyorum durmadan. Ve bu gerçek dünkü gün yine bütün gücüyle parladı.

Bu dallardan biri olan eski BKP’nin halkçı tabanı bugünkü Sosyalist Parti (BSP) mecliste ana muhalefettir. Sol güçlerden bir kısmını temsil ediyor.

Öteki dal ise, yine gönlü solda olan ama Batıdan esen rüzgârla serinlemekten hoşlanan, komünist ruh taşıyan ve 26 yıl sonra bile istese de farklı meyve verebilmesi imkânsız olan GERB var.

Diğer tüm partiler, hareketler, akımlar onların altında veya üstünde, sağında veya solunda mevzilenmiş, bağımsız kispeti taşıyan oluşumlardır.

Her düğünün kamberi olduğu gibi, bizdeki demokrasi, üstelik çoğulcu demokraside var olabilmemiz için bizim bu baştan başa sahte durumu kabul etmemiz gerekiyor.

Aslına bakılırsa, bu düşünce tarzı özünde aşılması imkânsız büyük bir çelişki var. Çünkü Osmanlı bağrında mayalanan Bulgar milli hareketinin amacında Bulgar Milli Devletini, tek uluslu Bulgar toplumunu kurmak vardı.

Bu amaç, Rus saldırısı (93 Harbi) ve Batının (Avusturya-Almanya-İngiltere) diplomatik müdahalesiyle gerçekleştiğinden (1878 Berlin Konferansı) Bulgar devleti ve toplumu her zaman ya doğunun, ya Batının ya da tabanından fışkırdığı Osmanlıcılığın (günümüz Türkiye’si) etki alanında, gölgesinde kaldı.

Bu etkiler o kadar güçlüdür ki, Bulgaristan’da 1878’den sonra kurulan bine yakın siyasi partiden hepsi ya Doğuya ya Batıya bakmış ya da Türkiyeyi Güneş bilerek gündöndü (ayçiçeği) misalinde olduğu gibi, başı daha fazla öne bükülmüş, Doğu’dan batıya sürekli gidip gelmiştir.

Bugün de aynısını yaşıyoruz. NATO ve AB üyesi olsak da, “Belene” AES, madenler, akaryakıtlar, tekelleşme, kartelleşme, oligarşi dayatması gibi konularda Rusya elimizi kolumuzu asla koparamayacağımız şekilde bağlamıştır.

Bu üçgende bizde hiçbir şey talep etmeden yardım eli uzatan tek devlet Türkiye Cumhuriyetidir.

Bu bakıma biz, halkı avutmak için adına “Geçiş Süresi” dediğimiz çeyrek asırlık devre içinde başımızı Doğudan Batıya, yani Rusya’dan Batı Avrupa’ya çevirebilme süreci içinde bulunduk.

Bizde bu çok zor oldu, zor ilerliyor ve hatta hala tökezleyiş dönemindeyiz. 6 Kasım 2016 Cumhurbaşkanı seçimleri bu işin parıl parıl parlayan aynası oluverdi.

Çünkü çatal olarak tarif ettiğimiz Bulgar ağacının birbirine girmiş dallarının tam ortasında bir etnik azınlıklar topluluğu (azınlığın yuvalanmışlığı) vardır ki, bu topluluğun tutumu ve tavrı ve Bulgar siyaset kurumlarının bu etkiden uzak kalma çabaları belirleyici olandır.

Bunun mecazen algılarsak, iki çatal arasındaki orta dalın (Müslüman Türk, Pomak ve Çingene topluluğu) hangi tarafa bakarsa ( kime oy verirse) Bulgar Cumhurbaşkanı her zaman o güçlerden seçilmiştir.

1990’dan beri, üçü sağdan (Jelyü Jelev, Petor Stoyanov ve Rosen Plevneliev), birisi de soldan (2 defa-Georgi Pırvanov) hep aynı güçler dengesinin ürünü olmuştur. Her biri Türklerin oylarıyla Bulgaristan Tacı giydiler.

Bugün, seçime artık tam 2 hafta kala, durum hep aynıdır.

