Nevzat ÖZTÜRK

İlahiyatçı, Eğitimci Yazar

İslam, Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmaktır. Müslüman olmak bu teslimiyeti kabul etmek, gerçek anlamda inanan yani mümin olmak ise bu kabulü, hayırlı ve güzel eylemler ile ortaya koymaktır. Çünkü Müslüman olmanın beraberinde getirdiği son derece önemli sorumluluklar vardır. İslam’ın istediği şeyler, her anlamda insanın aklını, vicdanını ve insanlığını harekete geçirecek ve onu erdemli ve ilkeli bir birey haline getirecek şeylerdir. İslam, insanın aklı, vicdanı ve doğası ile çatışan bir inanç sistemi değildir. Çünkü İslam olmak esasen insan olmak; insan olduğumuzu hatırlamaktır.

İslam, insan olmanın onuruna, düşünebilen insan aklına, doğası bozulmamış insan ruhu ve vicdanına en uygun sistem olarak insanlığın ortak değerlerini içerir. Çünkü gerek yaratılışı gerek aklı ve vicdanıyla ancak insan varsa İslam’ın ve ancak İslam varsa insanın bir anlam ve değeri vardır. İslam’ın en büyük kurucu değerlerinden ve tüm peygamberlerle birlikte vurgulanan getirilerinden biri de ırkçılığın her türlüsünü reddetmesi ve üstünlüğü, ırkta, soyda, dilde değil erdemli ve ilkeli davranışlarda görmesidir: Ey insanlar! Biz sizi bir erkek, bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler kıldık. Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız (sorumluluk bilinci ile hareket edip) duyarlı olmada en ileride olanınızdır. (Hucurat 13)

İslam, insan içindir. İnsanı yaratılış amacına uygun bir forma sokup, yine bu amaca uygun yaşatmak içindir. İslam inanç sisteminin en temel ve evrensel ilkeleri ile vücut bulmuş hali dindir. Din, insana, insan olduğu gerçeğini hatırlatmak, ona doğru yolda ilerleyebilmesi için kılavuzluk etmek, hayatını anlamlı ve değerli kılmak, aklını ve vicdanını köreltmesine engel olmak için vardır.

Allah insanı yaratmış, onu isteyerek bilinç ve irade sahibi olarak var etmiş, doğayı ve diğer canlıları da emrine vermiştir. Kuşkusuz bu, insanı değerli gören bir anlayıştır. Sahip olduğumuz değeri bize Allah vermiştir. Allah bize akıl ve kavrayış yeteneği vermiş ve bize doğru yolu göstermiştir. Bu gerçek karşısında şükredici ya da nankör olması ise insanın kendi tercihine kalmıştır.

Modern dünyanın bize sunmuş olduğu bunca imkâna rağmen yine de derin bir sıkışmışlık, yalnızlık, doyumsuzluk ve tatminsizlik içinde olmamızın en öncelikli sebebi, Allah’ın kulu olduğumuz gerçeğini bir türlü kabullenemememizdir. Oysa bu gerçeğe karşı direnç göstermenin bir faydası yoktur. İnsan ismini, işini, evini, fiziki görünüşünü, ülkesini ya da dinini değiştirebilir ama Allah’a kul olduğu gerçeğini değiştiremez. Karşı konulamaz bu gerçeğe ne kadar dirense de insan, sonunda teslim olmaktan başka bir çaresi olmadığını anlar.

Esasında insanın nefsî arzularına sürüklenmesi, başkalarına karşı büyüklenip kibirlenmesi, kendini herkesten önemli ve üstün görmesi ve bir gün öleceği gerçeğini düşünmek istememesinin temel sebebi, varlık amacını unutarak kul olduğu gerçeğine karşı direnmesidir.

İslam dini, aklımıza ve yaratılışımıza uygun ilkeler içeren bir sistem olarak tarihin belirli bir dönemi için ya da indiği dönemin şartlarına göre gelmiş bir din değildir. İslam’ın sahip olduğu üstün değerler, insanlık var oldu olalı geçerli ve gerekli olduğu gibi insanlık var oldukça da geçerliliğini ve gerekliliğini koruyacak ve her zaman güncel kalacak ilkelere dayalıdır.

