mustafa 222

Dr. Mustafa KAHRAMAN

Konu: Tarihi bilmeyenler bugünü çözemez.

Prof. Dimitrov sığımacıların Hıristiyanlaştırılmasını istedi

Hekimlik okurken kalın ama ruhsuz tıp kitaplarını görmek bile istemediğim oluyordu. O anlar karşı raftan bakan Byron ve Goethe’ye uzanır, ruhuma hayat şerbeti arardım. Belki de dedesi Türk olduğundan ya da İslam dini, Peygamberimiz Hazreti Muhammet ve Kuranı Kerim üstüne yazdığı şiirlerinde sıcaklık bulduğumdan Johann Wolfgang von Goethe’nin eserlerinden birini çekip okurdum.

Not ettiği ölümsüz fikirler düşündürürken, Hz. Muhammed’in Namesi’ni (şarkısını) bin kez okumuşumdur desem azdır.

Kurban Bayramına önce, bayramlaşma heyecanı ve sevginin çiçeklenmesini bekleyiş gönül samimiyetine kapı aralıyor. Türkiye’ye gelmezden önce, Vahdet’in anlamını bilmediğimi itiraf ediyorum. “Koskoca Doktor oldun, Vahdet’in ne olduğunu bilmezsin” sitemini işitmemek için, yıllarca kimseye soramadım. Yanıtı şair Goethe dörtlüklerinden birinde buldum.

Böylece hak ortaya çıkacağa benziyor.

Muhammed’in de başardığı gibi,

Zira o bir Vahdet kavramıyla

Tüm dünyaya diz çöktürdü.

Burada Vahdet –tek, yegâne – anlamındadır.

Allah’tan başka Allah yoktur, haberidir.

1749 – 1832 yılları arasında yaşayan Orta Çağı klasiği Goethe, geçmişi ve geleceği olmayan insan olamaz, derken o çağdaki İslam kültürünün Batı kültüründen ileri ve üstün olduğunu duyurur. O zamana kadar bir gizem dünyası olarak bilinen Doğu’nun perdesini kaldıran odur ve ayrıca dinlerin, kültür ve uygarlıkların dört yanına değinirken insanları yeni bir dünya görüşüyle silahlandırmıştır.

Şöyle de söyleyebiliriz: O, akisleri dönen bir ilahi ses gibi günümüzde tınlıyor. Sanki bizim halk sanatımızın 100 yıl nabzını tutan “göç yolları göründü bize” ve  “göç yolları döner tersine” şarkılarımızda o büyük zekâdan seda taşıyor. Yaşanan çağların ana çizgileri günümüz aynasında gün ışığında parlıyor.

20 Eylül 2015, Pazar, İstanbul “Yeni Kapı’da” terörizme karşı “Tek Bayrak”, “Tek Ses” ve “Tek Yürek” mitingine katıldım. Başbakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu, Rumeli, Bulgaristanlı göçmen iradesinin vatan bilincine kenetli olduğunu özel vurguladı.

Geçen yüzyılda 5 milyondan fazla Balkan Türkü vatan yolunda telef oldu, birisinin dikili taşı yok gerçeğine özel vurgu yaptı. Duygulandım. Gözlerim yaşardı. Uyanan çağrışım kaleme uzanmama vesile oldu.

Başbakanımız atalarımın çilesini anlattı. Bir asır adım başı kurban alan ana-vatan yolunu.

21.yy meydanlarına sığmayan acı ve heyecanı. İstanbul / Zeytinburnu Spor Salonu’nda yapılan başka bir buluşmada, bu konuya, Batı Trakyalı göçmen kızlarımızdan olan Prof. Meral Akşener değinmişti. “Bağrında iki kuşak dede mezarı olmayan toprak, kimseye Vatan olamaz!” demişti. Tüylerim diken diken, donup kalmıştım. Dedelerimin mezarına gitmemiştim. İşte o an kendimden utandım.

Düşünüyorum da, ne kadar benziyor bugün düne!

