rafet celen    Rafet ULUTÜRK rafet-uluturk

Konu: Balkanların Geleceği İçin Gençlik Buluşması

Osmanlı Rumeli’de oluştu. Edirne başkent, Kosova Meydan Savaşında imparatorluğun kurucu bayrağı dikildi. Osmanlı, en görkemli ve en değerli eserlerini, insan kardeşliği kültürünü ve medeniyetlerin farklı güzelliklerin demedi olduğu inancını bizde yarattı ve bize bıraktı. Ben, bir Bulgaristanlıyım, “bize” dediğimde Balkan Yarımadası Türklüğüne ve halklarına demek istedim.

Rumeli Balkanlar, ardından Balkanlar Güney Doğu Avrupa olurken inançlarımız, dünya görüşümüz ve yaşam tarzımız değiştirmeye, Osmanlı unutturulmaya çalışıldı. Bu süreçte yara alan hep biz olduk. 5 milyonumuz Balkanlardan göç etmek zorunda kaldı.  Küçüldük. Ne yazık ki, küçülerek gerileme sürecimiz bugün de durdurulamadı. Hala geriliyoruz!

En kötüsü bizi kovduklarıyla yetinmiyorlar, bugün Türkiye’mizi de kendi içine kapamaya, büyümesine pranga vurmaya el ele vermişler, güç birliği yapıyorlar.

Geçen yüzyılın başında, 14’ü Balkanlarda, toplam 44 devlet doğuran ve zamanını dolduran Osmanlı İmparatorluğundan, Türkiye Cumhuriyeti devletini yaratan Büyük Mustafa Kemal Atatürk’ün bir Rumelili Evlad-ı Fatihan olması, bizim için, hepimiz için ölçüsüz ve sonsuz gurur kaynağıdır. Cumhuriyetimizin kuruluşunda, tüm Osmanlı evlatlarına “anavatan” olma ruhu öz oldu. Bu da, yine hepimize kıvanç ve gurur kaynağı oldu. Bu, bizi Müslüman Türk Kimliğimizde birleştiren mayadır.

Son yıllarda gözlemlediğimiz üzere, çoğu Osmanlıdan çıkan ve toplam sayıları 56 olan İslam dünyası devletlerinin hepsinin yeni Mekke’si İstanbul ve sonsuz ve karşılıksız esin aranan dünya da, 33 uygarlığa eşik olmuş, Anadolu’dur.

Biz, Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği – BULTÜRK olarak, Rumeli ve Balkanları, özellikle de Balkanlar’ın merkez konumlu en büyük ülkesi olan Bulgaristan’ı geçmiş-bugün ve gelecek – olarak okuyup, irdeleyip, sentez ederek çalışmalarımız için sonuçlar çıkarırken, öteden beri zorla kabul ettirilen,   dayatılan bakış açılarından değil, kendi dünya görüşümüzden ele alıyoruz.

Beş yıldan beri Bulgarların, Rusların, Osmanlı düşmanı Batının dünyasında uydurulup içine Türk ve Türklük zehri doldurulmuş kavramları teker teker ele alıp onlara gerçek anlam, yeni öz vermeye çalışıyor, tarihi-günümüzü ve umut dolu gelecek ufkumuzu yeni bir anlamla açıyoruz.

Bu, çok zor bir ödev

Derinlere indikçe yalnız dış düşmanlarını değil, “aramızdaki hasımları, ruhunu pazarlamış ve düşmanlarımıza hizmet eden hainleri de tanımayan biri onlarla savaşamaz” fikrine açıklık getirdik. Tabloyu bizim gibi bütün görenler çoğaldıkça mutlu oluyoruz.

Geliştirdiğimiz yenidünya görüşü en güçlü ortak silahımızdır. İnanıyoruz ki, Evlad-ı Fatiha yeni fikirlerle, yeni farklı bir dünya görüşüyle, bilgi dolu bir hafızayla silahlandıkça, bizi öz vatanımızdan, Bulgaristan’dan, Balkanlardan, Güney Doğu Avrupa’dan ve ellerinde olsa bütün Eski Kıtadan kovup bir kofa suda boğmaya hevesli zihniyeti mutlaka yeneceğiz, zafer bayraklarımız dalgalanacaktır. Bize karşı işlenen en büyük suç, öz vatanımızdan kovulmamız oldu. Bizi kovmakla bitiremeyenler, bu ateşe her gün odun taşıyor.

1699’da Roma-Cermen İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan Karlovça Antlaşmasıyla başlayan; başka bir saldırgan imparatorluk heveslisi olan Rusya ile 1774’te Küçük Kaynarca’da imzalanan sözleşmeyle derinleşen;

1878’de San Stefano (Yeşil Köy) anlaşması ve ardından Berlin Konferansı’nda  Osmanlı’nın Balkan yarımadasından koparılan  “Bulgar Prensliği”  sürekli sıkıştırma, saldırılarla yok etme ve  göçe zorlama siyasetlerini,  Büyük Atatürk,  bundan yaklaşık  100 yıl önce Sakarya, Gelibolu, Çanakkale Savalarında durdurdu. Fakat “kara kan” dedikleri Türk unsurunu Merkezi Avrupa’dan Tuna boylarından ve bütün Balkanlardan arıtma zulmüne gem vuruldu. Genel adı “soy kırım” ve “katliam olan bu siyaset bugün de devam ediyor. Berlin parlamentosunda perşembe gün alınan uydurma karar, son örnek oldu.

Rakamlar konuşsa, 317 yıl devam eden bu zorlama ve zulüm, kuşak değişimi 25-30 yılda olsa, 10 kuşak kovulduk, göçe zorlandık,  geriledik anlamına gelir. Evet, Atamız’ın, 1920’lerde  Anadolu’ya doğru gerilemeyi durdurması tarihsel bir başarıdır. Fakat Balkanları, Bulgaristan’ı Türklerden, Müslümanlardan arıtma süreç durdurulamadı. 100 yıl daha devam etti.  Memleketimden 6 kitle göçü oldu. Srebrenitsa katliamını yaşandı. Hırvatistan, Bosna, Makedonya boşaldı.      Bizde, “soya dönüş” zulmünden sonra 1 Haziran 1989’da başlayan “Büyük Göç” bugün de devam ediyor. Son 27 yılda 710 binimiz Türkiye’ye sığındık. Burada dünyaya gelen kuşak bu rakama dâhil değildir.