İslam bir moda ya da heves değildir. Bu yüzden işlevselliği ve etkisi zamanla geçecek ya da ortadan kalkacak bir inanç değildir. İslam’ın son vahyi olan Kuran’ın bir dönemde indiği ve indiği dönem ile ilgili sorunlara da çözümler ürettiği bir gerçek olmakla birlikte, Kuran sadece indirildiği dönem için gönderilmiş bir vahiy değildir. Kuran’ın hükümleri ve ilkeleri indiği dönemde geçerli olduğu gibi o dönemden sonra da günümüzde de gelecekte de geçerli olacak hüküm ve ilkelerdir.

İslam’ın kendisi ile İslam adına üretilen dini kültürü birbirinden ayırmak gerekir. İslam’ın kendisi, her zaman ve her dönemde geçerli olacak olan dindir. Dinin kültürü genellikle tarihin belirli dönemlerindeki etkileşimler, inanç ve kabuller üzerinden şekillenir. Dini kültürde değişim normaldir ama dinin kendisinde değişim söz konusu değildir. Allah’ın hükmü her zaman ve herkes için aynı şekilde geçerlidir.

İslam dini daima mevcut çağın ilerisindedir ve her zaman ilerisinde olacaktır. Bugün yirmi birinci yüzyılın içindeki dünya, halen daha Kuran’ın yedinci yüzyılda getirmiş olduğu evrensel değerlere yaklaşabilmiş değildir. İnsanlık bu şekilde gittiği müddetçe kıyamete kadar da yaklaşması pek mümkün gözükmemektedir.

İslam, üstün değerler sistemidir. Bu üstün değerler aynı zamanda hangi çağda olunursa olunsun ortak insan aklı ve yaratılışının olmazsa olmaz ilkelerine dayalıdır. Bu ilkeler modası ya da dönemi geçecek ya da şartlara göre deri ve renk değiştirecek türden ilkeler değildir. Kuran’da geçen haramlar, günahlar, yasaklar ve sınırlar her dönemde aynı olduğu gibi, ibadetler, hayır ve iyilikler, inanan bir insana yakışacak erdemli ve ilkeli hal ve tavırlar da her dönemde aynıdır. Bu yüzdendir ki Kuran kıyamete kadar geçerli olacak son ilahi mesaj olarak Allah’ın insanlara bu dünyadaki son kelamıdır.

Bugün Müslümanların çoğunluğuna bakarak İslam’ı doğru anlamak ve değerlendirmek mümkün değildir. Oysa Kuran-ı Kerim gibi muhteşem bir kitaba, Hz. Peygamber gibi muazzez bir örneğe sahip olan Müslümanların, hem insanlık hem de İslam adına örnek ve ölçü alınacak insanlar olmaları gerekirdi. Şüphesiz son derece güzel örnek olarak kabul edilebilecek Müslümanların varlığı da bir gerçektir.

Gerçeği arayan herkes, İslam ile Müslümanların ayrımını en doğru şekilde yapmalıdır. Bunu yapmayan kişi kötü örneklerden hareketle Hz. Âdem’den Hz. Peygambere kadar gelen ve yaratılışımıza son derece uygun olan İslam inancını, akıl ve insanlık dışı kötü bir inanç olarak algılayacaktır.

İnsanlığın kurtuluşu ve modern dünyanın beraberinde getirmiş olduğu hem inançsal hem de psikolojik, sosyal ve ekonomik problemlerin çözümü gerçek anlamda bir inanca sahip olmaktadır. İnsanlık bugün adaletten, merhametten, akıldan, ilimden, düşünmekten, sosyal hak ve eşitlik ilkelerinden, ahlaki ve estetik değerlerden, karşılıklı saygı, sevgi ve anlayış gibi güzelliklerden ve farklılıkların beraberinde getirdiği zenginlikten uzak, duyarsız, sorumsuz, ilkesiz ve bencil bir hayat yaşıyorsa bunun temel sebepleri Allah’ın, dinin ve ahiretin varlığını gerektiği gibi anlayıp kavrayamamış ve yaratılış ayarlarımızı bozmuş olmamızdır.