Özellikle 2015 ve 2016’da iktidar güçleri Müslüman Türk, Pomak, Çingene azınlığını iktidar bünyesinden, siyasi hayattan söküp atmaya ne kadar gayret göstermiş olsalar da, durumda lehlerinde pek değişen bir şey olmamıştır. Kantarın topuzunu etkileyen hep Türklerin oyları olmuş ve bu defa da onlar olacaktır. İstense de istenmese de bu durum Bulgar’ın yazgısıdır.

Zor da olsa kabul etmek zorundadırlar. Bu alın yazısına eh demeyen gücü yeterse kaderini kendi belirler, seçeneği yoktur. Çünkü dünya küçüldükçe uluslar arası bağlar güçleniyor, ulusal devletler istemeseler de dünyanın gidişine ayak uydurmak zorunda kalıyorlar ya da yakın zamanda kalacaklardır.

Son yılların en büyük siyasi sorun olarak sivrilen şudur.

1989’da kovulanların ve daha sonra ekmek parasını Türkiye’de ararken oraya yerleşen ama Bulgaristan ve AB vatandaşlığını kaybetmeden çifte vatandaş kimliği de alanları git gide Bulgar toplumundan koparmaktır. Bulgar vatandaşlığını ellerinden almaktır. Bulgar siyasetinden soğutmak ve en kısa zamanda değişik tuzaklar kurarak seçme ve seçilme haklarından hepsini mahrum etmektir.

Otobüsle gidip oy verme serüveninin önüne geçtiler ve bunu hanelerine son derece büyük bir başarı olarak yazdılar.

Bu bir zorlama, vatan hakkından zorla vazgeçirme süreçtir.

Geçerli olan kural: “Giden geri gelmemelidir!” Bu sürecin yasal olarak derinleştirilmesine son iki yılda çok büyük gayret gösteriliyor. Seçme ve seçilme hakkı kısıtlamaları, sandık sayısının 35’e indirilmesi, sandık başı ve gözlemcilerin Sofya’dan belirlenmesi, onaylanması işlemi vb girişimler hep aynı siyaset çizgisini geliştirme çabalarıdır.

Bu işlerin, elektronik oy kullanma sistemine geçilmesiyle yoluna gireceğini beklesek de bizi istemeyenlerin daha ne gibi tuzaklar kuracağını, dünya hukukuna ters ne gibi icatlar yasallaştıracaklarını ve burnumuza sürteceklerini öngörebilmek oldukça zordur.

Örneklemek gerekirse, Türk Müslüman topluluğa saldırı yönü yine camilere çevriliyor.

Varna’da “sığınmacılara karşı düzenlenen bir mitingde, Bulgaristan’da sığınmacıların camilerde kaldığı ve camilere silah yığınağı yapıldığı” gibi saçmalıklara geniş yer verildi. Yerli Müslüman vatandaşların üçte biri terörist olduğu iddia edilen, sığınmacılar kadar tehlikeli olduğu dillerde dolaşıyor. Kan kabartmak için her gün yeni bir formül aranıyor. Bulgarlar Müslümanlara karşı kışkırtılıyor.

Seçimle ilgili HÖH ve DOST tutumları

Tüm bunları bu şekilde anlatmamın nedeni ise şudur:  20 Ekim günü, Hak ve Özgürlükler Partisi (HÖH-DPS) yeni başkanı Mustafa Karadayı ile yeni kurulan ve ilk kez seçimde söz sahibi olmak ve kantar topuzunu etkileme heveslisi olan Sorumluluk, Özgürlük ve Hoşgörü için Demokratlar partisi DOST lideri Lütfi Mestan’ın özel açıklamada bulundular.

HÖH-DPS oylarını sözde bağımsız aday, yüzünden gözünden Rusçuluk akan, orta solun sağ yanında kümelenmiş eski başbakanları Plamen Oreşarski’ye oy verelim çağrısında bulundu. Oraşarski’nin aday gösterilmesinde HÖH partisinin önemli rolü olduğundan kimse kuşkulanmıyor.