1985’in 15 Martında Bulgaristan Türkleri 1 milyon 250 bin 532 kişiydik. Pomaklar ve Müslüman Çingeneler bu rakam dışındadır. Çeyrek yüz yılda yarıdan fazlamız Türkiye’ye gelmek zorunda kaldık. Biz, anavatanımıza, atalarımızın seçtiği ve imparatorluk beşiği yaptığı toprakları, dört mevsim akan dereleri, berrak sulu çeşmeleri, bereket yüklü uçsuz bucaksız ovaları,  bize kalan 2 332 cami, binden fazla medrese, yüzlerce mescit, dükkan, bedesten, hamam ve köprüyü, pazarları beğenmediğimizden dolayı gelmedik, dayanılmaz olsa da dört elle tutunduğumuz bir hayattan zorla sökülerek silahla kovulduk.

BULTÜRK olarak biz,  “Büyük Göçe” ve uğradığımız  “Kültürel Soykırıma” birçok uluslararası konferans, forum, sempozyum adadık, çok yazdık çizdik, son olarak hazırladığımız 13 ciltlik Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezimiz (BGSAM)  kül yasında ana tema olarak bu çizgiyi işledik. Çarpıtılmış gerçeklerle, kamuflaj olmuş düşmanla savaşmak, yel değirmenleriyle savaşmaktır.  Bugün BULTÜRK dendiğinde duranlar, gerçeklerin özünü görebilmek isteyenlerdir.

Bizi, bugün burada bir araya getiren, Anadolu’dan 100 yıl sonra da  olsa, gerilemeyi, kaçışı, göç dalgasını durdurma ve bu dalgayı geri çevirme düşüncemizin artık nesnel bir hakikat olarak kabul bulmaya başlamasıdır. Değişen çağı herkes görmek ve yaşamak istiyor. Hele gençler.

Öz olarak söylendiğinde, Bulgaristan’a ve Balkanlar’a geri dönüş sürecini başlatmak, (tabii ki,  son 26 yılda böyle bir hareketlenme yavaş da olsa başladı. Türk sermayesi, şirketler, birçok dalda uzmanlar oralarda istihdam buldu. Hatta Sofya, Varna, Kırcaali, Haskovo, Plovdiv, Saray-Bosna, Üsküp, Tirana ve başka merkezlere otobüs seferleri açılması bile büyük bir olaydı. 35 bin üniversite öğrencimiz Sofya, Plovdiv, Varna, Üsküp,  Kosovo ve başka üniversite merkezlerinde okudu. Balkan halkları unuttukları döner ve baklava tadıyla yeniden tanıştı. Oralarda yollar, tüneller açtık, köprüler kurduk, barajlar inşa ettik, metro hatları deldik, Bulgaristan’daki Türk sanayi tesislerinde 10 binden fazla işçi çalışıyor.

TİKA,  Balkanlarda Osmanlıyı emsalsiz endam ve güzelliğiyle hayata çağırdı. Bunlar yeterli mi? Hayır yeterli değil! Biz olarda çok farklı bir dünya kurmalıyız.) Samimiyetle inandığımız şu gerçek belirleyicidir: Balkanlarda yeni bir dünya yaratmak mümkün!

Başlatılan yepyeni bir süreçtir: Bu süreci başlatan Türkiye Cumhuriyetidir. Aradığımız, oluşturmaya çalıştığımız BİLİNÇ, gidip oralarda karı kız kovalamaktan, birkaç Dolar daha fazla kazanmaktan ya da 5 sene sem-elenir, askerliği atlatırım zihniyetinden çok farklı bir şuurdur.

Bizi ortak noktaya toplayan:  Balkanlar’da konuşulan dilleri, ibadet edilen dinleri, kültürleri, medeniyet kırıntılarını tek düğümde birleştirmek, 14 devlette etnik, ulus ve halkları aynı değer yargılarında buluşturmak ve çok etnikli, çok kültürlü bir medeniyette kaynaşmaktır. Bu dünya görüşü yarın ışığıdır… Bazı işlerin okulu, üniversitesi, hatta devrimi bile yoktur bu bir hayat yoludur. Olmazsa olmazdır!

Bu seferin adı: “Büyük Türkiye” kendi çoğrafyasına taşıyor ve etki alanına yerleşiyordur. Bu seferde, Türk filmleri, Tarnak gibi sanatçılar, Fatih Kerim gibi antramanlar, “Anadolu Ateşi” virtüözleri, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, İvo Andriç gibi üstatlar, ramazan gecelerine renk katan ustalar, forumlar, festivaller, dernekler, federasyonlar, partiler, geçen sene Bulgaristan’dan Türkiye ye doktora tedaviye gelen 90 bin hasta, 461 bin turist ve daha milyonlar camız var.

Bu, 21. yüzyılı belirleyecek olan BÜYÜK ATILIMDIR.

Şu da var. Biz ortak BU İŞİN IŞIĞINI yaşlılarda, eski tüfeklerde, “Belenecilerde“, bizim kendi lehçemizde “pandısçi” dediğimiz  hapishanecilerde aramıyoruz. Cezası çektirilemeyen zulümden ders alınmaz, diyenler varsın haklı olsun. “Beleneciler” geçen hafta Tuna adasında buluşmuşlar. Birbirlerini tanıyamamışlar. Kader işte! Yapacak bir şey yok.  Yazgısı unutulmak olan, varsın unutulsun!  Bizim yontup hayat vermek istediğimiz taşlar başka. Yeni dünyaya  gelen, hatta burada doğan genç nesille çalışmak zorundayız. Türkiye ve balkanlar gençliğini birbirine kaynaştırmak istiyoruz. Türkiye’de 10 milyondan fazla Balkanlı soydaşımız var. 21. yüzyıl Balkan oyununu onlar kurmalıdır. “Oyun kurucu kişiler, liderler yetiştirmeliyiz.  Düşmanımızın bizim için hazırladığı “pis kanı akıtma” planını ancak böyle bozabiliriz. Onların gözünde yorgandaki “pire” biziz. “Öteki” ve “istenmeyen de” biziz. Onların işte bu planlarını çökertmek istiyoruz. Stratejik hedef budur.

Onlar bizimle her gün uğraşmaya devam ediyorlar. “Seçim sandıklarını 139’dan 34’e indirme, 2 defa oy kullanmayanı cetvelden silip vatandaşlıktan çıkarma” planları bugün Bulgar Anayasa Mahkemesindedir.

Eskiden olduğu gibi şimdi de bu, bizim ortak davamızdır. Vatan hakkı kavgamızdır. Tek yonga ödün veremeyiz!

