sakir arslantas Şakir ARSLANTAŞ

Konu: Bir yaşlının gün boyu birbiriyle oynaşıp boğuşan, biri beyaz, öteki siyah 2 köpeği ve onları seyreden bir torunu varmış. Bir gün torun dedesine sormuş. “Dede, bunların hangisi üstün gelir?” Dedesi cevap vermiş: “Ben hangisini daha iyi beslersem!”

Bizde, ikisinin de ideolojisi neo-liberalizm olan, solda HÖH, sağda DOST, 2 siyasi Türk partisi var. Okurlarıma soruyorum: “6 Kasım 2016 seçimlerinde hangisi üstün gelir?!

bg

The Guardian -çeviridir.

Eski Sovyetler Birliği’nde yaşayanların komünizm sözünü hiç duymadığını hayal ediniz. Çoğumuz için bugünkü hayatı denetleyen ideolojinin adı yok. Sohbetlerinizden birinde adını geçirin ve karşınızdakilerin omuz silktiğini göreceksiniz. Konuştuklarınız Neo-liberalizmi bir terim olarak daha önce duymuş olsalar bile, tanımlarken zorlanacaklar. Siz, Neo-liberalizmin ne olduğunu biliyor musunuz?

Not: (Bu konuyu seçmemizin nedeni hem HÖH partisinin hem de alt mahkemeden tescili henüz çıkmamış olan (04.08.2016) DOST partisinin kendilerine ideoloji olarak Neo-liberalizmi seçmesidir.)

bg 1

Neo-liberalizmin anonim (isminin bilinmemesi) olması, onun egemen durumuna hem imge (belirti)  hem de nedendir. O, 2007–2008 mali çöküşünde; zenginliklerin ve iktidarın sınır dışına taşınmasında (açıklanan Panama dosyaları buna üstten üsten de olsa bir bilgi sundu); sağlık ve eğitim-öğretim sistemlerinin yavaş yavaş ama devamlı iflas etmesinde; hakimiyet kurmaya başlayan çocuk sefaletinde; yalnız epidemisinde; ekolojik (çevreyle ilgili)  sistemlerin çözülmesinde; Donald Trump’un yükselmesinde ve benzer bunalımlarda üzerinde durulması gereken rol oynadı. Biz, bu bunalımlara, sanki onlar birbirinden etkilenmeden, izole bir durumda belirmiş gibi ve sanki bu adı olan ya da evvelden adı olmuş olan ama aynı ısrarı ve sürekliliği gösteren bir felsefenin hep katalizörü veya tepkimesini hızlandıran ve şiddetlendiren olduğunu bilmezmişiz gibi davranıyoruz.

Neo-liberalizm, hayatın her yerine öyle nüfuz etmiş ki, biz onun bir ideoloji olduğunu çok seyrek görebiliyoruz. Onun, bir hayali ve hale inancı gibi bağımsız bir gücü temsil ettiğine; Darvin’in Evrim Teorisi gibi bir biyolojik yasa olduğuna ilişkin konumu kabullenmişiz gibi bir hava oluştu. Ne ki, bu felsefenin yeniden baş kaldırışı, insan hayatının değiştirilmesi ve iktidar merkezinin yer değiştirmesi için tamamen bilinçli bir deneme yapılmaya çaba harcandığını gün ışığına çıkarıyor.

Neo-liberalizm, insan ilişkilerinin niteliğinde belirleyici olarak rekabeti görüyor. O, insanları, demokratik seçim ve kararları alıp satma sürecinde en iyi bir şekilde hayat anlamı bulan – üstün hizmeti ödüllendiren ve verimsizliği cezalandıran tüketiciler olarak görüyor. Bu ideoloji, “piyasanın”,  planlamak suretiyle erişilebilmesinin asla olası olmayan alanlar açtığını savunuyor.