Git gel gibi. Okyanus sularının kabarıp karaya dönmek için hangi kazanda kaynadığını, ne gibi hazırlık yaptığını bilmiyorum. Yer çekimine bağlıymış. Balkan Türklerini anavatana Türklük, İslam ve anavatan çekimi topladıysa, soruyorum: Türkiye ve Balkanlar üzerinden Avrupa’ya yürüyen insanları hangi zihniyet ve ruh gücü yola düşürdü?

Atalarımız zordan, zulümden, ölümden kaçmıştır.

Şu kucaklarında emzikli bebe olan analar evini yurdunu neden terk ediyor? Bu, son derece büyük ve birey gücüyle aşılması mümkün olmayan bir zora ve muhtaca dayanır olmalı!

İhtiyaç ne kadar büyükse yardım da o kadar hızlı gelir,” çınlıyor kulağımdaki yaşlı bilge sedalarında. Alet edevat, ilaç dolu çanta elimde, çağrılan yere gecikmeden yetiştiğimde karşılanırken “Hızır gibi yetiştin maşallah!” adetten söylenmiş olsa da,  gönlüm bir hoş olurdu. Aslında bu lütuf, adalet ruhu her yeri aydınlatan Hz. Muhammet’e atfedilmiştir.

Halk kültürümüzde içten minnet ifadesi olarak yaşıyor. Türkiye’nin dayanılmaz duruma düşen komşularından iki buçuk milyon kişiye 4 sene sofra ve yatak açması dünyayı şaşırttı.

Misafirperverliğimiz, hoşgörümüz, dara düşene el uzatmak eski kültürümüzün bugüne yansımasıdır. Eski çağ kültürümüz ile evrensel şahsiyetlerimizin dünyayı etkileyip verimli kıldığını görüyoruz. Avrupa’ya dudak ısırtan konukseverliğimiz temel geleneklerimizden biridir. Cumhurbaşkanımız Sayın R. Tayip Erdoğan’ın gelin bu ateşi birlikte söndürelim, terör ocaklarını birlikte yok edelim çağrıları artık gerçek sağırların da kulağını açtı. Obama, Putin, Merkel ve daha birçok lider Yakın Doğu’da yanan ateşle ilgili görüş değiştirmeye zorlandı.

Zamanını çağdaşlarından daha iyi görebilme gücünü bilgelik kaynağından alan dahi Goethe, Doğu’yu okurken insanların İslam’ı gönüllü olarak kabul ettiklerini duyurdu. Yahudilik bir var oluş Tarzı, Hıristiyanlık bir Dogma, ama İslamiyet kelimenin tam anlamıyla bir Din diye yazdı. İslam’ın dünyaya, insanların da İslam’a akışını şiirleştirdi.  “Karanlığın kapısı kapalı” derken, aydınlığın ayak seslerini dinledi. Celâleddin Rumi’nin “Müzik Cennet kapılarının gıcırtısıdır” sözleriyle gizem dünyalarına girdi. O devirlerde, eski Avrupa’da da göçler vardı. Şu dörtlükte Batı’ya ışık taşımak için Doğu’da ilham arayan, gerçek Goethe var:

Kuzey, Batı ve Güney paramparça oluyor.

Tahtlar çöküyor, imparatorluklar sallanıyor.

Pederşahilerin havasını solumak istersen,

İş tertemiz Doğu’ya hicret et.

