Nafiye YILMAZ

 

Martın dokuzu, atar topuzu!” Mart ayı bu sene çapa kürek sapı yaktırdı.

Rodoplar’da, Trakya’nın bir kısmına 5 gün, yani beş gün ve gece kar yağdı. Yığıldı, boş yer bırakmadı, her yeri doldurdu. Dünyamızı beyaz örtüyle kaplandı.  Velingrad, Devin, Smolyan, Nedelino, Kırcaali, Ardino, Koşu Kavak vs. bazı köylerinde kar kalınlığı 4 metreyi buldu. Yollar açılamadı, tamamen kapandı. Elektrik tamamen kesildi. Evden ahıra, fırına, çeşmeye giden açık yol kalmadı. Felaket mi desek, bereket mi desek!… artık siz ekleyin, fakat bu defa kar hepimizi, ürküttü.

  • Mart karıdır, tutunamaz, dayanamaz, yarına varmaz kalkar, Lodos yetişir diyen en tecrübeli iyimserler bile bu defa susuyor. Yunan sınırına yakın Güney illerde yaşayan Bulgaristan Türkleri ve Pomaklarımız zor durumu atlatmaya çalışıyor. Arasız yağan kar yığıldıkça dertler artıyor.

Bu kara kış insanlarımızı 50–60 yıl gerilere itti. 20 yıl önce de benzeri yaşanmıştı.

Eski kışların kahrını çekmek sanki daha kolaydı. Ambarda buğday mısır, samanlıkta saman, yığında sap kavak-meşe yaprakları bulunduranlar pek aldırış etmezdi. Bacalardan çıkan beyaz dumanlar karlı çatılara selam bile vermeden uzarken gönül ısıtırdı. “Evde ocağın veya sobanın çatır çatır alevlendiğini hayal edenler bir de köle-köze gömülmüş patates ve bey kebap düşlemek çok hoştu. Şu günler yanmayan ve ısıtmayan elektrik ve doğal gaz sobaları bu hayallerimizi kuruttu. Karda yuvarlanan çocuk çığlıklarında

  • – “Anne, baba biz kardan korkmuyoruz” narası hala var.

Ne de desek bu defa başa gelen felaket hem büyük hem de  farklı, yollar 5 gün aşılamayınca Gorno Prahovo, Çerniçevo, Nedelino ve Devin köylerine hasta almak için askeri helikopterler uçtu. Birçok köye havadan ilaç, ekmek, pirinç, yağ, tuz indi. Köy meydanlarına çuvallarla un taşındı. Durum gereği devlet baba Hızır gibi yetişti.

Helikopter deyince aklıma gelen, 1989 Mayısında Kaolinovo Türklüğü ayaklandığında, ahırda boğa yetiştirir gibi besledikleri Ahmet Doğan’ı Pazarcık “hapsinden” siyah “Volga” ile çıkarıp “Krumovo” askeri hava alanından kalkan helikoptere bindirdiler ve protestocu Türklerin üzerine uzunca bir zaman gözetlediler. Uçan kuşun içindeki generallerden biri ona dönerek

  • – “İyi bak kazan kapağı kalkıyor, bu pisliği sen temizleyeceksin” demişti.

O gidişle, askeri helikopterle “Direnişçilere gözdağı verilmek” istenmişti. Gözdağı verecek olan maşa, daha sonra “Türklerin çobanı” olan Ahmet’ti. Onun ikinci hayat yolu havada başlamıştı. Nümayiş eden Türklerden hiç biri o helikoptere erişebilecek durumda değildi ve 25 yıl uzanamadı.

O helikopter o zaman Türklerin arasına in(e)medi.

Şimdi Türkler ve Pomaklar kara kış altında kaldı. Artık Ahmet Doğan “sarayda” burnunu dışarı çıkaramıyor. Hepimiz ölsek, donsak ve yok olsak umurunda bile olmaz!

Yıllar insanları değiştiriyor. Sahtelerin halk düşmanı olma yolu bir adımdan daha kısadır. Şu da var, bir defa uçan her zaman uçmaz ve her uçan mutlaka konmak zorundadır. Havada ölenler bile toprağa gömülür. Kar altında kalan, kışta donan kazazededir.

26 yıl önce  o askeri helikopter inseydi, ne değişecekti ki. Ayaklanan kitle içinde şopar Ahmet’i ne bilen ne de tanıyan vardı. İnsanımız tanımadığı kimseye inanmaz.

