Konu:   Fakirler devletlerin denge unsuru olma hakkı yoktur, çünkü ezilirler.

Biz göçmeniz. Beraber geldiğim kuşak eğitim ve öğrenimini Bulgaristan okullarında aldı.  Orada kendi okullarımız olmadığından Bulgar ilk ve ortaokullarında, lise ve üniversitelerinde okuduk. Yüksek eğitim enstitülerine gidebilenlerimiz fazla değildir.  Yüksek öğrenimli bir mühendisim. Bunun için sizi olaylara başka bir açıdan bakmaya davet ediyorum.

Bulgaristan’daki yeni durumu okuyup çözmekte güçlük çekildiğini görebiliyorum. Oradan bakanların buradaki gelişmeleri farklı algıladığına ve ters yorumlayanlar olduğuna da inanıyorum. Çünkü hiçbir Avrupa ülkesinde son 6 yılda 15 başarısız darbe kalkışması olmamıştır. Cumhuriyet rejiminde, emperyalizme ve irtica güçlerine karşı ana kalkan olan Silahlı Kuvvetlerin, fonksiyon değişikliğini bu denli ağır yaşadığı izlenmemiştir. Üstelik T.C.’ye Halifelik esintisi taşıyan karanlık güçlerin silahlı kuvvetlerde, adliyede ve diğer devlet kurumlarında bu denli sinsi ve derin örgütlenmiş olduğunu beklemezdik, şaştık,  desem azdır. Büyük Türkiye yolunu kesmek isteyenlerin milli irademize yerden ve gökten ateş açtıklarını, demokrasimizin en yüce erdemi olan TBMM’ni bombalamaları göz kamaştırdı. Kudurmuşluğun zirvesinde Türkiye Başkanı Sayın R.T. Erdoğan’ı öldürmek ve devleti yıkıp, halkı 50 yıl gerilere atmak olduğunu dünya şahit oldu.

Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi’nin ilk yazarlarından biri olsam da karanlığı delip gerçeği açığa çıkaracak aydınlığa sahip olmadığımızı itiraf ediyorum. Son yıllarda, çok yazıp çizsek de, yeni intibahlarıma (uyanışıma) göre, söylenmemiş ama mutlaka söylenmesi gereken çok sözler, yapılmamış ama mutlaka yapılması gereken yeni analizler ve irdeleme yazıları var. Sızıntılardan sonuç çıkarmayı öğrenme zamanıdır. BULTÜRK – Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği’nin son dönemde bu aydınlatıcı etkinlikleri toplantılara ve diğer dernek etkinliklerine taşıması çabalarını kutluyorum.

Gelirken kör gelmiştik.

Açmak istediğim konuda, Bulgaristan’dan kör gelmemizin sebebi de var. Biz komünist dönemde okuduk. Ders odalarında işlenen konularda, kütüphanelerdeki kitaplarda derin incelemeler yapılmadığından ilgimiz sönük kalmış ve hatta köreltilmişti. Gözlerimize ve kulaklarımıza inansak sanki dünya Komünist Partisi dolayında dönüyordu ve başka bir dünya yoktu. Zulmü bile doğal ve yasal kabul etmek zorundaydık. Çünkü okuduğumuz eserlerde yargısız infaz yoktu. Kurşunlanan şair Nikola Vapsarov bile idam almıştı. Tarih ve sosyal olaylar komünistlikle başlıyor ve bitiyordu. Komünist ülkü kutsallığına konan sinek öldürülmeliydi. Bulgarların düşündüğü gibi düşünmeyen öldürülmeliydi. Başkaldıranınsa hesabı çoktan kesilmişti. Bu bakıma biz ister istemez kör ve cahil bırakılabilmişiz. Yalnız onların istediğini duyma hakkımız vardı. Bunun tarifi, tek yönlü eğitimdir. Türkiye’ye de gelsek, Bulgaristan’da da kalsak, düşünce derinliği bakımından kısırlaştırılmıştık.  Bunun bir başka adı da bilginin karartılması, insan beyninde boşluklar yaratılmasıdır.

