Muazzez YURDAKUL

 

Yazarlarımızdan Ömer Osman anlatıyor.

“Sevgi Kırıntıları Arıyorum Yollarda”

 

22 Nisan günü cezaevi yanındaki mobilya işletmesinde işbaşı yaptım.

Bu bölümde çalışan siyasi mahkûmların adlarını vermeye çalışacağım.

Cebel’den Arif Hidayet, Abdullah (Ormancı),

Kırcaali’den Mustafa Hüseyin, Abdi Osmanoğlu, Ramis,

Kuklenli Remzi Durmuş, Şaban M. Cımpiri, Küçük Şaban, Orhan Pandur,

Yeni Mahale’den Seyfi Ramadan.

Rusçuk’lu Sabri Hamdi,

Şunmulu Hasan ve Aziz kardeşler, Küçük Irfan,

Paşmaklı’dan Hasan Bunduz, Aydın,

Yenicumalı Halikl, Küçük Halil, Receb, Sabri,

Tolbuhinli Selim,

Sofyalı Hasan,

Cumalı Yusuf, Mümün Çakır ve adlarını hatırlayamadıklarım. Siyasi mahpusların büyük bir kısmı altıncı şubede idiler. Biz onlarla başka başka katlarda olduğumuz ve yasak olduğu için görüşemiyor, konuşamıyorduk. Bu, tahta aralarından gizli olarak yapılabiliyordu. Benden az sonra 3 Türkiyeli getirildi. Yusuf Engin, Remzi Uçar, Kırcaali göçmeni Nuri. Şumnulu Sacit de sonra getirilenlerdendi. Koşu Kavak’ın Dağköyü’nden berber Mustafa eski mahpus idi. Mestanlı Adası’ndan Nuri Turgut 1983’te getirilmişti. Kırcali’den Halil Gülistan, Ramadan Selimoğulu da benden sonra mahkûm edilenlerdendi. Siyasi mahpusların büyük bir kısmının  cezaları 8 yıldan fazla idi. Kırcaali’den Küçük Halil, Bursalı Nuri, Paşmaklılı Hasan Bunduz önce ölüme mahküm edilmişler, sonra cezaları 20 yıla indirilmişti. Şumnulu Hasan Aziz 20 yıla, Tolbuhinli Selim 18 yıla, Remzi Durmuş 12.5 yılla, Seyfi, Şaban, Abdullah, Sabri 11 yıla mahkûmdular.  Hepsinin suçu, Türk olduklarını söylemeleri, Türk kalmak, Türkçe yaşamak, Türk olarak ölmek istediklerini belirtmeleri, eritilmeye, yok edilmeye yanaşmamaları idi. DS’nin tutukladığı her kişi, suçu olsun, olmasın, örgütün yanılmazlığını kanıtlamak için mutlaka yargılanacak ve en azından 6 ay bari ceza alacaktı. Bunu bana sorgu yargıcı T. Georgiev övüne övüne anlatmıştı.

 

Cezaevinde bana yakın ve sıcak ilgi gösterenlerden Remzi Durmuş’u, Mustafa Hüseyin’i, Kuklenli Şaban Cimpiri’yi hiç unutmuyorum. Sorgu esnasında yarı aç kaldığım ve uykusuzluk çektiğim için 75 kilodan elli sekizlere düşmüştüm. Burada değişik ortam bulduğum için iştahım açıldı, uykum da normalleşti. Açılan iştahıma gereken azığı bana yukarıda adlarını sağladığım arkadaşlarım sağladı. Sağ olsunlar, var olsunlar. Yeygi ancak evden gönderildiyse, yani görüşme yapıldıysa vardı. Gün oluyor, öğlenlik olarak sadece bir balık kafası, yada iki kızartılmış biber veriyorlardı. Balık kafasına hiç dokunmayanlar çoktu, çünkü yiyecek bulmak zordu. Ayrıca domuz eti verildiğinde Türk arkadaşlar yemeğe dokunmuyorlardı.

