Osman BÜLBÜL

Konu:  Her başlangıçta bir hayır vardır.

             Çiviyi çakanı mutlaka bilmeliyiz! 

Viyanada’yım. Tuna’nın suyu çekiliyor. Serinlik arayan balıklar dibe toplandı. Benim gibi yaşını almışlar için, balıkların dibe toplanmasının anlamı hatıralarla yaşamak gibi bir şey.   

Dibe çöken hatıralar tortulaşır. Çok sevdiğim sanatçılardan Soner Olgun, “Gül Harmanı” şarkısını söylerken beni Kazanlık Ovası’na atıyor. Dip anılarımı eziyor, presliyor, süzüyor. Gül Harmanı yoktur dilimizde, çünkü çiçekler hemen kazanlara dolar ve gülyağı işlemi başlar. Gül Kokusu Türk Kokusudur. İlk kökleri atalarımız getirdiği için, adetlerimizdendir kızlarımızın çeyizleri gül kokar. Misafire ikram edilen tatlı Gül Reçeli’dir. Son ayrılıkta ferahlatıcı kolonya Gül Suyu’dur. Hayatımız Gül Kültürü üzerine kurulmuştur. Tatlılarımız gül gibi açılır, kızlarımızın adı ya Akgül ya Morgül’dür. Gelinlerin yemenileri, mendiller, entari yakaları sümbül, menekşe değilse hep gül oyadır.

Bizde sık anlatılan hikâyede, Fatih’in İstanbul’a girdiğinde “Aya Sofya”yı Kazanlık’tan Gül Suyu ile yık katıktan sonra yeni başkente ilk namazını orada kıldığı rivayet edilir.

Saçın yüzüne perde

Yüreğim düştü derde

 

Ayaküstü duramam

Seni gördüğüm yerde

Ancak bizim Rumeli yüreğinde dile gelir bu denli etkileyici değişler.

Burada Almanların kültürü “kiraz yanaklı”, “al dudaklı” felsefesi üzerine kurulmuştur. Avusturya’da güller bizdekiler gibi kokmaz, kokmadıkları bir yana, yağ da vermezler, ancak bizde var o uçsuz bucaksız gül bahçeleri, içinde gül toplayan kız sürüleri, Gül Bayramı bekleyen sevdalı yürekler…

Dün Nikolayla görüştük. “Mocca caffe”  ile birlikte sunulan “Strudel” pastasının üzerindeki eriklerin Bulgaristan’ın Troyan bölgesi eriklerinden olduğunu, ekşimsi tadın burada sevildiğini anlattı.

Bizim ev kültürümüzde pasta işlerinde “erik tatlısı” olayı olmadığından pek dikkat etmemiştim fakat tekrarlanan ikramdan her gün bir dilimi kenarından azar azar koparıyorum.

Sevimli genç misafirim bana bir fıkra anlattı:

Duvarla Çivi

Duvar onu delip içine giren çiviye seslenmiş, “Hey sen! Neden o kadar çok canımı acıtıyorsun? Sana ne yaptım ki?”

“Benim suçum yok. Kabahat beni itende! Bu soruyu çekice sormalısın.” Diye cevap vermiş çivi.

Düşündüm kaldım.

O ise, “Benim Viyana Üniversitesi’ndeki ilk tezim bu fıkra üzerineydi.” Dedi ve devam etti: O yazımda, sosyalizm yıllarında elimizin kolumuzun bağlı oluşunu ve her şeyin Kremlin’den gelen emirlere uygun şekilde yapıldığını kanıtladım. “Duvar” Bulgaristan’dı, “çivi” de Bulgaristan’dı. “İten” ise elindeki çekiç, keser, tokmak ve balyozla hep Moskova’ydı. Biz tamamen esir düşmüş ve ezilmiş bir durumdaydık. Yazdıklarım üstüne konuşan Profesörlerim “büyük bir gerçeğin iki satır bir fıkra üzerindeki yansıması ancak bu olabilir” demişlerdi, dedi.

Nikolay biraz övünerek anlatadursun, ben çiçeği burnunda DOST partisini düşünmeye başladım. Bu hafta D. Arda’da röportajlarının birinde bir video geldi. Daha parti mahkemece tescil edilmeden ama Sofya Kurucu Meclis toplantı ve kararlarından sonra Kırcaali’nin “Yedi Kızlar Camii” mevlidinden sonra çekilmiş. Anadili çözülmüş yeni başkan Lütfi Mestan’ı Türkçe dinledim. Fikirlerim size farklı ve çelişkili gelebilir. Çünkü ben Bulgarca, Almanca ve Rusça bilen biri olarak, kafamın içinde ana düşünme dilim Türkçemle öteki üç dilin devamlı aralarında yarış, kavga ve rekabet içinde olduklarını hissediyorum. Mesela Türkçe hazineme güzel ve anlamlı bir değim düşse, öteki diller sanki kıskanarak canlanıyor, hafıza tortumdan başkaldırım “aman fazla uğraşma, anlamını çıkaramıyorsan, bendeki şu” gibi suflörlük başlıyor. Benden kopya alsana diye el atıyorlar.