İstanbul’da Bulgar TV kanallarını izliyorum.

Bir defa birbiriyle çelişen ırkçı milliyetçi, demokrat ve Rusçu yayınlar var. Milli menfaatin doyurucu tarifi yok. Sanki Batının gölgesine girersek Batı iyi, Rus’un etki alanına düşersek Rus votkası iyi. Türk gölgesi ise, çınar gölgesi gibi, dallarının meyve yüklü olmasını istiyorlar. Bulgar politikacılar ise ülkemizi balina balığı arasında denge sağlayıcı gibi göstermek istiyorlar. 25 metre uzun ve 80 tona kadar çıkan bu deniz memelileri arasında denge unsuru olmak çok küçük bir ülke olan Bulgaristan’ın ne haddine! Fakat Türkiye olmasa,  Balkanların en büyük ülkesiyiz diyorlar. Burada balina balığı dediğim ülkeler Türkiye, Rusya ve Batı devletleridir. Değişen jeopolitik ortamda onların rolleri de değişiyor. Son haftalarda Rusya ile Türkiye arasındaki buzların birden erimesi ve ilişkilerin normalleşmesi Bulgar basınında çok sık ve endişeli işlenen konulardan biri oldu. Yorumcular sanki bu iki dev anlaşırsa bize dengeleme tezgâhında ekmek kalmaz demek istediler. 15–16 Temmuz gecesinde Türk halkının askeri kalkışmanın belini kırmasından sonra, Bulgar gazeteci ordusu Türkiye’ye akın etti. Halkın “bu memlekette herkes istediğini yapamaz” tavrı, sokaklara dolan bayraklı kitlelerin Başkan Erdoğan ilke AK Parti saflarında birleşmesi sansasyon arayanlara dilini yutturdu.

Totalitarizmde Sovyetlere bağlanmak istemiştik.

Gençliğimizi, Bulgaristan’ın Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne  (SSCB) –Rusya Federasyonu’nun eski adı – 16. cumhuriyet olarak katılma arzusunu bayraklaştırdığı yıllarda

yaşadık. O dönem, bu işin yanlış olduğunu, adamların ağzı açlıktan kokmuş ne var onların arasında diyenlere ceza evlerinde hazır yer vardı. Birçok Bulgar milliyetçi hapsi boylamıştı. Bulgaristan, Varşova Paktı üyesi olduğu için Doğu dünyasına, Türkiye de NATO üyesi olduğu için, Batı dünyasına aitti. Cepheleşmiştik. Bunun anlamı şuydu. Türkiye’de olan her şey kötüydü. Arzulansa bile iyi bir şey olması mümkün değildi. Biz Türkiye düşmanı bir ülkeydik. Soğuk Savaş dönemiydi. İnsan hakları rafa kaldırılmıştı. Bulgaristan’da azınlık hakları diye bir şey yoktu. Baskı altındaydık. Demokrasi, hak, özgürlük ve adalet içi boşaltılmış kavramlardı. Hukukun üstünlüğü yoktu. Kimsenin fikir söyleyebilme hakkı yoktu. Hapishaneler Türk Müslüman doluydu. Türk gençler yol ve inşaatlarda parasız çalıştırılıyordu. Köylerde yaşıyorduk ve karın tokluğuna çalışıyorduk. 16. cumhuriyet olsaydık herhangi bir şeyin değişeceğine inanmıyordum.

Bilgisiz olduğumuz için, Bulgaristan siyaseti okumakta zorlanıyoruz.