Anlatılan eski tufanla bugünkü dünya trajedisi ne kadar benzeşiyor. İmparatorluklar yine parçalanıyor, kırbaçlanan insanlar kaçıyor. Kaçanlar kafilesine yenileri katılıyor. Tahtlar sallanıyor ama B. Esat gibi diktatörler hala düşmüyor. Medeniyetler arasındaki uçurumlarda isimsiz bebeler, çocuklar, analar, yaşlılar kayboluyor. İŞİD gibi maskeli İslamcı katiler dünyayı yaşanmaz hale getiriyor. Kan gölünde yüzen imparatorluk heveslilerini yaşatmak için yeni askeri üsler kuruluyor. Geleceği şiddet ve zorbalık ezdikçe, umut ufku arayanlar denizi göğüslüyor. Sonu olmayan yolculuk kâbusu çıkmaza saplanıyor. Yeniden doğuş aydınlıksa, onu arayanlar yok oluyor. Arkada kalan dünyada bir köpek bile yaşamaz desem, bilmem yeterli olur mu! Goethe’nin devrinde Batı da böyleymiş ki, o “Doğuya hicret et!” demiştir.

Savaş, yangınlar ve felaketler içindeki Yakın Doğu toprağını kan, acı ve gözyaşları sularken, beklenen yenidünya doğmuyor. Kabaran göç dalgasını doğuran, yerçekimi falan değil, tarihin tanımadığı zorbalıktır.

Balkonuma güvercinler kondu. Su içip, yek gagalayıp nefes alarak yaşıyorlar. Tepeliler bile ne birbirlerini ne de ötekileri yoluyor. “Kış” desem hepsi uçuşacak, demezsem bakışmalarına, ara sıra öpüşmelerine, sıçrayıp uçmalarına, hatta takla atışlarına doyum olmadığı gibi, engel de yok. Erkekle dişi yumurtalar üzerinde sıralaşarak yatıyorlar. Yavrular tüylenirken solucan taşıyıp gagalarına veriyorlar. Düzeni bir hayat! Su, solucanlar ve gökyüzü hepsine yetiyor.

Uyumlu bir yaşam için yazılı kurala gerek yok!

Güvercilerin düzeni eskiden de böyleymiş. Değişen yalnız insanların birbirlerini engellemek için çektiği çitlerde, daha dikenli ve daha yüksek oluyorlar.

Beton duvarlar uzuyor. Yasaklar yasalara işlenirken yaptırımlar artıyor.

Büyük sorun bir de kaçak sığınmacıların paylaşılmasında,  dedelerinin ömrü Afrika’da köle seçmekle geçenler, bugün “kendi gelenleri” beğenmiyorlar.

İnsan yetersizliğinin atası kural koymaktır!

İnsanoğlu her zaman yeni kural koymaya ve tavrını haklı göstermeye hazırdır. Bulgar tarihçi Profesör B.Dimitrov yine boy gösterdi. “Müslüman sığınmacılara haç öptürüp, vaftiz edelim” dedi.

Hıristiyanlaştırılmalarını istedi.

Vaktiyle Orta Asyalı Kumanlar, Peçenekler, Avarlar ve Tatarlar Tuna’yı geçip Rumeli’ye girerken, sözde Bulgar papazları onları durdurur, haç öptürüp vaftiz edermiş.  Profesör 1839’a kadar Bulgar papazların Rum olduğunu unutmuş! Saçmalıklarına “soya dönüş” fiyaskosundan sonra yani son 26 yılda, Müslümanları Hristiyan dinine kazanma çabalarının yeni bir yoğunlukla devam ettiğini eklerken, geçen sene (Babası Müslüman olan) Papaz Boyan Sarıev’in 130 Müslüman’ı vaftiz ettiğini ağzından kaçırdı.

Anlaşılan odur ki, sığınmacılardan bir kısmı “muhtemelen” Bulgaristan’a gelse (gelmek istemediklerini defalarca duyurdular)  Bulgar olmaya “kendin geldin” öp şu haçı ile karşılanabilirler. Böylece yerli Türklere “keçi inadı yapmayın” dersi verilecek. “Verin öpeyim, ne olacak!” diyen bir Suriyeli demirci, iş buldu ve emsal oldu.

Hristiyanlıkta “kendi geldi” tarihi yoktur.