Bu kavgamızda, Eğiri Dere doğumlu büyük yazar Sabahattin Ali’nin kitabına başlık yaptığı “İçimizdeki Şeytan” olayı, hele “Soya Dönüş” zulmü ve sözde “demokrasiye geçiş” dönemlerinde çok büyük önem kazandı. Bilirsiniz, stratejik çökertme planları üçüncü kuşağı hareketlendirme esaslıdır. Mesela, Sovyetler Birliğini dağıtma planı 1939’da hazırlanıp onaylanmış ve 1989’da gerçekleştirilmiştir. “Berlin Duvarını” yıkma, “Soğuk Savaşı” durdurma  planı da ikinci kuşakla gerçekleştirildi. Osmanlının çöküşünden sonra değişik ulusal devletlerin sınırları içinde kalan Müslümanların yönetimi yalnız uzun vadede göçe zorlamaya dayandırılmakla kalmamış, dil, din ve yaşam tarzı değiştirme geçen asır boyunca esas olmuştur.

Bizde, Pomakların isim ve dinlerine daha 1912’de saldırıldı. Bu saldırı 1936, 1942, 1972’de kat kat şiddetlendirilerek tekrar etti. Çingeneler de aynı kaderi yaşadı. 1984-89 arası “kara yazgı” Türkler üzerine çöktü. Zorla, zulümle, binlerce kişi hapse atılarak ve on binler sürgün edilerek uygulanan bu baskı ve terör politikası sonunda “biz kimseye bir şey yapmadık, kendileri istediler, hatta dilekçe verdiler” bohçasına sarıldı. Bunun benzetmeli tarifi şudur: Bir tencere lopur lopur kaynarken taşar. Soba başındaki aşçı başına “Görmüyor musun, tencere taşıyor?” dendiğinde. “Ben altını kıstım!” hazır cevabıyla olay kapatılır. Hiç bir suçlu, katil, zorbacı ve hainin cezalandırılmaması, içeri atılmaması mantığı işte budur. İsimlerimiz değiştirilirken 42 kardeşimiz kurşunlanarak öldürüldü, hiç bir katilin adı açıklanmadı. Okullarımızda anadilimiz okutulmuyor, hazır cevap hainleri “kendileri istemiyor” diyor. Rapor yazıp Avrupa’ya gönderiyorlar.  Son perdede oynan oyun ise şudur: Hainlikler “içimizden seçilen” şeytanlara yaptırılıyor.

 

rafet sultnBir örnek vermek istiyorum:

Bugün Bulgaristanlı Türklerin lideri olarak geçinen Ahmet Doğan dördüncü beşinci sınıftan sonra hiç okumamış. Onu ele geçiren ve Türkler arasında muhbirliğe yatkınlığını saptayan gizli Bulgar polisi, ona sahte lise diploması sağlayıp Şumen Pedagoji Enstitüsüne yazdırmış. Tekin durmayan Ahmet orada bir kız bıçakladığında polis olayı ört bas etmiş. Şumen’de durum gerginleşince Sofya Üniversitesi Felsefe Fakültesine aktarmış, oradan diploma almasını, Türkleri Bulgarlaştırma konusunda doktora tezi savunmasını, Bulgar Bilimler Akademisi’nde işe başlamasını da sağlamış. Yıllar boyu ona burs, cep harçlığı vermiş, kirasını ödemiş, bir genç bohem hayatı yaşatmış, uydurma gerekçelerle hapse atmış, içerde lort gibi yaşatmış, onu Rus istihbaratı KGB’ye satmıştır. 1990’da kurulan Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin başına onu geçiren ve lider yapan da aynı gizli polis “DS” dir. 2002’den beri bizim de yoğun çalışmalarımızla Ahmet Doğan’ın “kirli gömlekleri ipe serildi.” Şimdi o HÖH fahri başkanı olarak “saray” denen bir dağ evine kapandı. Korunuyor, besleniyor.

Bu kadar yıl hazırlığın sonunda, çekilen masrafla gerçekleştirilen ödev şudur: Türklerin asimile etme siyasetine, bir sözde Türk lider önderliğinde “Bulgar Etnik Modeli” kılıfı içinde devam edildi. Sözde “gönüllü” göç devam etti.  Türkçeyi, İslam’ı, Müslüman yaşam tarzını unutturma çalışmaları sürdü. Türkiye – Bulgaristan ilişkilerinde köprü rolü oynaması beklenen Türkler ürkütüldü. Bulgaristan’da yerli Türk sermayesi, girişimciliği oluşmasına yol verilmedi. 10 bin aydınımız memleketimizden kovuldu. 1878’de Osmanlı’dan 1723 okulla ayrılan dedelerimizin mirası yok edildi. Bugün Bulgaristan’da bir Türk ilkokulu yoktur. Sonuç:   Ahmet Doğan başarılı bir stratejik üründür.

Fakat olan olmuş. Bu sonuç, Bulgaristan’ı, Balkanları kendi kıstas ve yöntemlerimizle iyi irdelemeden ibret dersleri çıkarılamaz, yeni doğru stratejiler geliştirilemez, dedi kodu şeklinde kulaktan kulağa dolaşan sonuçlar kendiliğinden hiç bir şey ifade etmez. Son 50 yılda, düşmanlarımız bizi birbirimize düşürme stratejileri geliştirmeyi başardı. Doğan örneği ortadadır. Artık yıprandı ve ardında 30 yıllık ajan Lütfi Mestan sahneye çıkarılıyor.  Rolü: Bulgaristan Türklerini Rus ve Bulgar çıkarlarına alet etmektir. Önemli olan bir kişinin Bulgaristan’da okuması değil, Bulgaristan’da okumuş her kişinin araştırılması ve gerçeklerin görülebilmesidir. Yanlışların tekrarlaması kendiliğinden doğru doğurmuyor.

Bu işlerde orta nokta olmaz, ezip geçersin ve olay biter. 

Türkiye dip dalgasında yükseliş var. Emperyalist dünya Türkiye’nin doğal etki alanlarına yayılmasından korkuyor. Balkanlar, Bulgaristan Türklük coğrafyasıdır. Yakın Doğu da öyle. Rusya’nın hortlamasına, savaş alanlarında Amerika ile buluşmasına, Türkiye sınırlarını zorlamak için PKK’yı, PYD’ı desteklemelerine akıl erdirenler, hainliğin bin bir çeşidi olduğunu unutmayarak Ahmet Doğan olayını, Lütfü Mestan olayını derin irdelemeli ve kesin tavır almalıdır.