İşte böyle bir ortamda yaşadığımızdan dolayı, Bulgaristanlı olmamıza rağmen, günümüz bugün de Bulgaristan siyasetini okumakta zorluk çekiyoruz. Algılayamadığımız konular var. Yeni konu açılınca “Boş ver!” diyenlerin kafaları almıyor. Son günlerde yeni bir konu açıldı. Başbakan Royko Borisov Ankara’ya geliyor. 24 Ağustos 2016’da Türkiye Başkanı R. Tayyib Erdoğan’la resmi görüşecek. Haberi yayıldı ve sorular baş kaldırdı: “Ne olacak? Neden geliyor? Ne isteyecek?

Ferdinant Bulgaristan’ın başına en fazla bela açan adamdı.

Soranlar her zaman haklıdır. Çünkü Türkiye’ye gelen Bulgar devlet adamlarının hepsi Türkiye devletinden hep bir şeyler istemiştir. Avuç açma geleneği eskidir. İkili ilişkilerimizde Çar Saks Koburg Gotski ile başlar. O, Bulgaristan’da öykülendiği kitaplarda bir zavallı tilkiden aslan olandır. Hayat yolu bir onbaşının mareşale yükseliş yoludur. Tarihimize I. Ferdinant (1861–1948) olarak geçen bu kişi, bir Alman kontudur. Osmanlıdan kopan Bulgar siyaseti Rus yandaşlığından Alman taraftarlığına viraj yaparken, 7 Temmuz 1878’de Bulgar Prensliğine Prens atanmıştır. 1895’te Bulgar Generali apoletlerini takmış, 22 Eylül 1908’de Bulgar Çarı taç giymezden önce, İstanbul’a gidip Abdül Hamid’in ayağını öpmüş ve Osmanlı Ordusu Mareşali rütbesiyle şereflendirilmiştir. Rusya Çarı II. Nikolay’ın desteğiyle 1912’den sonra Bulgaristan’ı Birinci ve İkinci Balkan Savaşlarına sürüklemiş ve yenilgi üstüne yenilgi alarak ülkeyi felakete itmiştir.

Borisov’u Orgeneral yapan da biziz.

Osmanlı Sultanı’nın Ferdinat’ı Mareşal yaptığı gibi, 1990’dan sonra başlayan demokrasi yıllarında Bulgar Cumhurbaşkanlarının dördü de Türk Müslümanların oylarıyla seçildi. Üstelik yeni dönem Bulgar tarihinde 1913–1918 başbakanı Vasil Radoslavov; 1919–1923 başbakanı Aleksandır Stanboliyski; 1991-1992’de Filip Dimitrov; 1992-1994’te Lüben Berov; 2001-2005’te II. Simiyon ve 2005 – 2009’da Sergey Stanişev hep Müslüman Türklerin oylarıyla hükümet kurdular. II. Simiyon hükümetinde İç İşleri Bakanlığı Sekreteri olan bugünkü GERB partisi lideri ve Başbakan B. Borisov, Hak ve Özgürlükler Hareketi yönetiminin özel ısrarıyla II. Simiyon elinden Orgeneral rütbesi aldı. Oysa meslekten itfaiyecidir.

Yeni Bulgar tarihini her işinde tuzumuz var desek yalan olmaz.

Anlatmak istediğim, Bulgaristan tarihinde en önemli siyasi adamlar hedeflerine her zaman Türk Müslümanların oyları, yardımı ve desteği sayesinde ulaştılar. Onların arasında bize arka olanlar da oldu. Başbakan Vasil Radoslavov 1913’te Pomak Müslümanların isimlerini ve din özgürlüklerini iade etti. Aleksandır Stanboliyski 1920’lerde Müslüman Türklerin okullarına ve basın yayın hayatına devlet yardımı sağladı. Ne ki, bunlar kendiliğinde olmuş işler değildir. Kökleri çok derindir.