Benim okuduğum kitapların birinde “bir insan anadilini ne kadar bilirse, diğer dilleri de o kadar bilebilir” yazıyordu. Bu nedenle, önce ana dilimizi geliştirip, sonra diğerleri üzerinde ek çalışmalar yapmalıyız. Bir de, bir insanın dil zenginliği kültür zenginliğinin aynasıdır.

Mestan Türkçe konuştu. 18 yıl mecliste kaldıktan ve çok uzun zaman HÖH-DPS meclis grup başkanlığı ve HÖH Partisinin birkaç yıl Genel Başkanı olduktan sonra ilk kez “kimlik”, “etnik kimlik” ve “Türk kimliği” gibi kavramlar kullandı. Olabilir ya, belki de, bu değerler onun  hep onun dilinin altındaydı, fakat ilk kez hayati önem taşıyan inciler olarak önümüze kondu. Şimdilik, o birbirini tamamlayıcı bu üç terimin içerini doldurmadı. Özü açmadı fakat ne de olsa ilk kez ağzına aldı. Bu çekiş olmadan duvara çivi çakılamayacak kadar yüksek bir bilinçlenmedir. Bizim Türk kimliğimiz Bulgar toplumu içine çakmak istediğimiz çividir. Ve bu konuşmasında “ Büyük hedefimiz Bulgaristan’da yaşayan Türklerde Türk kimliği oluşturmaktır!” dedi. Aslında o konuştuğu salon baştanbaşa Türk kimlikli vatandaşlarla doluydu. Onu dinleyenler Bulgaristan Türkleri Müslüman Türk kimliğinin taşıyıcısıdır. Türk kimliği onların atan kalbinde yaşayandır. Damarlarında dolaşan kandadır.

Sorumuza dönersek. Önümüzdeki tabloda, Mestan bizim Bulgaristan Müslüman Türklüğü duvarımıza çakılmış bir çiviydi. Çünkü biz değişmedik. Bu memlekette Türklük ve Müslümanlık kalesi olarak asırlardan beri dimdik ayaktayız. O, yine bizim duvardan çekip çıkarılmış ve yeni bizim duvara çakılmak için çırpınan bir çividir. Eskiden HÖH milletvekili ve parti Genel Başkanı görevlerindeyken, onun duvarımıza çakılmış bir çivi olarak gördüğü rolde o, Türk kimliğimizin önüne gerilen Bulgar kimlik perdesini tutuyordu. O zaman onu kalbimize ve ruhumuza çivileyen çekiç, Bulgar siyasi polisi “DS”, çöpe atılma zamanı çoktan gelmiş komünist-totaliter düzenin ayakta kalmış devlet görevlileri ve bu işte emeği geçen Rus otoritesi KGB idi.   6 ay önce onu duvarımızdan söküp atan yine aynı güçler oldu. Perde ile birlikte düşünce, o perdenin sakladığı duvarın Bulgaristan Müslüman Türk kimliği olduğunu görebildi gibi yeni bir durum ortaya çıkmış bulunuyor bugün…

Aslında çivi iki şeyi birbirine tutturmak için çakılır. İlk rolünde Mestan, Türk Müslüman kimliğimizin eriyip bittiği yalanını gizleten “Bulgar Etnik Modeli” perdesine askı olmuştu.  Onun fonksiyonu (işlevi)  Türk Müslüman geçmişimizle Türk Müslüman geleceğimizi birbirine tutturmaktı. O ise Türk Müslüman geçmişimizle öncesiz olan Bulgar kimliğimizi birbirine yamamaya çalışıyordu. Bu onun paralı özel göreviydi. Ve geçmişle geleceği birbirine bağlama gözlerimiz önünde her gün oynanan bir sahte oyundu. Geçmişi bilmeyen onu geleceğe taşıyamaz, ikisini birbirine bağlayamaz. Bu parayla pulla yapılacak bir iş değildir. Bir atasözümüz “Çivi çıkar ama deliği kalır” der. Edebiyatımızda ise bu “Gönül yarası kapanır ama unutulmaz” şeklindedir.