 

Beni önce 97 numaradaki hücreye üç Bulgar’ın yanına soktular. Hücreler bir kişilikti ya, biz dörder kişi yatıyorduk. Karyolalar üst üsteydi. Türk arkadaşlar 97’deki eski komünist, eski hırsız, eski namus düşmanı Petır Makedonski’nin hafiye olduğunu söylediler. Gerçekten de bana çok soru sorduğunun farkına vardım.  Neyse, beni 3 hafta sonra oradan alıp 107 numaralı hücreye yolladılar. Birkaç gün sonra oraya Kırcaali’li Mustafa’yı da getirdiler. Mustafa Hüseyin edebiyat meraklısı idi. Benim kitaplarımı gazeteler yayınlanan hikâye ve şiirlerimi okumuştu. Adlarını bildiği yazarların kimliği ile ilgileniyordu. Daha sonra boş zamanlarında hikâye denemeleri yaptı. Sekiz, on kadar başarılı hikâye yazdı. Onları, cezaevinden dışarı çıkarmak için, yönetim kuruluna dilekçe ile birlikte verdi. Kurul hikâyeleri bir daha geri çevirmedi. Oysa hikâyelerde siyasi hiçbir cümle dahi yoktu. Dışarı çıkarılmasına müsaade etmemelerinin tek nedeni Türkçe oluşları idi. Bulgarca yazılanların çıkarıldığını biliyorduk.

 

Cezaevinde Türk arkadaşların meslek durumları çeşitli idi. Berber, kunduracı, memur, tarımcı olduğu gibi, öğretmen de vardı. Bir tanesi yüksek öğrenim görmüştü. Türk dili ve edebiyat uzmanı idi. Adını vermek istemediğim bu öğretmen, genellikle edebiyatı – şiir, roman, hikâye, her şeyi ile –sanatı reddediyordu. Şiir, hikâye yazmanın, tablo çizmenin boşuna harcanmış zaman olduğunu ısrarla savunuyordu. Örneğin fotoğrafya varken ressamlığın neye yararı olduğunu soruyor ve büyük küstahlıkla “Aptallık” deyip gülüyordu.  Maalesef bu kişi bugün İstanbul’da Türk dili ve edebiyatı öğretmenliği yapıyor. Ne tuhaf değil mi?

 

Cezaevinde Plevne’den olup Sofya’da gazeteci olarak çalışan bir Bulgar vardı: Georgi Vılev. 108. maddeden mahkûm edilmişti. Bir gün, evden gönderdikleri koliyi almak için çağırdıklarında bağırıp ağlamaya başladı: “Ben partinin önünde suçluyum. Bu yüzden koli almaya hakkım yok….”

 

Rusçuklu Lübomir Sobaciev de 108. maddeden yargılanmıştı. Uyanık, ama kaygan, ele avuca sığmaz, çevik, ilginç bir tipti. Bana hemen ısındı. Türkçe öğrenmek istediğini söyledi. Üç, dört ayda epey bir şey öğrendi. Türklerle Türkçe konuşmaya başladı. Hepimizle iyi geçiniyordu. İş cezası almıştı. Daha sonra Sobacı, Bulgaristan’ın Saranbey’de kurulan ilk muhalif özgürlük örgütünü kuranlar arasında olduğunu Batı radyolarından öğrendim. Saranbey’e giderken bana uğramıştı. Ben o zaman Vratsa’nın Roman kasabasında ailece sürgündüm. Oradan döndüğünde tutuklandığını işittim. Bu yüzden “Seni görmeye yakında gene geleceğim.” Vaadini yerine getiremedi. Daha sonra Sobacı’dan haber alamadım.

 

Yeni Cumalı Recep Halil bir ay kadar, cezaevinden çıkınca bahçıvanlık yapacaklarını, biberi, domatesi, lahanayı ne zaman, nasıl, kaç sm arayla, ne kadar derinliğe dikeceklerini en ince ayrıntılarına kadar öğreniyorlar, sonra ceplerine girecek parayı hesaplıyorlardı. Sonra bahçıvanlıktan vazgeçip, mantar yetiştiricisi oluyorlar, bir ay sonra da bir bakmışsın inşaat işçisinin neler bilmesi gerektiğini, bir ayda, bir yılda, on yılda ceplerine ne kadar para gireceğini, bu para ile ne alınabileceğini hesaplıyorlardı.  Bu böyle sürüp gidiyordu. Onların suç arkadaşı Sabri Buntsev ise herkese küfür yağdırmakla meşhurdu. Okuması yazması olmayan Sabri yirmi yıla mahkûmdu.