Şöyle bir sayfa açıyorum:

1877-78 Savaşından sonra Bulgaristan zarına üç düştü. Bu, yeni Prenslikte yaşayan insanların bir bölümünün Osmanlıya, ikinci kısmının Rusya’ya ve üçüncü grubun da Batı Avrupa’ya baktığı anlamındaydı. Kuşkusuz şimdiye kadar bu konuyu işleyenler, Osmanlıya bakanları anlatırken onların 1878 sayımında nüfusun % 62’sini oluşturduğunu, fakat göçerek gitgide azaldıklarını yazdıklar. Aslında bu olayın içinde gizli kalmış büyük bir gerçek de var ki, bugünkü Bulgaristan siyasetini etkilemeye devam ediyor. Bakalım:

  1. Bulgarların ulusal kimlik bilinci Osmanlıda oluşup gelişti. Bu şuurun

yayılmasında, o zamanlar İstanbul’da yaşayan 29 bin Bulgar esnaf ve üreten (manifaturacı) yani sanayi burjuvazisi vardı. Aba, kaytan, kemer, çarık, fes üretseler de, onların oluşan Bulgar milli maneviyatındaki rolü büyük ve önemliydi. Onlar, hem üretiyor hem de mallarını bütün imparatorluk pazarlarında engelsiz satıyordu. Belki de Bulgar sermayesinin o dönemki büyüklükte bir pazarı bir daha olmadı. Daha kesin bir ifadeyle üretim ve ticaret erbabı Bulgar zenginler Osmanlı’dan ayrılmak istemiyorlardı.  Demek oluyor ki, Bulgarlar Osmanlıdan ayrıldıktan ve Prenslik sınırları içine kapandıktan sonra Osmanlıya bakan Bulgarlar da vardı ve bu bakış bugün de vardır. Çünkü aradan bir asırdan uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen, ne Alman ne de Rus sermayesi Bulgar egemenliğine o gururlu var oluşu bir daha yaşatmamıştır. Bugün de ülkede doğru dürüst çalışan ne bir Alman ne de bir Rus sanayi tesisi vardır.

2. Bulgar din adamları, Osmanlı topraklarındaki kilise ve manastırlarında Rum

Papazlardan arıtmak ve kiliselerinde Bulgar dilinde konuşmak, din kitaplarını Bulgarca basmak ve ayinlerini Bulgar dilinde yapmakta direnirken gizli emellerinde birde başkenti Petersburg olan bir Üniversal İslav İmparatorluğuna katılma gibi bir düş vardı. Onların gözlerinin sağ sola bakmasını önlemek için Osmanlı Sultanı 1872’de Doğu Ortodoks Patrikliği kurulmasını onayladı. İstanbul Fener’de Bulgar Baş Episkopluğu kuruldu. Yunan Papazları Ohri gölünden Karadeniz’e kadar tüm kilise ve manastırlardan kovuldu.  1876’da Osmanlı Anayasa kabul etti. Etniklerin din, dil ve diğer özgün hakları yasallaştı. Buna rağmen, Bulgarlar aynı yılın Nisanı’nda başarısız ayaklandı.  Rusya Çarı kışkırtmalarına alet oldu. Rusya’ya gidip gelen Bulgarların beynine Rusların İstanbul’u ele geçireceği gibi zehirler damlatılıyor ve kışkırtılıyorlardı. Bu boş emeller asla gerçekleşmese de, Bulgar hafızasında Osmanlıya ve daha sonra Türklere, Türklüğe, Osmanlı kalıtına ve İslam’a karşı bir hor görü ocağı tutuştu ve zaman zaman közleri hep alevlendi. Demokratikleşme yıllarında “Ataka” partisi ile güya “Yurtsever Cephe” partisinin tüm etkinlikleri bu düşmanlığın zehirli halkalarıdır.