Ayaklananlara;

  • Dağılın! Evlerinize dönün!” dese kim takardı! O da kimdi? Bizde hiç kimse bir polis beslemesinin sözünü dikkate almaz. Gökten yıldız indirse dönüp bakan olmaz. Daha sonra yazılan gizli polis raporlarında “Adamımızı halkın arasına karıştırma zamanı henüz olgunlaşmadı.” kaydı vardı.

O zamanın geldiği gün,  karlı ve soğuk bir akşamdı. 30 Aralık 1989’da – Sofya’da Halk Meclisi önünde 2 günden beri kesintisiz süren nümayiş vardı. Çoğunluğu Pomaklardan oluşanlar isimlerini ve din haklarını istemeye gelmişti. Karşı ve buzlu kaldırım taşlarının üzerine sıcak garajdan çıktığı belli siyah bir makam aracı stop ettı. Açılan arka kapıdan çıkan keçi sakallı gencin de  kaloriferli bir mekandan geldiği belliydi. Polis onun eline bir hoparlör verdi ve hangi düğmeyi bastıracağına işaret etti.

  • İsimleriniz yarın geri verilecek! Dağılın!” sesi gelse de dağılan olmadı.

Başka bir şey yapılması gerekiyordu.Bu kısa boylu, sakallı, saçları harman çorman şekilsiz gencin sesinde inandırıcılık yoktu ve bu önceden düşünülememişti. Onu hemen berbere, ardından hamama götürdüler ve TV programının akşam yayınında okuması için eline bir kağıt verdiler. Bu kağıt parçasında da Müslümanların isimlerinin ve din haklarının iade edileceği yazılıydı. Haberin televizyondan verilmesi durumu değiştirdi. Yürüyenler buzlu yollarda durdu ve beklemeye başladılar.

Devletin gizli gizci yetiştirdiği kişinin direnen halkla yüzleşmesi böyle başladı. Yalnız hoparlörler değil, tüm basın, radyo ve televizyonlar onu övmeye, gerçeği bilen kişi olarak lanse edip dayatmaya başladı. Müslümanlar “eh” diyene kadar bıkıp usanmadılar.

Bu defa yine kış, hem de kara kış, dünyamızı teslim aldı. 25 yıldan beri ekmeğimizi yiyenler, Hak ve Özgürlük Partisi “liderleri” tüm depeseciler bir helikopter kaldırıp “

  • Kar altında kalmışsınız, bir ihtiyacınız var mı?” d(iy)emediler.

Sanki istedikleri her şeyi almışlardı. Bir daha seçim olmayacakmış gibi davranıyorlar.

Şimdiki kara kışın topuzunu asıl gösterdiği gün Meclis Genel Kurulunda İç İşleri Bakanı değişikliği yapılıyordu. “Türk-Bulgar, yerli yabancı” kavgası birden bütün hızıyla alevlendi. Sağdan soldan azılı milliyetçiler HÖH-DPS lideri Lütfü Mestan’ı kışkırtmayı başardı, sinirini bozup tepesini attırdı. Kalın kar altında kalmış köylerde pili bitmemiş radyolar tartışmaları naklen verdi.

Mestan kürsüye çıktı. Buza basmış gibi hemen ayağı kaydı. Kimsenin ne olduğunu bilmediği “ksenofob” bataklığına saplandı. Yaşını başını almış, saçı sakalı kırarmış bu ihtiyar sesli adamın Bulgaristan Türk ve Müslümanları hakkında anlamı gizemli yabancı deyimlerine sinir olanlar vardı. “Ksenofob” bir ülkenin yabancısı, yabancı uyrukluğu demekti.  Almanya’da Türkler ve yerli olmayan diğer yabancılar için kullanılıyordu. Fransızca ve İngilizce anlamı da asil olmayan vatandaştı.

Mestan ise Bulgaristan Türkleri, Pomakları ve Romanlarının haklarından söz ederken “ksenofob”u ağzından düşürmüyordu. Bu atıf Bulgaristan Türkleri için geçerli olamazdı. Onlar vatanlarının asli unsurlarındandır. Mesela Suriyeliler, Afganistanlılar, Filistinliler ve diğer savaş kaçakları ya da politik sığınma isteyenlere karşı kışkırtılan düşmanlığı anlatan bir ifade olabilirdi. Yerli Müslümanlar için ağza alınması bile tamamen yersiz ve bütünüyle yanlıştır. Kar altında kalmış köylüler hem dinliyor hem rahatsız oluyor, telefon açıp

  • -“Hey siz orada ne diyorsunuz! Biz sizi oraya boş boş konuşun diye mi gönderdik? Kesin şu tartışmayı!”deyecek olsalar cep telefonlarının pilleri bitmişti.