Rekabetin sınırlandırılması denemeleri özgürlük için tehlike olarak değerlendiriliyor. Vergiler ve düzenlemeler asgariye indirilirken, kamu hizmetleri de özelleştirilmelidir. İşlerin örgütlenmesi ve sendikaların toplu iş sözleşmesi imzalaması ise, doğal olarak kazanan ve kaybedenler hiyerarşisi oluşturan, piyasa çarpıklığı olarak ele alınıyor. Eşitsizliğe fazilet (cömertlik) olarak bakılıyor: herkesi daha zengin yapmak için yukarıdan aşağı süzülürken refah alan seçme ve faydalı olanı ödüllendirme bir cömertlik olarak ele alınıyor. Daha adil bir toplum yaratma çabaları verimli olmadığı kadar, moral olarak da aşındırıcıdır. Her kişinin hak ettiğini elde etmesini sağlayan piyasadır.

Neo-liberalizm inancını özümseyen ve yeniden üreten biziz. Varlıklı olanlar biriktirdikleri zenginliğin ancak sundukları hizmetlerin ürünü olduğuna inanıyorlar.  Ve genelde, gönençli duruma varmalarında onlara yardım etmiş olan, eğitim, miras ve sosyal sınıf gibi öncelikleri ellerinin tersiyle kenara itiyorlar. Yoksullar ise, içine düştükleri durumdan çıkmak için ellerinde bir şeyler gelmediği durumlarda bile, boğazlarına kadar battıkları safilikten ancak kendilerini suçlamaya başlıyorlar.

Strüktürel düzeyde işsizlik önemsizleştiriliyor: Herhangi biri işsiz kalmışsa, bu onun girişimci olmaması sonucudur. Bir daire için ödenen devasa paralar da pek önemli değildir: kredi kartınızda sınır tükenmişse, bu sizin sorumsuz ve savurgan harcamalarınız sonucudur. Okullarda çocuklarınızın oyun alanı, top sahası olmaması da önemli değildir: Kilo aldılarsa, şişmanlıktan hareketsizleştilerse sorumlu olan hep sizsiniz. Rekabet kurallarına göre var olan bir dünyada, yetişemeyenler, kaybedenler kendi halinde olan insanlardır.

Bana ne?” kitabında, İngiltere’de uygulanan neo-liberalizmin sonuçları anlatan yazar Pol Vırheyginsanların kendilerini yaralamasının bir salgın haline geldiğini, gıda zehirlenmelerinin yaygınlaştığını, insanların kendilerini gereği gibi sunamama korkusu yaşadıklarından ve sosyal dehşetten söz ediyor. Neo-liberal ideolojinin bütün ayrıntılarıyla ve büyük bir titizlikle uygulandığı Büyük Britanya’nın günümüz Avrupa sının yalnız insanların başkenti olduğunu belirtmek yerinde olur. Bugün hepimiz neo-liberaliz.

***

Neo-liberalizm terimi 1938’de Paris’te yapılan bir görüşmede doğmuştur. Görüşmeye katılan iki delege – Ludvig von Mizes ile Fridrich Hayek – neo-liberal ideolojiye tanım getirmiştir. O zaman Paris’te yaşayan iki Avusturyalı mülteci olan bu aydınlar Amerikan Başkanı Franklin D. Roosevelt’in yeni siyasi rotasını kabul ettiler.  Başkan Roosevelt, Büyük çöküşle başa çıkabilmek için bir dizi reform yapılmasını öngörmüştü. O, nazizm ve komünizm gibi bir yönelime açılan kolektifçilik doğrultusunda, Britanya sosyal devletini de git gide geliştirmeyi amaçlamıştı.

1944 yılında yayınladığı “Köleliğin Yolu” kitabında Fridrich Hayek, fertçiliği özendirdiğinde, hükümet planlaması topyekûn kontrole götürecektir, diye yazmıştı. Mizes’in “Bürokrasi” eseri gibi, bu kitap da çok okunanlar arasına girdi. Birçok çok zengin bu eserde, devlet tarafından yönlendirilmeden ve vergi ödemekten kurtulma ışığı yakan bir felsefe görüyor.  Neo-liberalizm doktrinini yaymak için Hayek ilk cemiyet olarak 1947’de “Mon Pelerin”i kurduğunda, milyonerler ve fonların vakıfları tarafından mali desteklendi.

