Bu yazımı, dün akşam serinliğinde, Gazi Osman Paşa’daki Pierr Loti Tesisleri’nin Teras Kahvesinde Haliç’in eşsiz manzarasını seyrederken düşündüm.

Nafiye Yılmaz
Nafiye Yılmaz

Önce, İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemde Haliç’in çürümüş sularını borularla Marmara Denizi’ne akıtan Dalan geldi aklıma. O, “Haliç balık dolacak,” demişti. Yani suyun bulanıklığı temizlenecek, suya yapılan kötülük kaldırılacaktı.
Derken, Galata Köprüsü’nün ardından, ikincisi 100 yıl sonra kurulan, Haliç’in otoyol gibi geniş yeni Köprülerini seyre daldım ve ardı arası kesilmeyen arabaların ek sos dumanında, halen Bursa’da oturan,  Kırcaali Tarım Sanayi Kompleksi (APK) eski Başkanı Ahmet Kadir’i anımsadım. O, Kırcaali Barajı’nın berrak sularında alabalık yetiştirmek ve Almanlara satmak için, müşterisinden 5 milyon DM kredi almıştı. İlk balıkları birlikte kızartıp yedikten sonra, yüklemelere başlamadan önce Alman 5-10 canlı balığı Almanya’ya götürüp test ettirmiş ve güzelim balıkların hepsinde % 0.05 oranında kurşun ve çinko bulununca, Almanlar almaktan vazgeçmişlerdi. Bacaları baraj sularından 10-15 km uzakta tüten, Kırcaali Kurşun Çinko Fabrikası’nın dumanlarının taşıdığı zehirlerin karla, yağmurla yazovire bu bölgeye düşmüş ve baraj sularına toplanan balıklar zehirlenmişti. Tabi bunlar gözle görünemezdi.
Bu günlerde; İki gün önce “Kırcaali. Eu” internet sitesinde, Su Aynasından BALIKLAR KAÇMIŞ haberini verdi.  Üstü Kırcaali Baraj duvarı, altı Soğuk Pınar Baraj duvarı, arada da Su Aynası duvarı,  nereye kaçmış olabilirler ki? Balıklar da kirli sudan yani suya yapılan kötülük bana da yapılabilir korkusundan kaçmıştır. Kaçmış olmaları kötü tabii…
Gözlerimle Kâğıthane’ye doğru uzanırken Karadeniz’in temiz “hayat suyunu” dağ taş altından Haliç’e akıtan kalın boruya sevindim ama yine köprülerdeki eksos sisini düşünmeden edemedim. Karadeniz suları Haliç’e akınca Haliç suyuna yapılan kötülükle baş edilecek tabii, ama kötülükle baş etmek çok büyük bir uğraşı ve pahalı bir iş…
Pierre Loti Tepesinde, gün batımı İstanbul kuşlarını dinlerken, bu hafta okuduğum iki yazının etkisi beni rahat bırakmadı. Bunlardan biri, “Osman Paşa Hakkında Bulgaristan’ı Kim Aldatıyor?” başlığı altında “svobodaya com.” saytında yayınlandı. Bu yazıda gerçekçi bir tarihsel irdeleme yapılarak, dün olduğu gibi bugün de Bulgarların en büyük düşmanının neden Türkiye, en büyük dostlarının da, neden Rusya olduğu açıklanıyordu.
Yanıt odağı olarak, okul kitapları, tarih ve edebiyat dersleri gösteriliyor.
Bulgar okulunda okuyan bir öğrencinin Bulgar milliyetçisi yani Türk düşmanı olmadan diploma almasının olanaksız olduğuna işaret ediliyor. 1877/78 Rus-Türk Savaşı,  93 harbi diye de anılan Plevne Muharebesi ters yüz anlatılarak Türklere karşı düşmanlık körüklenip Rus sevgisi aşılanması, tarihin çarpıtılarak öğretilmesi günümüzde faydasının olması bir yana her bakımdan zararlı olup Bulgar Türk işbirliği için engelleyicidir, diye yazıyor.
Osman Paşa’nın kahramanlığına geniş yer verilen bu araştırmada, aslında Osman Paşa’nın Rus Ordusunu yendiği,  Rus Baş Komutan olarak tanıtılan General Totleben’in bir Alman olduğu, savaşı kaybettiğini anlayan Çar I. Nikolay’ın, Romanya’ya büyük ödünler vererek, Romen Ordularını savaş meydanına sürmekle mağlubiyet yönünü değiştirebildiğini, anlatıyor.
Tarihin çarpıtılması, yalan yanlış anlatılması, böylece halklar ve insanlar arasına düşmanlık tohumları serpilmesi, kötülüklerin en büyüklerindendir. Bu kötülüğün ilacı, tarihi gerçekçi açıdan değerlendirip yazmak, anlatmak ve yeni kuşaklara devretmektir.  Çünkü tarih geçmişten bugüne ve yarına akan bir derya, suyu yalan yanlış, asılsız donelerle zehirlersek, zehirli sudan içeriz ve kötülükleri yenemeyiz. Zamanla hepimiz kanser olabiliriz.
Bizim trajedimiz Plevne Savaşı’ndan sonra başlayıp derinleştiği için bu irdelemeye çok büyük değer veriyor ve bu yönde yeni araştırma yazıları okumak istiyorum.