Halk bilincindeki kanı kesindi. Bizi ötekileştirenler bile hiç birimize “yabancı” diyemez. Hiçbir devlet makamı bize “yabancı” muamelesi yapamaz. Bulgar Anayasa’sına göre hepimiz eşit hakka sahip vatandalarız.

Şu “Ksenofob” sözü Bulgaristan, Bosna, Arnavutluk, Makedonya ve Yunanistan Müslümanları için asla kullanılamaz, çünkü onlar vatandaşı oldukları ülkelerin esas yurttaşıdır. Doğuşlarıyla o ülkede yaşamayı ve ölmeyi hak etmişlerdir.

Bu bakıma Mestan’ın Sofya Meclis kürsüsünde kırdığı potlar hepimiz için yüz karasıdır. “Akıl yaşta değil baştadır, ya vardır ya yoktur!” Anlaşılan Lütfü ağanın konuşmalarını hazırlayan Prof. Dr. Georgieva bu konuda yavan. Lütfü adam gibi adam olsa bizim kızımız Şirin’e “ksenofob kimdir?” diye sorar ve doğru cevap alırdı. Çünkü Şirin Hanım Rodopludur, bizim köylerde, hele şimdi kar altında

  • Siz “ksenofob musunuz” sorusuna kimse cevap veremez. Çünkü bir insan bilmediği bir şey değildir ve olamaz. Bu sözü işiten de bulunamaz. Biz Bulgaristan’da yaşayan yerli Türk ve Müslümanlarız, oradan ötesi yalandır. Şirin Hanım bu gibi yanlışlar yapılmasına yol vermezdi. Çünkü o İngilizce ve Rusça bildiği için gerçeği söylerdi. Ama nerede, bizim Mestan lider “Bulgarca uzamanı” kesildi. Ve nihayet iyice tosladı. Toslamasına cümle alem gülerken ağıra gitti olacak, meclis grubunu salondan çıkardı.
  • İstersem meclisi terk ederiz!” havalarına girdi. Dur bakalım! Lütfü ağa.

Seni oraya gönderen biziz. Biz istersek çıkarsın, biz istemezsek ancak partiden çıkar ve belki de vazifeni bir yere kadar yerine getirmiş olursun. Senin, hırsız Biserov’un ve kumar ebesi Danço’nun vazifesi Hak ve Özgürlük Partisini içten dinamitlemek değil miydi? Böylece siz bizden biz de sizden kurtulmuş oluruz.

İstifa dilekçeni “saray” kapıcısına verebilirsin. İstersen elini tez tut, çünkü karlar erimeye başlayınca sel bekleniyor. Bizim arzumuz selin yalnız dilekçeni değil seni de alıp götürmesi de, neyse….

Zaten döneceğin yer belli. Tilki döner dolaşır kürkçü dükkanına döner. Sen CDC’li değilmiydin! “CDC’ ye dönersin, rahatlarsın! Zaten yaşlandığın yüzüne vurmuş, sesinde belli ediyor, huzur bulursun. Anladıysan anladın, taşıma suyla değirmen dönmez. Sakın kafayla düşün, önce kime hizmet etmek istediğini kesin belirlersin. Biz gündöndü başı değiliz, partimiz de ayçiçeği partisi değildir. Sabah doğuya akşam batıya batmak insanı toslatır. Görüyorsun işte…

Yerli ve asil vatandaşı olan Türkler, Pomaklar, Romanlar ve diğer azınlık toplulukları için saçma ve uydurma kavramlar kullanılması hem dil olarak, hem de politik açıdan tamamen yanlıştır. Biz fazla değişmeyi sevmeyiz. Kara kış altında kaldık ama biz yine Türk’üz. Sen besbelli öze baktın beri baktın etrafta insan yok, telefon açtın karşıda adam yok ve Türkler gitmiş diye düşündün besbelli, ama yine yanılmışsın. Kısmetimiz olmasa, bu vatan bizim olmasa, bu kadar kar bize nasıp olur muydu?

Kar geldi hoş geldi. Kış geldi o da hoş geldi. Bu kadar dert başa geldi. O da hoş geldi. Kara kış geldi o da hoş geldi. Asil vatandaş olmak zordur, o da başa geldi.

Kar altında da mutluyuz. Dert etmeyin. Siz kendinize iyi bakın.

Selam ederiz.

Reklamlar