Daha sonra Daiel Stedman Jones’in “Küremizin Efendileri” kitabında “Neo-liberal enternasyonal” olarak anlattığını Hayek destekleyicilerinin yardımıyla oluşturmaya başladı. Bu bir trans Atlantik akademisyen, iş adamı, gazeteci ve militan oluşumuydu.  Bu ideolojiyi daha öte geliştirerek kusursuzlaştıran bilim merkezleri hep zenginler tarafından finanse edilmiştir. Bu beyin tröstlerinden bazıları şunlardır: Amerikan Girişimciler Enstitüsü; “Heritage”Vakfı; “Katon” Enstitüsü; Ekonomik Sorunlar Enstitüsü; Büyük Britanya Politik Araştırmalar Merkezi ve “Adam Smidt” Enstitüsü. Chicago ve Virginia üniversitelerinde akademik merkezler ve bölümlere de parasal yardımlarda bulunulmuştur.

Gelişip yerleşirken neo-liberalizm giderek daha sert tavır almaya koyuldu. Hayek’in tekeler oluşmasın diye hükümetlerin rekabeti denetlemesi gerektiğine ilişkin tutumu, bir tekelin gücü üretkenliğine ödül olarak görülmelidir görüşüne karşısında gerilemek zorunda kaldı.

Bu gelişmeler içinde başka değişiklikler de oldu: Hareket adını yitirdi. 1951’de kürsüye çıkan Amerikalı iktisatçı Milton Friedman kendini neo-liberal ilan etti. Fakat kısa bir süre sonra neo-liberal terimi buharlaşmaya başladı. Üstelik, ideoloji daha şeffaf ve sürekli olmuş olsa da, adında herhangi bir değişiklik olmuyor.

Yoğun finans olanakları kullansa da, neo-liberalizm siyasi hayatın biraz kenarında kalıyor. İkinci Dünya Savaşından sonra taraflar arasında daha önce benzerine rastlanmayan bir uzlaşma ortamı meydana gelmişti: John Maynard Keynes’in öngörüleri neredeyse tamamıyla uygulanıyor. Birleşik Amerika ve Batı Avrupa’nın daha büyük kesiminin temel hedefleri arasında herkesin çalıştığı bir toplum ve yoksulluğun aşılması var. Vergiler yüksek. Hükümetlerse yeni yeni sosyal hizmetler sunarken, sosyal güvence önlemleri geliştirdi.

Ne ki, geçen asrın 1970’li yıllarında Keynes teorisi güçsüz kalıp çözülürken, Atlantik Okyanusu’nun her iki tarafında da ekonomik bunalım alevlendiğinde, neo-liberal fikirler sosyal arenaya hızla girmeye ve yayılmaya başlıyor.

Milton Friedman şunlara işaret ediyor: “Dönüşüm zamanı gelip çattığında… Uygulamaya hazır seçenek vardı.” Amerika’da Jimmy Carter makamları ve Büyük Britanya’da Jim Callahan hükümeti öncellikle bu teorinin ekonomide belirleyici olanın dolaşımdaki para miktarı olduğuna ilişkin neo-liberal unsurlarını bazı gazeteci ve siyaset danışmaların aracılığıyla kabul ettiler.

İktidar yönetimine Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’ın gelmesinden sonra ise neo-liberalizmin şu oluşturucu öğeleri de uygulandı: zenginleri vergilendirmeyi sınırlama; sendikaları git gide ezme; devlet düzenlemelerini kaldırma; özelleştirme; kamu sektöründe işleri taşeronlara devretme ve rekabeti gemleme vb.

Neo-liberal siyaset dünyanın büyükçe bir kısmına ise, gerekli uyulmamaya başvurmadan,  Uluslar arası Para Fonu (İMF), Dünya Bankası, Maastricht Anlaşması ve Dünya Ticaret Örgütünü aracılıyla direk olarak dayatıldı. Burada insanı hayrete düşüren büyük özellik ise, neo-liberal siyasetin o zamana kadar kendilerini sol parti olarak tanıtan partiler tarafından da benimsenmesi oldu. Örneğin: İngiliz İşçi Partisi ve Birleşik Amerika Demokrat Partisi neo-liberalizmi benimsedi. Stedman Jones bu konuda şöyle demiştir: “bu kadar büyük bir boyutta gerçekleştirilebilmiş başka bir hayali düşünmek bile güçtür.”