Aslında bu olay çok basittir. Bizi kıskanan düşmanlarımızı doğduklarına pişman edecek güç, “Büyük  ve Güçlü Türkiye“dir.  Türkiye’yi dünyadan izole etmek mümkün değildir. Biz Asya ile Avrupa arasında  köprüyüz. Artan önem ve gücümüzü görenler kuduruyor.

Alacağımız yolun kilometre taşları Bulgarları, Balkan devletlerini bilimsel teknik ve teknolojik, emek verimliliği ve hayat standardı, güvenli ve huzurlu ülke olmaktan geçiyor. Biz büyüdükçe etki alanımız genişleyecek ve güçlenecektir. Osmanlı Balkanlara daha yüksek bir kültür ve medeniyet, tolerans, merhamet ve iyi komşuluk götürdüğü için sevilerek yerleşebilmiştir. Biz Bulgarlara sabunu, ev yapmayı, tarla sürmeyi ve ekip biçmeyi öğretmişiz.

Gönlümden gelmese de, şunları itiraf etmek zorundayım. 2002’den beri T.C. sürekli inkişaf içinde olup, parmak ısırtan dev projeler gerçekleştirirken, hatta bir dönem “altın çağını” yaşasa da, burada söylemeden geçemeyeceğim birkaç özellik var. Her ilde üniversite kuran Türkiye yüksek okullarında 19-uncu yüzyıl Avrupa eğitim düzeyi tekrarlanıyor. Özel olarak okuduğum ve irdelediğim kitaplar, dinlediğim konferanslar bunu doğruluyor. O dönem, Osmanlı “hasta adam“dı. Orient’in “belirsiz olduğu” dönemlerdi. Ezgin ve bitkin bir çöküş içindeydik. Büyük gecikmeyi, gerilemeyi o dönem yaşamıştık. Halk arasında “Allah verirse olur!” ruhu yerleşti. “Sabrın sonu selamettir” atasözümüze inananlar selametin gelmesini birçok yerde bekleyemediler. Bu ruhun tersini yaratmak çok zor oldu. Diriliş yaşamamız iyi oldu!  Şimdi “Vatan bölünmez!” “Türklük Yenilmez!” “Büyük Türkiye” atılımında 21-inci yüzyılın yeni maneviyatı doğuyor. “Büyük Türkiye“de Büyük Türklük ruhu doğmalıdır. Dalgalar artık doğamıza çarpıyor. Bulgaristan’da da her adımda 100 yıl ezilmişliğin, sürekli bölünüp parçalanmaların, göçlerin, anlamsızlaşmış hayatın izlerine rastlıyoruz. Toparlanmak çok zor. Sanki insanların beyinleri satın alınmış ve ruhları ön ödemeli kıralanmış…

***

Arkadaşlarımla toplandığımızda, “olmazsa olmaz felsefesi yaratmadan bu işler olmayacak” tartışmaları sayfası açıldığında, birbirimize anlattığımız bir Hindistan Masalı var. İzninizle kısa tutmak şartıyla sizinle paylaşmak istiyorum:

“Serçe, yol kenarında otların arasına yuva yapmış, yumurtlamış ve kuluçka yatmış. Yoldan geçen fiil büyük ayaklarıyla yuvaya basmış, yuvayı, anaç kuşu ve yumurtalarını ezmiş. Bunu gören erkek serçe çok üzülmüş, soyum sülalem, ateşim ebediyen söndü diye gamlanırken, fiili öldürmeye karar vermiş.

Önce sivri gagalı kargadan yardım istemiş. Karga:

– Ben dağ gibi fiile ne yapabilir?, deyince,

–  Uyurken gözleri etrafına çok sinek toplanıyor, onlar uçuşurken, sen de gaganla önce birini sonra da öteki gözünü oyarsın, demiş.

Karga filin gözlerini oymuş.

Serçe hemen dereye gitmiş ve göl kenarına uzanmış kurbağaya dert yanmış, planını açıklamış:

–  Karşı derede su yok. Fiil şimdi susamıştır. Gözleri görmediğinden senin vaklaman kılavuz, su içmeye buraya gelecek. Gel kuru dereye gidelim, demiş. Plan tutmuş kurbağa sıçraya sıçraya vardığı kuru derede bir derin hendeğe gizlenmiş ve vaklamaya başlamış.  Sesi duyan fiil suya koşarken hendekten devrilmiş ve hayatından olmuş. Serçe kuşu böyle öç almış.”

***

Serçe intikam formülünü böyle bulmuş ve gerçekleştirmiş. Şahsen ben, Bulgaristan’a gidip de yüksek öğrenim diplomasıyla dönen gençlerin ya da oradan gelen, burada okuyan ve geri dönmek istemeyen 1 500 gencimizin bizim derdimize derman ve çözüm aradığına inanmıyorum. Bu işte başı çeken, oyun kuran birilerini de göremiyorum.  Biz ancak Bulgar’ın oyunlarını, tuzaklarını,  ikiyüzlülüğünü, kahpeliğini ve ele geçirdiği yüz karası hain Türk ajanların entrikalarını eleştiriyor, lanetliyor veya yorumluyoruz. Bu yeterli değil. Ajan dosyaları açıldı bu da yetmez.  Şimdiye kadar oyun kuran hep onlar oldu. 1989 Mayısında Ayaklandık, ama “bütün devrimler evlatlarını yer!” atasözünden korktuk. Dirilip, toprağımıza sarılıp yerimizde kalacağımıza, göç ettik. Kendi ateşimizden kendimiz korktuk.