30 yıl ve 100 yıl savaşları dinde kıyım ve parçalanma savaşlarıdır. Engizisyon, papazların insanlığa yaşattığı en karanlık devridir. Yahudilik ise, bir yaşam tarzı olarak, hoşgörü içermediğinden topluma emniyet ve güven hissi verememiştir. Bu, aydınlıkçı Goethe’ye ışığı Doğu’da aratırken, İslam’ın tarihsel devrim olduğunu fark ettirmiştir.

Kendi geldi” – Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göç etmesinden sonra yeni din ve uygarlığa yönelen insan kitlesini anımsatır. Zordan kaçanların transit güzergahı olan Bulgaristan’ın tarih gerçeklerini çarpıtan B. Dimitrov gibi dünyeviler ve kilise gölgesinde yeniden yeşermek isteyen kaşarlı politikacılar Papazları siyaset sahnesine itmeye gayret ediyor. Suriye diktatörüne askeri mühimmat taşıyan birkaç Rus askeri uçağına semamızda koridor verilmeyince “bak biz sizin yanınızdayız,” bu işin de bir bedeli olmalı, diyenler ses çıkarmaya başladı.

Kapı aralamak isteyen bu akım, Hak ve Özgürlük Hareketi’ne (DPS) karşı  25 Ekim yerel seçim arifesinde yeni bir Türk ve Müslüman düşmanlığı fırtınası koparabilir.

Yeni olan bir şey yok gibi, seçim öncesi Türklere karşı fesatlık kışkırtılmasını doğal karşılar olduk.

Etkisi: “Bir kulağımdan girdi, ötekisinden çıktı.”  “Kendi geldiler” camiye girmezse, bir taşla iki kuş vuracaklar. Camilerimizi geri vermek istemeyenler, “Araplar bile camiye girmiyor” saçmalığında bir dayanak noktası daha arayacaklar.

Güvercinler balkonuma kendileri geliyor. Goethe’nin verandasına da kendileri gelirmiş. Arzu ettikleri gibi hareket etme hakkını istedikleri gibi kullanıyorlar. Onların inanç ve imanı yok. İnsan inanmalıdır, buna hakkı vardır; bu onun tabiatı icabıdır; dini vaatlere de güvenmelidirler. İnançları sığınmacıları hareket ettiren güç kaynağıdır. Onlara kanattır. Böyle olmasa, onlar yolda söner, kendilerini deniz üzerinde sallanan teknelere atamaz. Edirne asfaltı üzerinde, top sahalarında, tren yolunda güneşin altında olduğu gibi, Ay ışığında ibadet ederken gördük onları. İman ederken güç alıyorlar. Onlar imandan gelecek mükâfatın kendilerini bulacağına inanıyorlar. Böyle bir ortamda savaş zulmünden yorgun düşmüş bu insanları, sığınma hakkı için, din değiştirip “dönekliğe” zorlamaktan daha anlamsız bir şey, daha büyük bir sapıklık olamaz.

AB üyesi 28 ülkede serbest, vizesiz, pasaport ve kimlik kontrolsüz seyahat hayali tuzla buz oldu. Orta Avrupa’yı bostanlık gibi çitleten göç, serbest dolaşım tüm insanların doğal hakkı olmalı bayrağı yükseltti. İnsan hakları hakemliği yapmak isteyen AB sınırlara duvar örme işgüzarlığında haksızdır. Serbest dolaşım insanın doğal hakkıdır.

İnsan Hakları, Düşünce ve İnanç özgürlüğüne esas olan Tolerans (hoşgörü) Fermanı, bir AB eseri ya da yasası değildir. Hristiyanlığın kabulünden 313 yıl önce, tahtı İstanbul olan İmparator Konstantin tarafından yazdırmış ve ilan etmiştir. Yani bir Hristiyan değeri değildir. Bu belgeye sığınanlar daha sonra bir Dogma olan Hristiyanlığı Devlet Dini ilan edip ardından da ret ederek Tek Kral (Çar) /İmparator/, tek Dil ve Tek Tanrı şiarını dayatmıştır ki, işine gelen bunu şimdi de bayrak olarak sallamaya devam ediyor.