Hiçbir insan ve hiçbir grup İslam’ın sahibi ya da temsilcisi değildir. Dinin sahibi Allah’tır. Müslüman, dinini başka kitaplardan değil Allah’ın Kitabı’ndan öğrenir, peygamberlerin örnekliğini kendine örnek edinir. Din Allah’ın dinidir. Dolayısıyla sahipsiz olmadığı gibi sahipsiz kalacak da değildir. Kimse Allah’ın dinine sahip olmaz. İnsanlar ancak Allah’ın rızasına ve dinine uygun bir insan ve inanan olmaya talip olabilirler. İslam, Allah’tan başkasına teslim olunacak bir din değildir. Her kim ki kendisine ya da bağlı olduğu grup ya da cemaate kayıtsız şartsız teslimiyet bekliyorsa o İslam değildir. Böylesi bir davet, İslami bir davet de değildir.

Geçmişten günümüze çeşitli grup ve oluşumların kendilerini İslam’ın temsilcisi ve sahibi olarak gördükleri ve kendileri gibi inanç ve kabulleri olmayanları İslam dışı ilan ettikleri bilinen bir gerçektir. Oysa inanç, insanın özgür iradesiyle bireysel olarak vereceği bir karardır. Hiçbir Müslümanın, Müslüman olan ya da olmayan birini dini gereklilikleri yerine getirip getirmemesi noktasında sorgu suale çekme hakkı yoktur. Hesap günü bu türden soruları sorma hakkı yalnız Allah’a aittir. Allah, dinin tek sahibi olduğu gibi hesabın da tek sahibidir. Elçi olarak seçmiş olduğu kulları da dâhil olmak üzere hiçbir kuluna, din adına başkalarına hesap sorma yetkisi vermemiştir.

İslâm perspektifinden hayata ve dünyaya baktığımız zaman, iki şeyi birbirinden ayırmalıyız. Birisi hem kuralların keşfi, hem de problemlerin çözümü bakımından Kitap” taki; ideal, mükemmel olan İslam, diğeri ise yerdeki, önümdeki, içinde bulunduğum şartlarda gerçekleşen İslam.

Peygamber Efendimiz (s.a.), Allah”ın en mükemmel kuludur. Onun gibi ikinci bir Allah kulu yoktur. İslâmi değerlendirmelere göre Hazret-i Ebubekir”den başka bir Ebu-bekir de yoktur. Demek ki, o da bir zirvedir ve ondan sonrakiler onun altında sıralanırlar. Fertler için bu geçerli olduğu gibi nesiller için de geçerlidir. Mesela, sahabe nesli, tabiîn nesli, etbai tabiîn ve sonraki nesiller hayattaki İslâm”ın mükemmellik ve eksikliğine nisbetle zirveden aşağıya doğru sıralanmışlardır. Şu halde teori ile pratik, ideal ile reel arasında hep fark bulunmaktadır.

Meseleyi “Devlet, İslami Devlet, İslam Devleti” kavramları açısından değerlendirdiğimizde; “Devlet, çok boyutlu ve soyut bir olguyu nitelemesinden dolayı bütün zamanlar için geçerli genel bir tanımının yapılması güç olan kavramlardan biridir. Bununla birlikte devlet, genellikle, “egemenliğe ve sürekliliğe dayalı siyasal yapı” olarak tanımlanır. Bu tanımda yer alan “egemenlik” kavramı devletin diğer nitelikleri arasında hukuki niteliğini önceleyen bir içeriğe sahiptir. Hukuki açıdan devlet, kendisini oluşturan parçalarından ya da unsurlarından hareketle tanımlanır.

