Tarih: 05 Mart 2019
Hazırlayan: Neriman Kalyoncuoğlu
Konu.  Bizi Türk Dünyasına Taşıyanlar – 2
Türk Dünyası Şairi Recep Küpçüyü anıyoruz.

“Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla.. Ben kalemle doğmuşum. İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım. Kelimelerle sevimli yapmak istedim düşman bir dünyayı..”

Cemil Meriç

Ve ömrü vefa etseydi. Ve o totaliter rejimlerde “Büyük Birader” denilen düşünce polisinin uyanık gözlerinden, çok uzunca ahtapot kollarından bir sıyrıla bilseydi, ünü doğduğu toprakların sınırlarını çoktan aşmış, Bulgaristan Türklerinin önde gelen şairi Recep Küpçü (1934-1976) bugünlerde 85 yaşlarında olacaktı. Belki de müdavimi olduğu o şiirin deniz şehri Burgas’da aşina olduğu Malina (Ahududu) kahvehanesinin camlarını zangır zangır yine çatlatırdı o okkalı gevrek gülüşüyle. Belki de yine haykırırdı o iman, inan dolu gür sesiyle:

“Bulgaristan
ben senin yabancın değilim
bir evladınım senin
ve gergeflerde işlemeli çevreler güzeli

gecelerinin gökyüzü bilir beni
şu tozu dumana kattığım yollar senin yolların
ellerimle mezara indirdiğim anam babam
senin toprağında

ve ister neşeden ister kederden olsun
gözyaşlarım
senin göz yaşın…

 

Bulgaristan

yabancın değilim ben
bir evladınım senin
benim de yolumdur senin yolların.”

Her halde böyle haykırırdı, çünkü düşüncelerine özgürlük, duygularına güzellik hakimdi. Çünkü emeğinde dürüstlük, davasında başkaldırı bir gerçeklik vardı. Belki bu nedenlerle bilincinin bilenmiş devrimci tutkularına ömrünün son anlarına kadar sabahları martıların kaygısız çığlıklarıyla uyanan, kah durgun, kah azgın dalgalar üstüne pırıl pırı güneşi ansızın doğan bir deniz şehrini mesken tutmuştu şair Recep Küpçü. Şahsının bilenmiş tutkuları gereği, şair mizacına en uygun, evrensel güzellikleri, özlem dolu özgürlükleri bağrına yâr etmiş, mutluluklara “Vira Vira” yelkenler açan bir deniz şehri olmalıydı Burgaz. Lâkin, ille velâkin ne yazık, ne yazık ki: sevinç, neşe yerine sitemlerle yüklü dizelerde bir hüsran olgusu ile geliyor şair:

“Örneğin,
Madem ki limanına demir atmışım bir şehrin
O şehir güzel olmasın olamaz,

Güzeldir.
Burgaz şehri güzel değil mi yoksa?
Yalnız bir kusuru var
Limana yakın bir camisi varmış minareli

İşte onu yıkmışlar.
Diğer türlü Burgaz güzel şehirdir.
Şu veya o ne diyecekmiş
Bilir misiniz beni ne kadar ilgilendirir?”

Diyor  “Düşündüklerimde Özgürlük, Duygularımda Güzelliği Savunma Yeteneği” adlı şiirinde.

Yıkılan cami değil. Cami sadece özgün bir simge, ustaca oturtulmuş şiirin evrensel yuvasına. Yıkılan ümitler, özlemler, yaşam bin bir boyutuyla. Yakıp yıkılıp yok edilmek istenilen Balkanlar’da ezeli bir Türk varlığıdır.

Halbuki yüz yıllardır ora insanı o toprakların haşin ve cömert havasında özgür ve cesurca yetişip, alın teriyle o verimli kara toprakları sulayıp, namusluca yaşayan, tarlasını ekip biçen, yüce Tanrıya dilince, dinince yakarışlar sunan, yağmur dualarına birlikte koşup uğurlar dileyen, yalvaran, köyde kentte Bulgar, Türk, Hristiyan, Müslüman kardeşçe yaşayıp giden o insanlar arasına, harici emperyalist güçlerce serpilen düşmanlık tohumları bugünden dünden değil. Çok ötelerden, batı Hristiyan devletlerin Osmanlı’ya karşı Kutsal İttifakı ile başlayan İslâm ve Türk düşmanlığı o gün bu gün aynı inat, aynı yöntemlerle Balkanlar’daki Türk varlığını silme savaşındadır… Bal ve kan sözcüklerinin bir iyi niyet ihtimali bir arada oluşu güzel de, zaman yelkovanın ibresi yine kandan kinden yana olduğu için Recep Küpçü, bu tür soykırımcı, şoveni uygulamalara yeşil ışık yakan totaliter rejime karşı vicdanının duyarlılığıyla, sanat kimliğiyle, var sesiyle haykırmaktaydı:

“Şiir elimde silah
Savaş başlıyor: Bismilâh!”
-Neyim Var” şiirinden –

Bal ve kan sözcüklerinden oluşan Balkanlar’da eylemler bal değil, kan, yine kan, yine savaş. Neyin savaşı? Hangi savaş? Şairin dediği gibi elde insanlığı yitirmemek adına, yaşam adına, güzellik adına, insanlık adına Bulgar Komünist Partisi’ Todor Jivkov yönetiminde başlattığı birtakım ırkçı, şoveni uygulamalara karşı verilecek bir savaş…O dönem, yani 1960 yılları ve sonrası şair Recep Küpçü’nün özgün yaratıcılığının doruk noktalarıydı ve şair bu uygulamalara karşıydı…

Neydi o uygulamalar?

Söz gelimi Türk öğrencilerine kaliteli bir eğitim verme bahanesiyle müstakil Türk okulları kapatılıp Bulgar okullarıyla birleştirildi; gericilik bahanesiyle Türk anane ve dini geleneklerin uygulama alanları daraltıldı veya kısmen yasaklandı; camilerin Cuma günleri hariç ibadete kapıları kapatıldı; ilkokullarda ilk önce, Bulgar okullarıyla birleşmeden sonra haftalık 4 saat mecburi Türkçe eğitim devam ederken birdenbire bir nevi kaldırıldı… Daha ileri zamanlarda Balkanların puslu havalarında, “soya dönüş” safsatası ile vahşi bir soykırım zeminin köşe taşları tek tek döşeniyor ve şair bu uygulamalara karşı şiirini silah olarak gördüğü için milliyetçilikle damgalanmıştı. Suçlamalara elbette şairin de cevabı olacaktı:

Onurumla yaşamak istedim
Adım Recep Küpçü
Recep Küpçü kalmasını istedim adımın
“ef”siz,”of”suz yazılmasını istedim

Milliyetçisin dediler
Türkçemi savundum
Milliyetçisin dediler

Bu işler böyle giderse
Ne dilimiz, ne de geleneğimiz kalacak dedim

Milliyetçisin dediler
Ben ne dedimse insanlık adına
Hep milliyetçi çıkardılar beni
Bütün bu insan haklarından

Beni yoksun edenler
Kendilerine enternasyonalist dediler.
2 Aralık 1966- Burgaz

-“Benim Milliyetçiliğim ve Bana Milliyetçi Diyenlerin Enternasyonalistliği Üstüne” şiirinden –

Recep Küpçü yaratıcılık ve özel hayatında saygın, onurlu, cesur duruşuyla bizlere, ardından gelen Bulgaristan Türk aydınlarına bir kahramanlık örneğiydi o günler ve bu nedenle sosyalist rejimin hasımı gibi damgalandı… Milliyetçi ve karşı devrimcidir denildi… Rejim aleyhtarı gibi gösterilip bin bir eza ve mahrumiyete maruz kalarak, mağduriyetlere terk edilip, yaratıcılığının en verimli ,en olgun çağında, adı vatan haine çıkartılarak, kırk yaşlarında alçakça ölümüne gidildi…Oysa her yönüyle, eksiği artısıyla, doğduğu köyünün havasına, suyuna aşina yüreğini şu dizlere koyan şair nasıl bir vatan haini olabilirdi:

“Yaktı yine burnumu köyümün burcu burcu kokusu

Bizim ev
Bizim sokak
Köpük köpük kaynayan kıvram dolan akan Gürsu.”
-“Yine Köyüm Üstüne” şiirinden –