Zorla dayatılan kurallara uymayanlar tarih boyu engizisyon ateşinde yakıldı.

Yahudilerin İspanyadan kovulması;  atalarımızın Rumeli’den çekilirken 2 milyon kurban vermesi işbu gerçeğe dayanır. Hep anımsatalım, Avrupa’da ilk kez karşılıklı hoşgörü içinde yaşama ilkesi Goethe gibi aydın dehalar sayesinde, ışığın (bilimin, adaletin, insan haklarının ve sevginin) Doğu’dan, İslam medeniyetinden geldiğini ortaya koyanların çağ açan çabaları sonucu hayat hakkı buldu.

Emzikli bebesi kollarında 5 bin km yaya yol-geçen sığınmacı Bayanlar Batıya ışık taşımıyor.

“Işığımızı neden söndürdünüz, adaletimizi neden bozdunuz?” sorusunu yüzlerine yapıştırmaya gidiyor. Hele Bulgaristan’a! Gönül, sığınmacılarda fırtına yüklü bulut görenlerin haklı olmasını arzu eder.

Bu insanlar bombaların düştüğü köylerde yaşamak istenmedikleri için yollardalar. Ruhsuz ve duygusuz kör idarecilerin yerine yetenekli ve bilge liderler bekliyorlar. Belki onlardan biri henüz beşikte, denizde patlatılan lastik botta ya da annesiyle birlikte tel örgü altından sürünen geçiyordur. Doğu’daki ışığı far eden şair Goethe sağ olsaydı bu yıldızı mutlaka görecekti.

Avrupa kıt’asına sürünen “kendi gelenlerden”  % 30’u Hristiyan’dır. Bu bakıma sınır kapılarına Papaz yığmak anlamsızdır. Bulgaristan Brüksel’den Hristiyan sığınmacı talep edebilir. O zaman Türklere dil uzatılmamış olur.

İnsanlar huzur arıyor.

Bu açıdan bakıldığında Almanya Başbakanı Merkel’in “hepsi gelsin” sözleri yanlış algılandı. O, yollarda olanlara çağrı yapmıştı. Devlet adamlarının yanlış söylevde bulunması sık rastlanan bir olaydır. Yanlış kararlar bazen başkaları için uğurludur.

Bulgar Çarı Ferdinan’tın 1913’te Müttefikler arası savaşa girdi. Trakya’nın Bulgar işgalinden kurtarılması kolaylaştı. Bulgar devleti ulusal felaket yaşadı.

1946’da G. Dimitrov ülkemizdeki Makedonları bir etnik azınlık olarak tanıdı. Onlara Makedon kimliği verdi. Makedonlara iyilik ederken milliyetçiler kudurdu.

1972’de Pomakların ve 1985’te Türklerin isimleri değiştirildi. Sonuçta Bulgaristan’ın tek tek uluslu bir devlet olmadığı kanıtlandı. 1989’da Türkler Bulgaristan’dan kovuldu. Rumeli Türklerinin ulusal bütünlüğü bir daha kanıtlandı. Bulgaristan ekonominin çöküş yaşadı.

Bayan Merkel’in söylev yanılgısı 2-3 milyon sığınmacıya ne çile yaşattı!

Büyük göz Güney Doğu ve Orta Avrupa’yı ırgaladı. Bu gelişmeler Avrupa kıtasını umut balonu şişirme politikalarından vazgeçirmelidir. Yeni uygarlığı göç dalgaları doğurmayacaktır.

Yeni Avrupa bağrında gizlediği eski Avrupa illetlerinden kurtulmalıdır.

Bir örnek:

Bulgar sınırından giren 130 sığınmacı tutuklandı. Ön sorgudan sonra “devlet sınırını ihlal suçundan” yargılandı. Öteki AB ülkelerinde devlet sınırını ihlal kanunu yoktur. Sınırdan geçmek suç değildir. Üye devletler arasında sınır kontrolü kaldırılmıştı.