Aslında, böyle yazılar çok fazla ama Bulgaristan’da yayınlanmadı ve yayınlanmıyor. Kanımca, Osmanlı’nın son dönemde yürüttüğü savaşların haklı savaşlar olduğunu en esaslı ve gerçekçi anlatanlar Karl Marks ve Friedrich Engels’tir.
Bu iki düşünür, Batı’nın ORİENT yani DOĞU Politikasına çok büyük ilgi göstermişler ve yaşadıkları dönemde araştırmalarından pek çoğunu bu konuya adamışlardır.
Örneklersek, sosyalizm yıllarında BHC’nde Bulgarca basılan K. Marks ve Fr. Engels’in Toplu Eserleri 56 cilttir. Oysa bu iki düşünürün toplu eserleri Almanca ve İngilizce basımda 153 cilttir.  İçinde pek çok Bulgarca yayınlanmamış Doğu Politikası yazısı olan bu eserlerin Almanca 143. Cildinde Fr. Engels Plevne Savaşı’ndan sonra topraklarından, köylerinden, vatanlarından zorla kovulan Bulgaristan Türkleri, yani bizim atalarımız hakkında şu satırları yazmıştır: “Bulgarların yerli Türklere yaptığı zulmü, eğer Osmanlılar Bulgarlara karşı sadece bir gün uygulamış olsalardı, tek bir Bulgar kalmazdı!”
Bu, o zamanın ve dünyanın en büyük düşünürlerinden birinin yazılı olarak yaptığı, dünya kamuoyunu uyarıcı kesin ve kuşku götürmez bir tespittir.
İşte şimdi, artık 135 sene sonra, gerçekçi Bulgar kalemlerinden “Osman Paşa Hakkında Bulgaristan’ı Kim Aldatıyor?” başlıklı bir araştırma yazısının yayınlanması beni çok etkiledi. Okuyunca karanlık tünelde bir ışık bir aydınlık görebildim.
Ben, ancak böyle eski bakış açılarının değişeceğine, tarihsel gerçeklerin su yüzüne çıkacağına, Karadeniz’den borular dolusu akan hayat suyunun Haliç’te balıkları yaşatacağına inandığım kadar inanıyorum.
Böyle gerçekçi yazılar çıktıkça, 19. Yüzyılın sonunda Doğu Politikası ve Balkanlar konusunda Batı aydınlarınca kaleme alınan yazılar eksiksiz ve seçmesiz basılmaya başladığında, büyük klasik F. M. Dostoyevski gibi Rus dehaların “Plevne Savaşı’na katılan Rus Subaylarla Görüşmelerinden Anılar” Bulgarlar tarafından da okunmaya başladığında, her şeyin değişme yoluna gireceğine gerçekten inanıyorum.
O zaman biz Bulgaristan Türkleri olarak çok büyük bir tarihsel adaletsizlikten, yükü bugün de çok ağır bir kötülükten giderek arınacağız.
Şu konuya da değinmek istiyorum: Bu hafta Kırcaali bölgesinde sevilen ve sayılan aydınlarımızdan Skalişteli Mehmet Hoca ile sanal ortamda geniş bir söyleşi yayınlandı. Okurken,  bende, bu köyde mübarek bir insan yaşıyor,  ancak günahlarını bağışlatmak isteyen insanlar böyle yaşar, izlenimi uyandı, sonra da bu dertsiz, tasasız, sevinçli bir halde yaşamaya devam eden güzel insanların ne günahı olabilir ki, geçti aklımdan.
Artık “delirmiş” olduğu haberi yayılan Ahmet Doğan hakkında  “bir iç savaş çıkmasının önlenmesinde hizmetleri olmuştur” gibi asılsız bir değerlendirmeye gelip dayanana kadar, her şeyine katılmak isterim de, bu noktada durdum.
Bir defa, 90’lı yıllarda bizde asla bir iç savaş olamazdı, çünkü Bulgar devleti daha 1989’un Ağustos ayında bizim gazımızı aldı, yükselen direniş öfkesini söndürdü ve hemen bir parti kurup başına A. Doğan’ı getirerek demokrasi vitesine geçiverdi.
O zaman Bulgaristan’da DAC’den getirilip Sliven Balkanına üslendirilen “SS 20”  ve “SS 22” füzeleri vardı ki, bu silahları elinde bulunduran bir ülkeye dış müdahale söz konusu olamazdı. Yani A.Doğan’ın bizim öz davamızı asılsız propaganda ile engellemekten başka asla  hiçbir hizmeti olmamıştır, kanısındayım.
Lütfü Mestan’ın “Bulgar dilini iyi bildiği” için HÖH Genel Başkanlığı’na münasip görmeniz de, akıl fikir işi olmasa gerek. Siz bu partinin yönetim katlarında bulunmuş bir saygın aydın olarak, nasıl oldu da, böyle bir değerlendirmede bulunabildiniz, aklım almıyor yine de açıklamanızı bekliyoruz.
Bu iki değerlendirme konusunda sizi baskı altında tutan etkenler hangileri olmuştur!
Bu değerlendirmelerinizle yaptığınız haklı davamıza……
Biz hem eski hem de yeni kötülükleri ruhumuzdan söküp atma sevdalısıyız.

Reklamlar