1960/1970 yılları arasında “Ötesi Var” ve “Ötesi Düş Değil” şiir kitapları yayınlanmıştı ve şiir sever okurlar tarafından sıcak bir ilgiyle karşılanmış, edebiyat muhabbetlerinin, tartışmaların vazgeçilmez konusu olmuştu… Şiirlerde konu zenginliği, patetik anlatış tarzı, içtenlik ve samimiyet hakimdi. Hele hele günün resmi edebiyat akımı, “sosyalist gerçekliğe” aykırı bir duruşla adeta meydan okurcasına, gerçekleri tozpembe değil, övgülü abartmalardan arınmış, bütün çıplaklığı ile dile getiriyordu. Resmi bayramlarda caddelerde, göğüsleri hamleci nişanlarıyla süslü, nümayiş edenleri, çağdaş bir esir pazarı insanlarını andırdığını, o “cennet” dedikleri, dillere destan sosyalizmin bir “angarya sosyalizmden” ibaret olduğu, bir totaliter rejimden başka bir şey olmadığını anlatıyordu… Belki bu nedenlerle rejimin sadık bekçileri ve koruyucuların örümcek ağı beyinlerinde kuşkular oluşuyor:

“Acaba Recep Küpçü’nün şu “Ötesi Var”, “Ötesi Düş Değil” dediği kapitalist Türkiye midir?”  gibi bir dalkavukluk ve kıskançlık abidesi sorular oluşuyor, gazete ve dergilerde aleyhine eleştiriler yazılıyordu . “Hasbihal” başlıklı şiirindeki, “Hadi dost bildiklerim/yürüyelim.” mısraları şöyle eleştiriliyordu:

“Bizi nereye götürmek istiyorsun Recep Küpçü? Söylesene! Bilirsek erk bildiğin ufukları, biz geliriz seninle. Sonra sen kimsin? Hangi toplumsal gücün sembolüsün?”

Şair, sen kimsin sorularını yine şiiriyle şöyle yanıtlıyordu:

“Velev ki garip bir Türk ozanıyım,
Burgas kentinde yaşayan,
ama ben bir insanım,
tüm evreni
gönlünde taşıyan…”

veya:
“İşte ben böyle çocuksuyum,
boyanmayan suyum.
Şair kalmanın en güç yönü burası,
Gönlümde dünyayı kucaklamak sevdası,
ne yazık yaşadığım çağda kimilerin gözünde

gerçek sanat etmez para pul
müzevirler şairlerden daha makbul;
ama müzevir anıtı yoktur yeryüzünde!..”

Şairin bu insani haykırışı rejimin o resmi ideolojisi tarafından reva görmedi, göremezdi de… Kısacık ömrü maddi sıkıntılar içinde geçti, susturuldu, sindirildi. Ve Recep Küpüçü’den, Recep’ten, Ereccep’ten, Erecebimizden “Düşüncelerimde Özgürlük, Duygularımda Güzelliği Savunma Yeteneği” gibi ölümsüz şiirler yadigâr kaldı nesillere… Şiirinde konu ettiği insanların bir esir pazarının insanları gerçekliğini, o “gelişmiş sosyalizm” söylencesi bir masalımsı gerçek olduğunu, Bulgaristan Türkleri Edebiyatı’nın en güzel eserlerinden biri olan, “SEN, BABA KAYGISINDAN YOKSUN ÇOCUKLAR BÜYÜTEN/ CANIMIN İÇİ, RODOPLAR” dizeleriyle başlayan RODOPLAR şiiriyle yâd edelim çileli yılların cesur şairini:

RODOPLAR

Sen, baba kaygısından yoksul çocuklar büyüten
canımın içi Rodoplar,
babaları gurbetten
topladın mı bağrına artık?

Elverir
elverir bunca üzüntüler
bunca ayrılıklar!..

Sende büyür canımın içi Rodoplar
uykuları tütünden talan edilen,
yollar yapan,
temeller kazan

benim fakir, garip kardeşlerim!
Çam ormanı havası kadar
temiz yürekli kardeşlerim!

Nerde olursa oturup çıkının açan,
sofra kurup peynir ekmek yiyen,
gençlik çağını yaşamadan
vakitsiz yere düşen,
ahlat örneği yüzleri kırışan,
halleri güz rüzgarına tutulmuş
yapraklar gibi per perişan,
yolda belde evindeymiş gibi konaklayan,
canım kardeşlerim!..

…Senin her manzaran,
her bakışın,
her ağacın
her taşın duygusal!

Sen hem yeni bir gerçeksin
hem eski bir masal!
Ben de senin eteklerinde doğmuşum
tahtımı gönlümde özlemden kurmuşum.
Elverir, elverir bunca ayrılıklar
eyyy devler, cüceler diyarı
canımın içi Rodoplar!..

Galip Sertel

Reklamlar