Sonuç: Sığınmacı sınır geçti diye yargılanamaz, hapse atılamaz!

Bulgaristan’da uygulanan yasa, 1931’de XI. Papa tarafından yayınlanan bir doktrindeki bir maddedir. Papa fermanından kopyalanmıştır. Bulgar meclisinden geçmiş. Özü şudur:  “Küçük birimlerin yetkisi onlara ait olmalıdır.”  Yani AB üyesi küçük devletler kendi iç işleri kurallarını kendileri düzenler, merkez bu işe karışamaz, anlamındadır. Buna dayanarak, sınır geçeni tutuklayıp yargılama kuralı, sınırsız AB içinde eşek dikeni gibi açmıştır.

İş bu yasa, Bulgar makamlarına, etnik toplulukların geçmişine ve geleceğine zehir dökme olanağı tanıyor. Esasında, AB istediği genel geçerli kararı alabilir, biz ulusal egemen bir ülke olarak istediğimiz şekilde uygulama düzenleriz, var. Türkçe, İslam, etniklerin özgün kültürel hakları denince hemen ayağa kalkabiliyorlar: “anayasa”, “bizim yasalarımız” diye ötmeye başlıyorlar. Kırcaali’ye 3 saat Türkçe Radyo Yayını dendiğinde, Makedoncular partisi VMRO, ırkçılar partisi “PF” ve “Ataka” rosofilleri Sofya Radyo binasını basıp “yasalarımız çiğneniyor” yaygarası koparabiliyor. Oysa bir kuralları herkes için geçerli bir dünya istiyoruz. AB yasalarında etnik azınlıkların radyo yayını yapması yasaktır, gazete dergi çıkaramazlar, anadillerinde TV programları olamaz diye bir madde yoktur. Hatta bu etkinliklerin finanse edilmesi öngörülmüştür.  Ama “küçük birimlerin yetkisi onlara ait olmalıdır” saçmalığı hemen harekete geçiriyor ve bu kurala göre, ulusal birimler içinde etnik azınlıklara hak tanınması öngörülmüyor.

Ahmet Doğan’n en büyük ihanet ve hainliklerinden biri şudur:  O, 2007’de AB’ye üye olurken “Bulgaristan’da çözülmemiş etnik sorun yoktur bildirisini imzaladı. Bunu yapmakla hepimizi yüzükoyun sürünür durumda bıraktı ve ensemize basılmasına yol verdi. Todor Jivkov rejimindeki eski duruma istediği kadar var olma hakkı tanındı.

Bugün ona “Allah canını almasın!” diyen Türkler tamamen haklıdır, çünkü o yollarını tıkayandır. Ve bizim öz kültürümüzle, ana dilimizle, dinimizle ve adetlerimizle istediğimiz gibi yaşama hakkımız bugün sığınmacıların durumu kadar acınası haldedir.

Özet olarak, yeni Avrupa eski Avrupa’nın köhnemiş anlayış ve yasalarıyla kurulamaz, Papaz fermanlarıyla yol alamayız. Güvercinler geçmişlerini ve geleceği bilmeden gününü gün ediyor. “Kış” denmezse mutlular. Sınır tanımıyorlar.

Bize her yerde ve her zaman devamlı “kış” diyorlar. Mutsuzuz!

Eski kurallarla yeni düzen kurmak isteyenler, sınırda haç öptürmeyi düşünenler, Avrupa içine “Çin Seti” gerenler, Tuna’yı geri akıtmak hevesiyle yaşıyorlar.

Çağı bitmiş, çırası sönmüşlerin zihniyetiyle yeni Avrupa, eşitlik ve kardeşlik, herkese demokrasi kurulamaz. 21. yüzyılda şair Goethe’ye bir daha dönerken, batarken küçülmeyen Güneş’in yarın sabah yine bütün parlaklıyla herkes için yeniden doğacağı umuduma bir daha şerbet vermek istedim.

Hepinize Mutlu BAYRAMLAR.

Reklamlar