 

Kırcaali’den Ramadan spor meraklısı idi. Sabah kalkar, spor; öşle istirahatı gelir, spor; akşam hücreye döner, spor; açık hava gezisine çıkar, spor; her yerde spor, her an spor…

 

Marin Manolov adında bir Bulgar, cezaevine on yedi yaşında girmişti, şimdi 33 yaşında idi. Sağ sola küfredip duruyordu, ama küfür edeceği tipler belliydi. Cezaevi yöneticilerine yataklık yapanlar en büyük düşmanıydı. Çok kaba şakalaşma tarzı vardı, 1969 ‘da Eski Zağra mahpuslarının ayaklanmasına katılmış, bu yüzden iç cezası almıştı. Benden 40 gün önce serbest bırakıldı.

 

Burgazlı Ermeni GARO (Garebet) kendini Türk casusu olarak yargıladıklarını iddia ediyordu. Oysa o yıllarda dünyanın dört bir yanında Ermeniler, Türk diplomatlarını öldürmekte yarışıyorlardı.  1982’nin 8 ya da 9 Eylül günü Burgaz Türk Konsolosluğu bir görevlisinin pusudan tabanca ile öldürülmesinden sonra GARO “hastalandı” ve bir hafta ortalıkta görünmedi.

 

Sofya’da oturan Varnalı Minço da bir başka alemdi. Muhasebeci olan Minço’nun ikinci karısından ekiz çocukları varmış. Arkadaşlar Minço’nun kayın validesinin kendisinden 2 yaş genç olduğunu öğrenmişlerdi. Minço ile uzun zaman bir hücrede kaldık. Bana, ikiz çocuklarını milliyeti ruhta nasıl yetiştirdiğini anlatıyordu. Minço’ya göre AMERİKA sözcüğü Bulgarcadan gelmekteydi. Vaktiyle Amerika’ya ulaşan 3–5 Bulgar büyük bir nehre varmışlar, bakmışlar, bakmışlar… İçlerinden biri “Ama reka!” demiş anlamı  (anlamı. Ama nehir!). Yılların geçmesiyle ama sözü, ame, reka sözü, rika biçimine girmiş ve birleştirilerek AMERIKA olmuş. Minço’ya göre Afrika kelimesi de Bulgarca kökenliydi. Bir grup Bulgar, Afrika’da dolaşırken büyük bir nehir boyuna varmışlar, Hava çok soğuk olduğu için biri: “Avı rekâta” demiş (hayde nehre anlamındadır) . Yıllar sonra kesime AFRİKA biçimine girmiş…

 

Minço Bulgar asıllıydı. Bulgarlar, tarih sayfalarında rastladıkları büyük şahısları Bulgar asıllı çıkarmaktan hiç de sıkılmazlar. Bulgarlara göre, Büyük Fransız şairi RONSAR Bulgar asıllıydı. Bunun böyle olduğunu gazete ve dergilerde dahi yayınlamaktan sıkılmıyorlardı. Bulgarlara göre, İtalyan heykeltıraş, ressam ve şair MİCHELANGELO DA Bulgar’mış ve adı MİHAİL ANGEL imiş. Bulgarlar daha da ileri giderek, İngiliz dramaturgu SHAKSPEARE de Bulgar imiş. Adı Spiro imiş, Varna’da hamal olarak çalıştığı için kendisine eşek lakabını vermişler. İngiltere’ye gidince adı EŞEKSPİRO olmuşmuş.

 

Hal böyle olunca Minço geri kalır mıydı? O da, soydaşları gibi düşünüyor ve çocuklarını çöven ruhta yetiştiriyordu.

 

Devam edecek

Reklamlar