İslam, evrensel değerler içerir. İnsanlığın iki dünyada da mutluluğa ulaştıran etik ve ahlaki ilkeleri ortaya koyar. Kur’an bir anaysa veya yasa kitabı değildir. Kur’an iyi ve güzelin referans kaynağıdır. İnsanı yaratan Allah’ın iki cihanda mutlu olmanın temel esaslarını Peygamberi aracılığıyla duyurduğu kutsal metindir. Zaman ve mekâna sıkıştırılamayacağı gibi mensubu olanların davranışlarına indirgenemez. Müslümanların İslam’ı anlama ve yorumlama becerileri, kapasiteleri, hatta hayata uygulama deneyimleri “İslam” olarak değerlendirilemez. Hal böyle olunca, Müslümanlar tarafından kurulan ve isminin başına “İslam” getirilerek oluşturulan “İslam Devleti, İslami Devlet” tabirleri birebir “İslam” olarak düşünülemez. Hz.Peygamber in vefatından sonra uygulanan halife seçim yöntemleri, İslam’ın bir seçim veya devlet modeli dikte etmediği, bu hususları toplumların doğal yaşamı içinde oluşturacakları örgütler içinde belirlediği “evrensel ilkelerin” hayata geçirilmesini esas aldığını göstermektedir.

Kur’an, adaletin egemen olduğu ahlaklı bir toplumu hedeflemiştir. Kur’an’a göre iman, sorumluluk ve kurtuluş bireyseldir. Bilinçli bireylerden oluşan ahlaklı bir toplum, insanların özgür bir biçimde, güven içinde yaşayabilecekleri, temel hak ve özgürlüklere sahip olabilecekleri bir yapılanma tarzıdır. Bu sebepten, İslam herhangi bir devlet yapısı ya da rejim önermez. Kur’an’ın hedefinin ahlaklı ve adaletin egemen olduğu bir toplum inşası, siyasi meselelerin insana bırakıldığının en açık kanıtlarından birisidir. Kur’an, insanların “hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılmasını” ister. Bu birliktelik çağrısı, “Müslümanların kardeş” oldukları ilkesinin etrafında şekillenir. Birliktelik olmadığı zaman, güç kaybolur ve devlet elden gider. Kur’an, insanlar arasındaki tek üstünlük ölçüsünün “takva” yani “Allah’a yönelik bilinçli saygı” olduğunu belirtir. Kur’an’ın önerdiği temel siyasi ilkeler, devletin nasıl olacağı ve nasıl işleyeceği konusunda bize ışık tutmaktadır.

Bunların başında adaletin sağlanması, işlerin danışılarak, şura ile yürütülmesi, işlerin ehline tevdi edilmesi gelir. Adaletin sağlanabilmesi için işleyen bir hukuk sistemine ihtiyaç vardır. Bu bakımdan Kur’an’daki hukukla ilgili olduğu düşünülen ayetleri literal bir hukuk metni gibi algılamak yerine, toplumda hukuk altyapısını oluşturmaya yönelik ilk adımlar, ilk çabalar olarak anlamak pek yanlış olmasa gerektir. Kur’an, açıkça dile getirmese de, toplumların devletsiz ayakta kalamayacakları gerçeğinin farkındadır. Ancak, başta devletin şekli ve nasıl işleyeceği olmak üzere, bütün siyasi işleri “insan”a bırakmıştır. Kur’an’ın kurucu ilkelerinden hareketle şöyle söylemek mümkündür: İslam devleti olmaz; ancak Müslümanlar içinde yaşadıkları ortamın gereklerine göre adaleti hakim kılabilmek için işleyen bir devlet kurmak durumundadırlar. Oluşan devlet de, bir din devleti olamaz. Bu devletin etkin olabilmesi gerekli olan hukuk kuralları da, aynı zamanda aklın da temel ilkeleri olan Kur’an’ın kurucu ilkeleri doğrultusunda insanlar tarafından mevcut şartlarda adaleti en iyi şekilde gerçekleştirmek ve ahlaklı bir toplum oluşturmak üzere insanlar tarafından yapılır. Kur’an’ın kurucu ilkeleri, akla uygun, anlaşılabilir ve geliştirilebilir ilkelerdir. İslam dini, fıtrata, yaratılışın yasalarına en uygun din olduğu için, akılla ve fıtratla çelişmez. İslam’ın olduğu yerde akla aykırı herhangi bir şeyin olması mümkün değildir. Kur’an nasıl Allah’ın bir ayeti ise akıl da Allah’ın bir ayeti olduğu için, aklın ve vahyin birlikte etkin olması gerekir.