HÖH şimdiye kadar kendi Cumhurbaşkanı adayını çıkarmamıştı.

Oraşarski’ye verilen oylar ikinci turda kantar ayarlayıcı olabilir. Herkes ikinci turda bu oyların General Rumen Radev’e gideceğini hesaplamaya başladı. Yani HÖH kuşunun ağacın sakol dalına konması muhtemeldir. Gelişmeleri izliyoruz.

Mestan da orta sağın solunda yer alan ve bizim lehçemizde “sana bakan beni gören” değimine uygun hareket ederek Batıya bakan ve Doğuya göz çakan GERB adayı Bayan Tsetska Tsaçeva’ya kendi inisiyatifleriyle destek olmaya karar aldıklarını açıkladı.

Bulgar ağıcının yapraklarının hangi rüzgârla şarkı söylediği önemli değil son hesap ağacın gölgesinde oturanlar ve daha iyi günleri bekleyenler hep biz, insanlarımız, soydaşlarımızdır. Türkleri siyasetten uzak tutma yaklaşımı ne zamana kadar dikiş tutar şimdilik pek hesaba gelmiyor.

Bizdeki gelişmeler, hep dış etkilerden güç aldığından olacak, umutla bakanlar gözlerini bu defa da Bulgar ağacının iki dalından birine değil dışarıya çevirdiler Türkiye’nin AB üyeliği ve vatandaşlarına AB ülkelerine Vizesiz girip çıkma siyasetinde ulaşacağı başarılar bizim için de sonuç belirleyici olacaktır. Türkiye AB üyesi olduğunda Bulgar Türk sınırına tel örgü gerilmesi anlamsızlaşacaktır.

Balkanlarda yeni bir hava esmesi öncelikle Türkiye’nin demokratikleşmesine, Türk halkının başarılarına, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkanlık sistemine geçmesine,  Büyük Türkiye’nin etki alanına yerleşmesine, yeni role bağlı olacaktır. Tarih unutturulamaz.

İnsanların seçme ve seçilme hakkı kalıplanıp buzdolabına kaldırılamaz.

Bu dünya Sultan Süleyman’a kalmamış, büyük işlerin ince hesaplarına her zaman düşmanlık katanlara da kalmaz. Seçme ve seçilme hakkı bireysel bir haktır. İşler hesaba kitaba düşerse, pazarlık konusu olmuşsa, hak hukuk, demokrasi falan filan rafa kalkmış demektir.

Bir insanın başka birisine hayır olsun diye oy teklif etmesi ise, işin tamamen zırvadan çıktığına kanıttır. Çünkü oy kullanmak bireysel bir haktır.

Örneğim L. Mestan gidip kendisi Ts. Tsaçeva’ya verebilir, ama eşi Şirin hanıma bile “sen oyunu Tsaçeva’ya vereceksin, vermezsen seni babanın köyüne postalarım,” demeye hakkı yoktur. Dediği an mahkemelik olur. Bizde yasaların çiğnenecek yanı kalmamış olabilir.

Yasa dediğin sakız gibi, çiğne çiğne uzat.

Ben yazımı yazarken, Sofya mahkemesinde oylama sonuçlandı, AB ülkelerindeki 35 sandık sınırı kalkmış, seçim bürolarında kim ne kadar isterse sandık açabilecekmiş, yasaklar yalnız Türkler, yalnız Pomaklar ve Çingeneler için geçerlidir.

Bu ağıcın iki dalının ikisinden de hayır yok… Bize uygulanan böl yönet siyasetidir. Bu siyaset karın doyurmaz.

Son hesapta bu işler şimdiki yoğun zorlamalarla bitmez. Kim ne derse desin, çatal ağacın her yaprağının gölge yapmaya hakkı vardır. Şimdi yoksa bile mutlaka olacaktır. Her insanın da insanca yaşamak, demokrasiyi seçmek, seçmen ve seçilmek de kutsal hakkıdır.

Bizim için bu seçimler sakat doğdu. İş Allah seçim sonu iyi olur.

Reklamlar