3.Bir de zehirli dikenleri 19. yüzyılın 2. yarısında sivrilen Bulgar milliyetçiliği var. Onun tohumları, Rusya ve Batı Avrupa ülkelerinden getirildi. Bir ideoloji olarak o, Bulgaristan ve Balkanların Osmanlı’dan koparılıp Batı Avrupa’ya bağlanmasını kışkırttı. Bulgar ulusal aydınları, Odesa gibi Rusya merkezlerinde eğitilmiş olsalar bile, hiç bir zaman Osmanlı’dan kopup Rus Ortaçağı köleliğine bağlanma taraftarı olmadılar. Batı Avrupa’ya egemen bir devlet olarak katılmayı hedeflediler. Komitacı başı Vasil Levski gibi öncülerin not defterlerinde hatta demokratik ilkelerden, azınlıkların hak eşitliğinden ve özgürlüklerden söz edilmiştir. Yerli Türklerin Bulgar komşularıyla anlaşması ise, sorunsuz yüzyıllar yaşandığını öyküler. Biz Bulgarların Batıyla kaynaşma özleminin, 100 yıl gecikmeyle de olsa,  Bulgaristan Cumhuriyeti’nin 2004’te Kuzey Atlantik Pakti – NATO’ya üye olmasında ve 2007’de Avrupa Birliği’ne alınmasında hayat bulduğunu gördük. Bu süreci iyi okumak gerekir. Bulgaristan’ın NATO ve AB ülkeleri arasına alınması, dev balina balıkları arasında denge sağlayıcı unsur olsun diye olmamıştır. Tarihin bu sayfası okunurken satır aralarında T.C.’nin rol ve katkısı görülmeden asla anlaşılamaz. Hel hele Bulgaristan Müslümanlarının rolü mutlaka görülmeli ve asla unutulmamalıdır.

Bir parantez açarsak, 1952’de NATO’ya giren ve bir de artık 35 yıldan beri Batı Avrupa ülkeleriyle açık kapılı, gümrükten serbest alış veriş yapan, çök yönlü işbirliği gerçekleştiren, Yakın Doğu’nun gözdesi, Batı ile Doğu arasında en güçlü köprü olan Türkiye’nin yardımları, meclis kararıyla Bulgaristan ve Romanya’nın NATO üyeliğine omuz vermesi ve bu işlerdeki özel girişimlerini unutmamalıyız. Dünya değişmiştir ama ırmakların, göllerin ve denizlerin etki alanları hep aynıdır. Bu tespiti imparatorlukların etki alanları için de söyleyebiliriz. Bugünkü AB’nin üç dayanağının eski Yunan Kültürü, Hıristiyan Dini ve Bizans Hukuku derken, bu üç nimetin üçünün de, bugünkü Türkiye topraklarında doğduğunu, geliştiğini ve uygarlık belirlediğini hafızamızdan atmayalım.  Anadolu 33 medeniyetin eşiğidir. Ve işte bu nedenle Türk kültüründe, Türklerle iç içe yaşamış Bulgarların İstanbul’a, Anadolu’ya, Osmanlıya bakmasını anlamak hiç de zor olmamalı.

NATO Batı anlamına gelir.

Şimdi, yazımızın başına dönüp, balina balıkları arasındaki minik balığın denge sağlama rolüne bakarsak, bugünün fakir Bulgaristan’ın kendine biçtiği özel role şaşmamak elde değil. Çünkü eğer biz bugün NATO, Batı anlamına gelir diyorsak, 60 yıl NATO’lu olmak Batı ile kaynaşmış anlamındadır, bilinci taşıyorsak, Türkiye’nin Bulgaristan’dan çok daha erken batılaştığını vurgulayabiliriz. Dünya değişmiş ve Türkiye NATO’nun en güçlü Avrupa ordusunu kurduğunda kendiliğinden batılaşmıştır. Bulgaristan’ın Batı Avrupa kapısı da Boğazlar üzerinden açılmıştır. Gerçekler bu iken, balinalar arasında denge sağlıyorum hevesiyle dolaşan küçük balığın, iletişim araçlarında bile, ara sıra da olsa, hiçbir sorumluluk taşımadan kendine istediğini konuşma hakkı tanıması, biraz tuhaftır.