***

Seçenek ve özgürlük vaat eden bir doktrininalternatifi yoktur” gibi bir slogana ihtiyaç duymasını anlamak güç olabilir. Fakat Hayek, liberal programın uygulandığı birinci ülkeler arasında yer alan Şili’yi Augusto Pinoçet’in iktidarda olduğu zaman ziyaret ettiğinde, “benim kişisel önceliklerim liberalizmden mahrum bir demokratik hükümet yerine bir liberal diktatörlükten yanadır,” demişti. Daha sonraki yıllarda anlaşıldığına göre, neo-liberalizmin önerdiği özgürlük, küçük balıklara değil, turna balıklarınaydı.

Sendikaları yasaklamak ve toplu iş sözleşmelerini rafa kaldırmak işçi ücretlerinin kısıtlanmasından başka hiçbir şey değildi. Devlet düzenlemelerinin hasıraltı edilmesinin anlamıysa, nehirleri kirletmek, işçilerin hayatını tehlikelere atmak, adil olmayan faiz uygulamalarına yönelmek ve çok çekici mali araçları işe koşmaktı. Vergilendirmekten vazgeçmek ise, ulusal zenginliğin yeniden dağıtılması yoluyla yoksul insanları toplumun bataklığından kurtarma siyasetinden vazgeçmek anlamındaydı.

Naomi Klein’ın “Şok Doktrininde belgelediği üzere, neo-liberal teori uzmanları, bunalım dönemlerinde, insanların dikkati başka işlerle meşgulken, tutulmayan siyasetleri dayatıyor.  Mesela, Pinoçet’in darbesinden sonra, Irak’taki savaşın ardından veya Fridman’ın ayrıntılı bir biçimde açıkladığı gibi, New Orleans’ta meydana gelen fırtınadan sonra eğitim sisteminin kökten yenilenmesi için bir fırsat ele geçirilmesidir.

Bir neo-liberal siyaset yerel düzeyde uygulanamadığı takdirde ise, yatırımcı ve devlet arasındaki uzlaşmazlıklara çözüm bulma da dahil, uluslar arası düzeyde ticaret sözleşmeleri aracılıyla dayatılmıştır. Bu genelde, sosyal ve çevreyle ilgili belirli koruyucu önlemlerin kaldırılmasında nüfus sahibi olan büyük şirketlerin baskı uygulayabildikleri Of shor mahkemelerde yapılır. Bazı ülkelerde parlamentolar sigara satışlarını sınırlama, içme suyu kaynaklarının özel şirketlerin madencilik çalışmalarından koruma, elektrik fiyatlarını dondurma veya ilaç şirketlerinin devleti soymasını engelleyen önleyici kararlar aldığında dava açan dev şirketler birçok kez başarılı olmuştur. Demokrasi tiyatro sahnesinde oyun olmuştur.

Neo-liberalizmin getirdiği başka bir terslik de,  üniversal rekabeti üniversal nicel tanım ve karşılaştırmaya dayandırmasıdır. Elde edilen sonuçlarda, iş ve her türden sosyal hizmet arayan işçilerin, kazananları belirleyen ve kaybedenleri cezalandıran, çok yavaş çalışan değerlendirme ve gözetim rejimi formaliteleri içinde boğulmaya terk edilmiş olduğu görülmüştür.  Von Mizes’ın iddia ettiği üzere, bu doktrin bizi merkez planlamanın  bürokratik keşmekeşinden kurtaracağına, sonuncuyu tamamen yerleştirdi.

Neo-liberalizm bir açgözlülük mekanizması olarak düşünülmemiş olsa da, çok kısa dönemde buna dönüştü.  Neo-liberal dönemlerde ekonomik kalkınma hızı düştü. 1980’lerde Birleşik Amerika ve Büyük Britanya’da da daha önceki aşamaya göre ekonomik kalkınma hızı geriledi. Fakat en zenginler daha da zengin olabildi. Sendikaların omurgasının kırılması, zenginlerin daha az vergilendirilmesi, kiraların yükselmesi, özelleştirmeler ve devlet müdahalelerinin azaltılması sonucu aynı dönemde zenginliklerin ve devlet i kaynaklarının dağıtılmasındaki adaletsizlik kat kat arttı ve 60 yıl boyunca bu eğilim korunabildi.

Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve pazarlık konusu edilmesi, özellikle enerji, su, taşımacılık, sağlık, eğitim, alt yapı ve hapishanelerin özel sektörün eline geçmesiyle özel sermayeye vatandaşlardan ve devletten temel tesisleri kullanım kirası istemesine imkân verdi.  Üretim dışı gelir sağlamak için kira terimi kullanıldı. Suni bir şekilde bilet fiyatlarına zam yapıldığında, zamlanan fiyatın bir bölümü yakıt, maaş, makineler vb giderleri karşılarken, bir bölümü de sizi avuçlarının içinde tuttuklarının yansımasıdır.

İngiltere’de özelleştirilmiş ya da yarı özelleştirilmiş olan hizmetlerin sahibi olan veya onları yönetenler, az yatırım yapıp, çok kazanç elde ederek, çılgın kazanç elde ediyorlar. Rusya’da ve Hindistan’da oligarşi kodamanları çok düşük fiyat üzerinden yapılan satışlarda muazzam sermaye elde etmiş oluyorlar. Meksika’da tüm telefon şebekesine sahip olan Karlos Slim Ely kısa bir sürede dünyanın en zengin adamı oldu.

Biz zenginler neden bunu yapamıyoruz?” çalışmasında Andryo Seyar benzer bir sonuca varıyor. Onun saptamasına göre, kira gibi, faiz de üretim dışı olan ama biriktirilebilen bir gelirdir. Yoksullar daha yoksul, zenginlerse daha zengin olurken, senginler temel önemi olan başka bir aktif olan para üzerindeki kontrolü arttırıyor. Ödenen faizler paranın yoksullardan zenginlere akışından başka bir şey değildir. Taşınmaz fiyatları ve devletin yatırımlardan el çekmesi sıradan yurttaşların borçlarını sürekli arttırırken (burada öğrenci burslarından öğrenci kredilendirmesine geçişi düşünün lütfen) bankalar ve onların müdürleri para üstüne para yığıyorlar.

Seyar’a göre, son 40 yılda belirleyici olan yalnız paraların yoksullardan zenginlere kayması değil, zenginlerin saflarındaki yer değişiklikleri de çok önemlidir. Paralar, yeni ürün üreten ve hizmet sunanların kasalarından, var olan aktifleri denetlemekten ve kira, faiz ve senetlerin getirdiği karları toplayanların veznelerine akmıştır. Üretimden elde edilen gelirler, üretim dışı işlerden kazanılan kar tarafından ikinci plana itilmiştir.

Toslama ne kadar büyükse, ideoloji de o kadar uç konuma kayıyor. Hükümetler neo-liberal bunalımlardan vergileri kırpma, özelleştirilmemiş olan kamu hizmetlerini özelleştirme, sosyal güvence sisteminde delikler açma, büyük şirketleri yeniden derleyip toparlama ve vatandaşları yeni bir düzene sokma gibi işlerde alabildiğine faydalanıyor. Kendini küçümseyen devlet toplumsal sektörün her organına sivri dişlerini alabildiğine saplıyor.

Neo-liberalizmin doğurduğu bunalımlar arasında en tehlikeli ve ürkütücü olan ekonomik değil, siyasi bunalımdır. Devlet mal-mülkünün, olanaklarının azalmasıyla, hayat yolumuzu seçimlere katılarak değiştirebilme imkânlarımız da azalmış oluyor. Neo-liberal teori, kaderlerini seçimle değiştireceklerine, insanların bu haklarını para harcayarak kullanmalarını öneriyor. Fakat bu işte insanlar birbirlerine eşit değildir. Bazılarının cebinde daha fazla para var. Tüketicilerin ve hisse senedi sahiplerinin görkemli demokrasisinde oylar eşit olarak dağılmamıştır. Orta ve yoksul sınıfın kanını her defasında daha da fazla emilmiş oluyor. Sağ partilerle, eski sol partiler, benzer neo-liberal siyaseti kabullenmeye yanaşırken, çaresizlik sonucu vatandaş haklarını da elden gitmiş oluyor. Çok büyük kitleler siyasete yüz çeviriyor ya da politikadan dışlanıyor.