Devlet insanın insanca, güven içinde yaşayabilmesi için vardır. Adaletin, hukukun üstünlüğü bilincinin, temel hak ve özgürlüklerin olduğu, yüksek güven kültürünü esas alan, insanın yaratıcı yeteneklerinin özgürce etkin olmasına imkân sağlayan bir devlet, adaletin etkin olduğu ahlaklı bir toplumun oluşmasına ve gelişmesine imkân sağlayabilir.

Sonuç olarak; İslam’ın kendisi ile İslam adına üretilen dini kültürü birbirinden ayırmak gerekir. İslam’ın kendisi, her zaman ve her dönemde geçerli olacak olan dindir. İslam, üstün değerler sistemidir. Bu ilkeler modası ya da dönemi geçecek ya da şartlara göre deri ve renk değiştirecek türden ilkeler değildir. Bugün Müslümanların çoğunluğuna bakarak İslam’ı doğru anlamak ve değerlendirmek mümkün değildir. Gerçeği arayan herkes, İslam ile Müslümanların ayrımını en doğru şekilde yapmalıdır. Bunu yapmayan kişi kötü örneklerden hareketle Hz. Âdem’den Hz. Peygambere kadar gelen ve yaratılışımıza son derece uygun olan İslam inancını, akıl ve insanlık dışı kötü bir inanç olarak algılayacaktır. Hiçbir insan ve hiçbir grup İslam’ın sahibi ya da temsilcisi değildir. Dinin sahibi Allah’tır. Din Allah’ın dinidir. Dolayısıyla sahipsiz olmadığı gibi sahipsiz kalacak da değildir. Kimse Allah’ın dinine sahip olmaz. İnsanlar ancak Allah’ın rızasına ve dinine uygun bir insan ve inanan olmaya talip olabilirler.  İslam, evrensel değerler içerir. İnsanlığın iki dünyada da mutluluğa ulaştıran etik ve ahlaki ilkeleri ortaya koyar. Kur’an bir anaysa veya yasa kitabı değildir. Kur’an iyi ve güzelin referans kaynağıdır. İnsanı yaratan Allah’ın iki cihanda mutlu olmanın temel esaslarını Peygamberi aracılığıyla duyurduğu kutsal metindir. Zaman ve mekâna sıkıştırılamayacağı gibi mensubu olanların davranışlarına indirgenemez. Müslümanların İslam’ı anlama ve yorumlama becerileri, kapasiteleri, hatta hayata uygulama deneyimleri “İslam” olarak değerlendirilemez. Hal böyle olunca, Müslümanlar tarafından kurulan ve isminin başına “İslam” getirilerek oluşturulan “İslam Devleti, İslami Devlet” tabirleri birebir “İslam” olarak düşünülemez. Hz.Peygamber’in vefatından sonra uygulanan halife seçim yöntemleri, İslam’ın bir seçim veya devlet modeli dikte etmediği, bu hususları toplumların doğal yaşamı içinde oluşturacakları örgütler içinde belirlediği “evrensel ilkelerin” hayata geçirilmesini esas aldığını göstermektedir. Diğer yandan, Müslümanların veya İslam Devleti olarak tanımlanan siyasal oluşumların uygulamaları İslam olarak değerlendirilemeyeceği gibi, bir grup Müslümanın veya devletin İslam’ı temsil edemeyeceği bilinmelidir. Aynı şekilde, bir Hristiyan veya Yahudinin olumsuz davranışı veya Hristiyan-Yahudi egemen güçlerince idare edilen devletlerin insanlık dışı uygulamaları ile Hristiyanlığı, Yahudiliği- mensuplarını yargılamak gerekir ki bu da son derece yanlıştır.

Reklamlar