Gerçekler çok acıdır.

Bulgar milli kimliğinin oluşurken, Bulgar esnaf, işveren ve tüccarlarının Osmanlı’dan ayrılmak istemeyişlerini Bulgaristan’da hiçbir kitapta okumadım. Şimdi artık sermayenin bir ulusun kökleri olduğuna inanıyorum. 1989 ‘da biz sel gibi akıp gelirken neden geri bakmadık, onu da yeni yeni kavramaya başladım. Çünkü bir orada “köle” durumundaymışız ve zincirlerini koparan köleler ancak kaçarlar. Osmanlının Bulgarlara tanıdığı hakları Bulgar bize tanımadı. Osmanlı Bulgar kiliselerinden arıttı ve Bulgarlara kilisede Bulgarca konuşabilirsiniz, dedi. Fakat Bulgar siyasi zihniyeti bugün camilerimizde ana dilimizde ibadet edip konuşmamızı bize çok görüyor. Bu utanç verici bir gerçektir.

Tarihin silemediği çizgiler.

Geçen yüzyıl Bulgar ulusal kimliğinin özündeki anlatmaya çalıştığım bu büyük gerçek, hem Alman faşizmi, hem de Rus totalitarizmi dönemlerinde boğulup çöpe atılmak istendi. Bulgaristan adeta sömürgeleştirildi. Büyük komşumuz Türkiye ile beraber olalım çizgisi silinmeye çalışıldı. Bugün de dengeleme rolünün sanki Rusya, Türkiye ve Batı arasında değil de yalnızca Moskova ile NATO arasında ve Türkiye’nin sözü edilmeden yürütülmek istenmesi tuhaftır. Bulgaristan iş ve dış siyasetinin belirlenmesinde Türkiye’nin rolü belirleyicidir. Türkiye olmasa Bulgaristan NATO’ya giremezdi yani 21. yüzyılda batının bir parçası olamazdı. Türkiye olmadan ne Bulgaristan ne de herhangi bir Balkan devleti yeni bir uygarlığa el atabilir.

Şuna da işaret etmek istiyorum. Kasımda yapılması beklenen Bulgar Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Başbakan Borisov, GERB adayı için bizden oy isteyecektir. Biz dostluk, iyi komşuluk, batılılık ve iyi geçinme adına bu isteğe olumlu bakarız.

Bizde, birisi kapıyı çaldığında “bir zoru olmasa gelmez”  derler. Borisov’un zoru bir değildir. Türkiye tüm komşularıyla iyi komşuluk ve yakın dostluk ve işbirliği sayfasını açınca, yeniden akaryakıt borularının kesişme merkezi oldu. İrsal, İran, Azarbeycan, Türkmenistan ve Arap şirketleri doğal gazını Türkiye üzerinden akıtacak. Bulgaristan likit yakıt ihtiyaçlarını karşılarken sorunlar yaşıyor. Rusya’dan koparak egemenliğini araması,  ancak T.C. üzerinden olabilir. Bu bakıma önemli ziyaretin ikinci konusu enerji kaynakları olabilir. Bu arada Bulgaristanlı Türklerin üretici kapasitesi de yeniden değerlendirilmelidir. Türkiye ile Bulgaristan yerli Müslüman Türklerin üretimleri özendirilerek kaynaşabilir. Bu işte başat rolü sivil toplum örgütleri üslenmeli ve işleri yönetmelidir.

Bu bakıma Bulgaristan Türklerinin ve soydaşların Bulgar Türk ikili ilişkilerinde yeniden bir köprü olma konumu gündeme gelebilir. Bu rol bize düşer ve başka hiç kimsenin bu ilişkilerde denge unsuru olma hakkı yoktur ve olamaz. Bazı işlerin ancak bizim öncülüğümüzde olması gerektiği gerçeği de artık hayat hakkı istiyor.

 

Reklamlar