Hapisten çıkan hapse girmek istemez, biz de ayaklanma ateşinden kalan küllere sahip çıkamadık. Ne ayaklanma şarkıları besteledik, ne de hak ve özgürlük savaşında kitle psikolojisini analiz ederek sahte partilerin ve hain liderlerin hiç bir iş yapamayacağını, bizi avutup aldattıklarını görmek istedik, ne de yükün sivil toplum örgütlerine kayması gerektiğini kanıtlamaya çalıştık. Türkiye’de yaşamak hakikatten güzel…

27 yıl geçse de, ruhumuzda hala biraz sindirilmişlik ve biraz da kırılmışlık okunuyor. Bu arada, itiraf etmek zorundayım, 14 yıldan beri Türkiye değişiyor, yaşam standardı yükseldikçe biz rahatlıyoruz. Ama bu arada,  Türkiye’de yerlilerin uyanış dalgası yükseliyor, yakında sahile vuracak, biz bu işin neresindeyiz? Dedelerimiz, Edirne’de, Gelibolu ve Çanakkale’de savaşmış, ama bir hala takıntılıyız. Biz yeni dalganın içinde miyiz? “Büyük Türkiye” atılımını, anayasa değişikliğini, Başkanlık sistemini destekliyor muyuz? Yoksa hep Atatürk Atatürk deyip, Kılıçtaroğlunun ağızına mı bakıyoruz! Bu soruyu kendimize soruyor muyuz?  Atatürk sağ olsaydı,  bugün bu emperyalist kuşatılmışlık içinde nasıl davranırdı? sorusunu kendine soran var mı! Yoksa değişemeyiz, Türkiye’den ve dünyadan geri kalırız, Bulgarları sevindiririz…

Okurken utanıyorum, “Anavatanımıza, çalışmadan da yaşanabilen bir sığınmacılar diyarı, uykucular çadırlığı” olarak bakamayız. Herkesle ve her yerde çalışmamız gerekiyor. Türkiye’de yaşamak, T.C. vatandaşı olmak bir onur ve gurur meselesi olmalıdır. “Ne mutlu Türküm diyene!” derin anlam taşıyor. Şu dönem, Bulgaristanlı Türkler için bu mutluluğun anlamı, seçime katılmakta ve isabetli oy kullanmakta gizlidir.

 Biz boyumuzdan büyük işleri kendi başımıza yapabilecek durumda değiliz. Bir kıvılcım yaktık, kav tutu, ateşin alevlerinin parladığına, şu odacıkta bir araya gelmemiz bile kanıt sayılır. Hepinize kutlu olsun! Biz bugün burada su başında buluştuk. Mutluyum! Geldiğiniz için BULTÜRK adına hepinize teşekkür ederim.

Değerli dava arkadaşlarım,

Bazı işler bizim boyumuzu aşar!” dedim. İnsanın “yalnız okumakla akıllı olmadığına” işaret ettim. Davamız, ancak halkın omuzlarında taşınabilecek,  büyük bir davadır.

Öyle ki, bu dava cesaret, basiret, bir az da kısmet, lider, toplumsal gereksinim ve hatta yol boyu rüzgarı bile ister. Biz azimliyiz. Liderimiz Türkiye Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN.

Davamızın, birinci malzemesi İNSAN‘dır. Çalışkan, çilekeş, alçakgönüllü, namuslu ve dürüst insanlarımız. Bulgaristanlı Türklerimiz. Balkanlı kardeşlerimizdir. Gençlerimizdir, genç kuşaklardır.

Bizimki, nesilden nesle geçen, devredilebilen, kesintisiz bir süreçtir. Bedenle ruhu birleştirip şahlandıran bir özdür. Özel kitabı yoktur.  Taktik ve stratejimizde, Balkanlarda Müslüman Türk kimlikli kuşaklar, Müslüman yaşam tarzı yaratmak ve varlığımızı ata-toprağında korumak ve zenginleştirmektir.  Türk Müslüman kimliği bölünmez ve parçalanmaz, üstünlük tanımayan, tolerans ve kardeşliği el üstünde tutan bir varoluş biçimidir. Kardeşlik varken, düşmanlık bize yakışmaz. Balkanlar’ı 300 sene yaşsız yaşatan ve BARIŞI soy adı yapan  atalarımızdır. Gençliğe aşılamak istediğimiz öz de tam budur…

Bir de şu var: Kitle psikolojisi diliyle konuşursak, eziyet çekmiş deneyimli bir kuşağın, arkadan gelen genç nesle telkin etmesine (davamızı aşılaya-bilmesine) bağlı bir iştir bu. Biz, “biz” dediğimde, sivil toplum örgütümüz BULTÜRK anlaşılmalıdır. Bulgaristan’ı, Balkanları istila etmek istemiyoruz. Amerika gibi gidip orada büyük askeri üsler kondurma taraftarı da değiliz. “Soya Dönüş” saçmalığı yıllarında Bulgaristan’da 3 bin Varşova Paktı tankının konuşlandığını;  hedefi güzel İstanbul’umuz olan Rus “SS-22”  orta menzilli füzelerinin rampalara yüklendiği korkunç günleri, o gerilimi unutmadık.

Bugün de sınırımıza gerilen şu dikenli, jiletli ter örgüleri de görmek bile istemiyoruz. Orası da vatanımız burası da vatanımızdır. Atalarımızın mezarları ordadır, kutsalımızdır.

İsteğimize örnek de yok değil sanki:  Son Bulgar Çarı İvan Şişman,  kız kardeşi DESİSLAVA’yı Sultan Birinci Murad haremine göndermişti. Bu gönüllü bir akrabalık jesti değil de nedir? Bu daveti daha 1448’de almışız. Tutup mayalanıp ah bir de kök salmış olsaydı… ilişkilerimiz Çeçen, Gürcü, Abhaz vb halk mozayi içinde ümmetten bir pırlanta olabilirdi. Bulgar soyunun Türk boylarından biri olduğunu, bu boydan  kardeşlerin İdil (Volga) boylarına,  Kazan  Ovasına camiler diktiğini, burada biz de çok yazdık çizdik ama tutmadı. Son günlerde öğrendiğimize göre, Kanadalı bir bilim adamı Bulgarların Türk boylarından geldiği gerçeğini yeniden aklayıp paklayıp İngilizce olarak lüks baskılarda dünya kamuoyuna yeniden sunmuş. “Bulgar’ız efsaneleri” bu defa belki tuzla buz olur ve henüz yaşanmamış tarihe yalnız tozu dumanı kalır. Yukarıda da işaret ettiğim üzere biz tarihimizi sonsuz bir bütün olarak görüyoruz, dil, din, ananelerimiz, halk yaşantımız, özgün kültür ve medeniyet olarak sürekli budansak da, dut ağaçları gibi her bahar yeşeriyoruz, fakat hele son 50 yılda, pek meyve veremedik. Çünkü Bulgar “ben ipek böceği besliyorum” deyip bizi buduyor ve bu gidişle birkaç yıl daha budayacak gibi… Varsın bu bir imgesel noktalama olsun. Biz göç edince Bulgaristan çöktü. Düşen her millet dirilemez. Çöken onlar, kuyuya itilense biz olduğumuzdan, komşu bir el uzatsan da biraz davransam diyemiyorlar. Bizi dibe çekerler diye korkuyorlar. Olay bu!