Kris Hecis söyle diyor: “faşist hareketler taraftarlarını politik olarak aktif olanlar arasından toplamadılar, ‘kaybetmişlerin’ – oylarının önemi olmadığı, politik üst tabaka arasında hiçbir nüfusları olmadığına inanmışlar yani politik pasifler arasında buldu.”  Politik temaslar artık bizim kullandığımız dilde yapılmıyorsa, insanlar sloganlara, sembollere ve duyumlarına göre hareket ediyorlar. Birleşik Amerika’da D. Tump’un taraftarları için örneğin, deliller ve kanıtlar pek önem taşımıyor.

Tony Jud ise, vatandaşlar ve devlet arasına düşen koyu sis, iktidar ve istenene uymaya indirgendiğinde, bizi birbirine bağlayan tek gücün devler erki olduğuna inanıyoruz. Heyak’in belirmesinden korktuğu totalitarizmin topluma yerleşme ihtimali büyüktür, çünkü son hesapta vatandaşlar iktidara boyun eğmeye zorlanıyor..

***

Komünizm gibi neo-liberalizm de hezimete uğramış bir Tanrı’dır. Fakat büyülenerek dirilen ahmakların doktrinleri nefes almaya devam ediyor. Ayakta durabilmesi nedenlerinden birisi de anonim kimliğini koruyabilmiş olmasıdır. Belki de, bir sürü anonimlikler desek daha doğru olur.

Görünmeyen elin görünmeyen doktrini gözle görünmeyen taraftarlar tarafından yayılmaya devam ediyor. Bu gizemli kişilerin isimlerin çok zor ve yavaş olmak üzere artık gün ışığına çıkarmaya başlıyoruz. Şu gerçeği açıklayabildik: Kitle iletişim araçlarında tütün sanayinin devletler tarafından ek destek önlemleriyle düzenlenmesine karşı çıkan, Ekonomik Sorunlar Enstitüsü’nün 1963 yılından beri, British American Tabacco tarafından gizliden gizliye finanse ediliyor. Dünyanın en zengin kişilerinden ikisi olan Charles and Devid Koch’un “Çay Partisi”  enstitüsünün kurucusu olduğunu ortaya çıkarabildik. Charls Koch, üst akıl kurumlarından birini oluştururken yaptığı konuşmada şöyle demiştir: “Arzu edilmeyen eleştirilere olanak tanımamak amacıyla, örgütümüzün nasıl denetlendiği ve yönetildiği reklâm edilmemelidir.”

Neo-liberal doktrinle ilgili açıklamalarda kullanılan deyim ve terimlerle şeffaflık yerine sis yaratılıyor. “Piyasa” üzerimize bir yer çekimi ya da hava basıncı olarak çöküyor. Fakat her defasında iktidar etkileşimini ifade ediyor. “Piyasa”nın gerek duyduğu şeyler genelde büyük şirketlerin ve onların sahiplerinin ihtiyaç duyduğu şeylerdir. Sayer’in işaret ettiği yatırımlar, birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Birisi, üretken ve topluma yararı olan işlere yapılan yatırımlarken, diğeri de kira, faiz, kazanç payı ve sermaye getirileri sağlamak için var olan aktifleri satın almaktır. İki tamamen farklı etkinlik için aynı sözün kullanılması, “zenginliğin kaynaklarını gizlediği gibi”, zenginlik yaratmak ile zenginlikten kazanç elde etmeyi birbirine katıştırmamıza sebebiyet veriyor.