Şunu da ilave ediyorum: 1908’de III. Bulgar devletini kuran Ferdinant ve oğlu Çar III. Boris’in otobiyografileri Birleşik Amerika’da yazıldı. Todor Jivkov’u anlatma meraklısı çıkmadı. Biz kendi hayatımızı kendimiz anlatıyoruz.

Tarihçilerimizden bir ricam var. Sultanların hayat öyküleri Türk halkının hayat öyküsü değildir, lütfen kaleminizle halka ininiz, gerçekler haremlerde değil, çelişkilerin kabuğunda gizlidir.

***

 Konuşmamın ikinci bölümünde,  Bulgaristan ve bölgedeki siyasi istikrarsızlığın küresel düzeyde Rusya ABD çelişkilerinin Bulgaristan Türkleri üzerindeki etkilerine kısaca değinmek istiyorum.

Bu sorunun yanıtı şöyle olabilir: Bugünkü Bulgaristan’ın anası Osmanlıdır. Bizans’ın ezdiği Bulgarlık Osmanlıda yeniden mayalandı, uyanış çağı yaşadı, kilise bağımsızlığı istedi (1872’de verildi); “Anayasal haklar” dedi (1876’da verildi); “Bulgarlar ve Balkanlar Osmanlıdan kopuyor” bahanesiyle bir akbaba gibi çullanıp kuzuyu kapayım zihniyetiyle saldıran Rus Çarı’nın niyeti kursağında kaldı; Bulgaristan ıvırdı kıvırdı kendini Avusturya ve Almanya’dan yana attı; bir Alman soylusu olan Ferdinant Saks-kobur-gotski 1908’de Osmanlı’nın da razılığıyla “III. Bulgar Çarlığı” kurdu.

Bu doğum, üç bacaklı bir saç gibi -Osmanlı, Almanya ve Rusya – dayanaklı oldu. 1945’e kadar Nazi Almanya’sı modelinde totaliter otokrat bir düzenle yapılanan Bulgar ruhuna aşırı ırkçılık aşılandı. Nazilerle birlikte tek uluslu devlet kurmaya sevdalanan Bulgar Çarlığı, etnik azınlıkları ötekileştirmeye, Bulgarlaştırıp Hıristiyanlaştırmaya daha dördüncü yılında başladı. İlk kurban Pomaklar oldu.  Özünde aşırı saldırganlık gizleyen bu siyaset Balkan Savaşında ve Birinci Dünya Savaşında Türkiye, Yunanistan, Makedonya ve Sırbistan’a; İkinci Dünya Savaşında Yunanistan, Makedonya ve Sırbistan’a saldırılarla sürdü. 1944’te yön değiştiren Bulgarlar Balkanlardan Hitler ordularını III. Ukrayna Ordusu ile birlikte kovalarken Batı Balkanları çiğnedi. 32 yıllık bir süreyi kapsayan bu saldırı savaşlarının gerekçelerinde “dış ülkelerdeki Bulgarları anavatana katma” vardı. Bu, 2 yıl önce Putin’in Kırımda uyguladığı, 1919’da Hitlerin Avusturya, Sudet bölgesi ve Polonya’da uyguladığı ilhak siyasetinin bir kopyasıydı. Aynı ırkçı hevesle Yahudiler vagonlara doldurulup “gaz kamaralarına” gönderilirken, Çingeneler de zor günler yaşadı, Pomakların dinleri ve isimleri değiştirildi, Türklere hep Türkiye yolu göründü.

Kısacası, 138 yıl ömrü olan yeni Bulgaristan devleti ilk 37 yılında Almanya’ya bağlıydı. 1945’ten 1989’a kadar Moskova’ya sarıldı. “Berlin Duvarı” nın yıkılmasıyle birlikte “Soğuk Savaş” siyaseti de son buldu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla tek başlı dünya kuruldu ve Bulgaristan tek egemen olan Birleşik Amerika’yı seçti.  Amerika uzaktı ve bu yol şöyle yüründü. 2004’te Türkiye’nin yoğun çabaları ve meclis kararıyla NATO üyesi ve müttefikimiz oldu. 9 yıl önce Avrupa Birliği’ne (AB) alındı. Bugün AB’nin Rusya’ya karşı ambargosuna katılıyor. Son 27 yılda Moskova’dan Brüksel’e ardından da Washington’a kaymayı başardı. Kendilerini tebrik etmek gerekir.

Şunu da ilave etsek yerinde olur. Almanca örneğine göre devlet kuran Sofya yönetimi, 1850’lerde başlayan ve 1950’ye kadar devam eden Avrupa’da Almanya egemenlik çağının sona erdiğini zamanında kavradı. Amerika’yı bu nedenle aradı. Bugün artık ülkede 3 Amerikan askeri üssü var. Son dönemde Bulgaristan üç ayaklı dengeyi sağlamakta zorlanmaya başladı. Rusya’dan kopup önce Brüksel’e yönelmesi yeni sabit denge sağlamadı. Amerika’nın da bu Balkan ülkesine parmak ucuyla gelip yerleşmesi, saldırganlığı tırmanan Rusya’yı rahatsız etti.

İşte böyle bir ortamda, Bulgaristan’da iç denge unsuru olan ve oyları olmadan Cumhurbaşkanı seçilemeyen, 3 defa hükümet kurulamayan, Avrupa ve Atlantik siyasetine bağlılığını devamlı belirtirken, Türkiye’ye de sevimli görünmeye de çalışan Hak ve Özgürlükler Partisi HÖH, 17 Aralık 2015’te “denge bozan” ya da ” yeni denge arayan” bir konuma itildi. “Cu 24″ Rus askeri uçağının düşürülmesi ve parti meclis grubunun Türkiye tavrını destekleyen bildirisi sanki üç bacaklı şeytan dengesini bozdu.

Türkiye ve NATO’dan yana siyasi tutum alan Genel Başkanı Lütfi Mestan ve arkadaşlarını partiden 17 Aralık 2016 gecesi uzaklaştıran Fahri Başkan Doğan Bulgaristan Müslümanlarını, partiyi “Moskof çizgisine çekmeye çalıştı.” 6. defa parçalanan parti bir daha kabuk attı.  Böylece, 3 bacaklı Bulgaristan dış dengesinin Türkiyesiz kurulamadığı bir daha kanıtlandı. Bununla birlikte, dünya liderliği taslayan Rusya ile Birleşik Amerika’nın da önce İslam Dünyası’na egemen olmadan dünya lideri olamayacağı da gün ışığına çıktı.

Her gün biraz daha sallanan Bulgar dengesi Türkiye olmadan sağlanamadığı gibi doğal olarak Türkiye lehinde güçlenmek zorundadır, çünkü bu bölge “Büyük Türkiye’nin” etki alanında ve doğal coğrafyasında, dünya imparatorluğunun kurduğu topraklarda bulunuyor. Bu nedenle, Bulgaristan ve Balkan ülkeleri halklarının Türkiye’ye olan sempatisi ve güveni, beklentileri artıyor.

5 aylık geçmişi olan şu son gelişmelerin sonuçları şunlardır:

1) HÖH’ün parçalanmasından DOST partisi doğdu, Avrupa ve Atlantikçi olduğunu, Türkiye’den oy beklediğini ilan etti, fakat henüz kaydını yaptıramadı.

2) Bulgaristan’da Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleri şimdilik kilitlenmiş durumdadır. Halkın Moskovçu bir Cumhurbaşkanı istemediği kesinleşirken, Almancı mı Amerikancı mı biri olsun üzerinde akıl yürütenler, belki de son anda Londra’nın gönlünü kazanmış biri üzerinde anlaşacaklardır.

3) Türk partileri şimdiye kadar aday göstermezken, ikinci turda hep ya Moskofcu ya da Avrupacı adayın kazanmasına “koltuk değneği” oldu.  1990’dan sonra 5 Cumhurbaşkanı oylarımızla seçildi.

2012’de yapılan son Cumhurbaşkanı seçiminde, Bulgaristan’da ve Balkanlarda ilk kez olmak üzere, T.C.’de Bulgaristan’da etkin olan bir Türk sivil toplum örgütü – BULTÜRK Bulgaristan seçimlerinde kendi cumhurbaşkanı adayını yükseltti. 50 bin oy alarak büyük bir başarı kaydetti. Tarihe geçti. Yani Cumhurbaşkanı seçimlerinde Başkan adaylığına bir Türk, Başkan Yardımcılığına da bir Pomak kardeşimizi yükseltmeye hazırlanıyoruz.  Bu adım Bulgarların Türkleri asimile etmesine karşı atılan en sert adımdı. Bulgarların Türkleri ve diğer Müslümanları Türkler arasından yetiştirdikleri kadrolarla yönetme siyasetine ilk kez “Dur!” denebildi. Bu artık bir eğilim, sivil toplum örgütlerinin siyaset dizginlerini ellerine alması şeklinde tutuldu ve güç topluyor. BULTÜRK’ün bu eylemi OYUN KURAN olarak karşılandı. Kükreyen destek buldu. Bu hareket Türkiye’deki soydaş dernekleriyle birlikte yapılmalıdır. Yeni adımlarımızda güç birliği yapmak zorundayız.

Seçimlere katılma, seçme ve seçilme bizim en demokratik insan hakkımızdır. Onu başarılı kullanıyoruz ve kullanacağız. Tüm engellemelere karşı birlikte göğüs gerdik ve gereceğiz.

Özet olarak, Rusya ile Birleşik Amerika’nın Bulgaristan ve Balkan üzerindeki hâkimiyet kavgasında, Bulgaristan seçimlerinde,  Bulgaristanlı Türkler ve soydaşlarımız her zaman Türkiye’den “Büyük Türkiye“den yana oldu ve olacaktır. Türkiye bizim anavatanımızdır.

Üç:  Dünyada artan global rekabetin, serbest dolaşım sonrası Türkiye’de ve Balkanlarda yaşayan gençlerimiz üzerinde oluşturduğu fırsatlar ve riskler. Yukarıda da işaret ettiğim için dünya siyaset, ekonomi ve maliyesi derin bir bunalım yaşıyor. Bilirsiniz, böyle koşullarda eski borçlar talep edilir, eski hesaplar görülür, eski sözleşmeler açılır ve talan edilip soyulacak yerler aranır.

1904’ten sözde Sevır Sözleşmesine dayanılarak karıştırılan Yakın Doğu ve Suriye, Kürtlere devlet vaatleri, Çipras’ın Almanya’dan Hitler istilasından kalma tazminat ve borçları 300 milyar Euro olarak istemesi ve başka örnekler hep bu cümledendir. Böyle durumlarda başarılı olanlar sıkıştırılır. Sözde “Ermeni Soy Kırımının” Berlin meclisinde onaylanması Türkiye’nin sıkıştırılmak istendiğine kanıttır.  Kötülük üretenler buluşçudur. Bakarsın yarın yine yola çıkan sığınmacılar “Bulgaristan Türkleri ya da Almanya’daki 3 milyon Türk’le ” değiştirilmek istenebilir. Kimse kendisinin yok olmasını istemez. Burada geçerli olan bir Bulgar atasözü var: “Benim iyi olmam önemli değil, önemli olan onun kötü olmasıdır!

Bu açıdan bakıldığında serbest dolaşım hakkı da gençlerimiz pek fazla yeni fırsat sunamıyor. Fransa, İspanya ve Almanya’da çalışan Bulgaristanlı gençlerin ayak işinde ya da inşaatlarda kara işlerde kullanıldığını, şan okumuş kızlarımızın bulaşık yıkadığını ve başka örnekler okuduk duyduk. Yakına kadar sigortasız yabancı işçi çalıştırma yasağı sıkı kontrol edilmiyordu. Afganistan, Pakistan ve Afrika ülkelerinden gelen sığınmacılar daha ucuza çalışmayı kabul ettikçe, dış ülkede alınmış ihtisaslar dil bilgisi ile desteklenmeyince geçersiz oluyor. Bulgaristan gençsiz kaldı diyebiliriz. Dış ülkelerde çalışanların havale ettiği 1 milyar Euro, yatırım için kullanılyor, ancak aile geçimini ve huzurunu sağlamak amacıyla kullanılıyor. Aynı zamanda bu paraların Batı Rodoplar’da Pomak köylerinde hayatı ayakta tutuğunu, hele İngiltere’de iş bulup ekip oluşturarak orman işlerinde sigortalı çalışanların başarılı olduklarını belirtmek yerinde olur.

 

Avrupa’ya akın eden Çingene gençler, büyük gettolar oluşturdular, pazarcılığı yaydılar, hırsızlıkla ünlendiler. Serbest dolaşımın hiç bir hazırlığı olmayan pek çok kişiyi süründürdüğü gibi, birçok aileyi parçaladığını, hamile kadınların dış ülkeye doğum için çıkıp çocuklarını sattılar. Daha birçok tasvip edemeyeceğimiz süreçler gelişti. Dış ülkelerde çalışan Bulgar işçiler aralarında para toplayıp da daha ilk fabrikayı kuramadı. Batıya okumaya giden gençler ise, genelde varlıklı ailelerin evlatlarıdır. Geri dönmüyorlar. T.C.’ne ve Kuzey Kıbrıs’a giden Bulgaristanlı Türk ve Pomak gençler de geri dönmediler.