Anonimlikler ile karışıklıklar birçok defa modern kapitalizmin gizemleri ve bilinmeyenleri ile birbirine karıştırılıyor. Örnekleyelim: francheys model – işçilerin kimin için çalıştıklarını bilmemelerini garanti altına alıyor; çok karmaşık olan ve gerçek sahiplerinin kimliğinin belirlemede polislerin bile güçlük çektiği offshore gizli şebekeleri tarafından tescil edilen şirketler; hükümetlerin kafasını karıştıran vergi sistemleri; hiç kimsenin akıl erdiremediği yeni finans ürünler vb.

Neo-liberalizmin anonimliği büyük bir titizlikle korunur: Hayek, Mizes ve Fridman’ın etkisi altında kalmış olanlar, “anonim” terimini kullanmaktan uzak durmaya gayret gösterirken, ince anlamlı olduğundan dolayı bu terimin ancak dil bilimciler tarafından kullanıldığını iddia ediyorlar. Bunu yaparken bize hiçbir seçenek de sunmuyorlar. Kimileri kendilerine klasik liberal ya da libertanyan süsü vermeye çalışsalar da, bu terimler aynı zamanda kimsenin dikkatini çekmiyor, çünkü “Kölelik yolunda yeri olan hiçbir şey olmadığı” ve “Bürokrasi” gibi eserleri veya Fridman’ın “Kapitalizm ve Özgürlük” kitabını hatırlatıyor.

***

Tüm bu yazdıklarımız dışında, neo-liberal tasarımın hele ilk aşamasında heyecan uyandıran bir yanı var. O, dikkati çeken ve yenilik içeren bir felsefe olarak, eylem planları açık olan bir grup birbirine kenetlenmiş fikir adamı tarafından savunulmuş ve yayılmıştır. Onlar sabırlı ve dirençliydiler. “Köleliğe Götüren Yol” aslında iktidar yoluydu.

Neo-liberalizmin zaferi aslında solun hezimeti anlamındadır. Bilindiği üzere, lece-fer adıyla bilinen ve özelci kişiler arasındaki ticari ilişkilerin düzenleme, ayrıcalıklar, harç ve özendirmeler şeklinde vb devlet müdahalelerinden serbest olan, ekonomik sistem, 1929 yılında ekonomik çöküş doğurdu. Onun yerine Keyns yeni bir ekonomik teori yaratmak zorunda kaldı. Geçen yüzyılın 70’li yıllarında Keynesci kuramın özünü oluşturan topyekûn talep hezimete uğrayınca yerine konacak başka bir kuram oluşturulmuştu. Fakat 2008’de neo-liberalizm hezimete uğradıktan ve dağıldıktan sonra, yerine konacak hiç bir şey yoktu. Bundan dolayı biz bugün büyülerle diriltilen ölünün sürünmeye devam ettiğini izliyoruz.  Son 80 yılda sol ve merkez hiçbir yeni ekonomik model üretemediler.

Günümüzde Keynes’in adını anmak bile çöküş alametidir.  21. yüzyıl bunalımlarına Keynes kurtarma kuramları uygulanması üç ana konunun dikkate alınmaması anlamına gelir: İnsanların eski fikir ve hedefler etrafında seferber edilmesi artık çok güç olmuştur.

70’li yıllarda açıklanan eksiklikler tamamen sıfırlanmış ve ortadan kaybolmuş sayılamaz; ve en önemli olan, en büyük bunalımımız olan çevre kirliliğine, eski hedeflerle hiçbir çözüm sunabilmek olanaklı değildir. Keynescilik, tüketici talebini artırarak ekonomik büyüme yaratıyordu. Öyle ki, tüketici talebi ile ekonomik büyüme ise çevrenin yok olması sürecindeki iki motordur.

Keynes kuramı ile neo-liberalizmin tarihe gösterdiği üzere, hezimete uğramış, yıkılmış, çökmüş bir sisteme karşı olmak hiçbir şeyi halletmez. Önemli olan çökmüş olanın yerine devamı olacak bir seçenek sunabilmekte gizlenir. Liberal ve sol tarafın daha geniş bir kapsamda anlaşılması şartıyla önünde duran büyük ödev, 21. yüzyıl istemlerine ve koşullarına uyacak yeni bir sistemi bilinçli olarak yaratıp hayata çağırmaktır.

Reklamlar