Bu işin getirdiği risk, Bulgarların 2050’de sona ereceği, soylarının tükeneceği hesaplarını gündeme getirdi.

 

Dört ve son:

Gençlerimiz kendi kaderlerine ellerine almalıdır. Tek tek değil birlik olarak, aynı köyden, kentten, yöreden gençler arasında yanın dostluk, ortak çalışma, birlikte olma domulu geliştirilmelidir. Artık bir kişinin iş yeri açması çok zor oldu, oluşturulan gençlik ekiplerine iş yeri açma kredileri daha kolay veriliyor. Güçlüklerden kaçmamak lazım. Sanayisi çökertilmiş, tarımı darbeler almış ve yeniden örgütlenmede zorlanan Bulgaristan genç kan bekliyor. Hepiniz okuyorsunuz, fakat uygulanamayan bilgi ölüdür, bilgi yüklü olmayan pratik de kördür.  Fazla uzatmadan, şu teklifte bulunmak istiyorum.

 

Devrimci dönüşüm ne demektir?: – Üretim ilişkilerinin ve üretim araçlarının değiştirilmesidir. Bulgaristan’da Türklerin yaşadığı bölgelerde en önemli üretim ilişkisi – toprak mülkiyeti ilişkisidir. 1990’da bu ilişki değiştirildi. Tarım kooperatifleri dağıtıldı ve topraklar sahiplerine geri verildi. Yani toprak mülkiyeti özelleşti. (iyi mi oldu?, Kötü mü oldu? ben bunu tartışmak istemiyorum.) Tabii ki, kolektif mülkiyet çok daha fazla imkânlar sunar. Toprak mülkiyeti dedelerinizin, babalarınızın üstüne kayıtlı ve istediğiniz zaman tapu çıkartabilirsiniz.

 

Ama bu defa Bulgar,  teknik tarım ürünleri üretimini kotaya bağladı. Hangi ürünler teknik tarım ürünüdür. Örneğin TÜTÜN. Oradayken tütün bizim ekmek teknemizdi. 280 bin ton tütün üretiyorduk. 2015 yılı kotası 28 bin tondu. Bu miktarla yaşayabilmemiz imkânsızdır. O zaman üretim nesnesi olan tütünü değiştirmeliyiz.

Biz kozacılığı öneriyoruz. AB Bulgaristan’a 5 milyon adet yaprak dudu dikilmesine izin verdi. Her koza kutusuna 136 Euro teşvik verilecek. Memleket 17 bölgeye bölünmüş. Koza kurutma tesisleri, 2 elyaf ve 2 adet son teknoloji hazır mamul fabrikası kurulacak. Son hesapta bu işle uğraşan genç ailelerin tütüncülerden 5-6 defa daha iyi gelir elde etmesi planlanmıştır. 29 bin aile çalışacak. Bu bir ulusal programdır. Hazırlayan ve AB’den geçiren bir arkadaşımız, Türk’tür.

Damla ve yapraktan sulama teknolojileriyle Mayıs ile Eylül arası 4 yükleme iş olacak. Bu amaçla Bulgaristan Vratsa şehrinde Dut enstitüsü kuruldu. Fidanlar orada yetiştirilecek. Genç aileler eğitilecek. Gerekli tüm bilgiler ve desten verilecek. Kurs ve seminer çalışmaları öngörülüyor.

Bu kapıda bekleyen bir projedir.

Bu iş için 2 genci – kız veya oğlan fark etmez, lise öğreniminden sonra Bulgaristan’ın Stara Zagora kentindeki “Yüksek Veteriner Enstitüsüne – “kozacılık ve arıcılık” bölümünde okumaya göndermek istiyoruz. Fakat sonra 10 yıl bizim sistemimizde çalışacaklar. Birkaç ödevleri olacak. Bir, iyi uzman olarak gelişmek. İki, kozacılık dilini sorumlu oldukları bölgelerde iş dili olarak yerleştirmek ve halkı bilgilendirmek ve eğitmek. İşte bir imkan. Öğrencilerin masrafları, yüksek okul ve kampüs harçları bizden olacak, her zaman arkanızda olacağız.

BULTÜRK bu gibi birkaç proje geliştirdi. Birisi üstüne bilgi aldınız. Bunlar arasında elektronik araçlarla Bulgaristan’daki tüm çocuklara anadil öğretme tasarımımız çok ilginç. Tüm Balkanlar için uygulanabilir. Çalışıyoruz.

Ve sonuç olarak

 Bize karşı olanlar, iç ve dış düşmanlarımız, 200 yıldan beri her zaman ve her yerde el ele, kafa kafaya, iç içedirler. Koordineli çalışıyorlar. Türkiye’deki paralelciler, geziciler, PKK-cılar, PYD-ciler, İŞİD-çişler vb gibi. Bulgaristan’da da öyle gizli polis ırkçı sağ-sol milliyetçiler, gizli servis DANS, Moskova istihbaratı FBC, Londra’daki Mi-6, Almanya’daki “Haber Amirliği” vb sanki HÖH – DPS yönetimi – Ahmet Doğan, umarım DOST-Lütfi Mestan ile birlikte sıkı bir işbirliği yapıyorlar. Başka türlü çalışmadan, işe gitmeden, viski kadehi elde koltuğa kurulmuş masa başında sefa sürmek imkânsızdır. Ve bu ırkçıların hepsi aynı zamanda Türk ve İslam düşmanıdır. “Anti-teröristim” deseler de Türk ve İslam düşmanıdırlar. İyi olmamızı hiç bir zaman istemediler, asla istemiyorlar.  Evlad-ı Fatiha 1453’ten beri onların düşmanıdır. Fakat savaş meydanında şehit olmak da var. Bu sonsuz bir mücadeledir. Çok kurban verdik. Artık dalgayı geri çevirme zamanıdır, bunu istiyoruz. Yapacağız. Yağdan kıl çeker gibi gerçekleştirmeliyiz. Ankara’dan gözünü açmasını rica ediyoruz. İnsanları kravatlarına bakarak değerlendirmekten vazgeçsinler.  Başarılı olacağımıza inanıyoruz.   Dinlediğiniz için teşekkür ederim.

Reklamlar