Bazı yazarlarımız, bir çivi ilk çakıldığı yerde kötü bir işlev görmüşse, çivi çiviyi söker der de, şu da var, bir kötülük aynı cinsten bir kötülükle yok edilemez. Ama burada önemli olan çivinin kendisinden fazla, onu bizim duvarımıza, şu yeni durumda Bulgaristan Müslüman Türk kitle kimliğine iten (çakan) kimdir? Bugün, çekiç, keser, tokmak ve balyoz kavramları sosyal yaşamda hangi perde arkası gücü simgeliyor?

Şahsen ben, DOST partisi tescil edilmezden önce Lütfi Mestan’ın sık sık camiye uğradığı ve hatta Bayram Namazı kıldığı izlenimiyle kaldım. Müslümanlıkta, işin kuram tarafı biraz yana bırakıldığında, yapılmış yanlışlar, işlenmiş günahlar için tövbe etmek, yenilerinin işlenmeyeceği anlamına gelmez. Tövbe etmek acıyla sınanmak da değildir. Burada üzerinde durulması gereken nokta, Lütfi Mestan’ın 18–20 yıl önce Bulgaristanlı Müslüman Türklük duvarına çakılmayı neden kabul ettiği ve onu duvarımıza çakanların henüz kendisi tarafından açıklanmamış olmasıdır. Bu olayda, sınanmadığımız bir acı üzerine yazmak her zaman kolaydır, sözleri bizim için geçerli değildir. Unutmayalım, vaktiyle Ahmet Doğan’ı aramıza sıkıştıranlar, bugün Mestan’ı elinden tutup aramıza sokan aynı kişi ve kurumlardır.

Kısa da olsa, Mestan’ın bu konuşması “dudak ısırttı.” Dumanı üstünde bu konuşmasıyla o durdu durdu, turnayı gözünden vurdu. O bir avcıdır. Yazımı avcı hikâyelerine dayandırmak istemiyorum fakat her için bir başlangıcı vardır. Şahsen ben, Lütfi Mestan’ın DOST partisi kurma fikrinin 17 Aralık 2016 gecesi aklına estiğine de inanmak istemiyorum. Çünkü onun 18 sene hararetle savunduğu “Bulgar Etnik Modeli” inden birden bire Bulgaristanlı Müslüman Türk Kimliğine sıçraması bir ırmağın iki yakasında, bir savaş hattının birbiriyle ölesiye savaşan iki cephesinde olmak gibi bir şeydir. Burada açıklanıp açıklanacak çok şey var. Bu açıdan bakıldığında Sofya Yüksek Mahkemesinin DOST hakkında aldığı kararın hiç önemi yoktur. Önemli olan bugünkü ideolojik, siyasi ve kimlik konumumuzu belirlemiş olmamızdır.

Benim yazıp yazıp da söyleyemediklerimi, bakın şair Naim Bakov, benden bin mil uzakta yine Tuna kıyısında daha 4. 12. 2014’te nasıl anlatmış:

 

Selam alıp, halini sormaktır mutluluk

O an omzundan tüm yükler sıyrılıverir!

Eriyen buzlar insana bir ısı verir

Selam alıp, halini sormaktır mutluluk!

 

Yürek kapıların açılır sonuna kadar

Hissedersin doğada kalmadığını tek

Meziyetlerin var da seviliyorsun demek

Selam alıp, halini sormaktır mutluluk!

Evet, 18 yıl sonra L. Mestan bize selam vermiştir. Şimdiye kadar siyah “Mercedes” içinde yıldırım gibi gelip geçiyordu yanımızdan. Artık durdu. Soru: Neden durdu?  Neden selam verdi bize?! Kendisine yüzde yüz inanmamız için lütfen “Ruhum da Türk Bedenim de Türk” kitabını yazsın, biz de okuyup kanalım…

Bulgaristan Müslüman Türk kimliği oluşturmak, 26 yıldan beri verdiğimiz siyasi mücadelede düğüm noktasıdır. Kısacası, “Bulgar Etnik Modeli”ni çöpe atıp, kendimize dönüşümüz Türk olarak yaşamamız anlamına gelir. Bu bir kırmızıçizgidir. Hak ve Özgürlükler Partisi ile DOST arasına yalnızca bu ayrım çizgisi çekilse yeter de artar. Ardından her şey kendiliğinden gelir. Biz selam alıp selam veremez duruma getirilmişiz…Bulgaristan Müslüman Türk kimliği oluşturma davası, anayasa değişikliğinden başlar ve tüm Bulgar yasalarının değiştirilmesiyle de kalmaz, diğer etniklere de örnek olacağı için, toplumsal düzende ve toplumsal yapıda köklü değişikliklere gidilmesini zorunlu kılar. Bizim öz kimliğimizde Müslümanlığımızın tanınması tüm dini hak, özgürlük ve edinimlerimizin tanınması anlamına gelir. Etnik Türklüğümüzün tanınması ise, anadilimizin, özgün kültürümüzün ve geleneklere dayalı yaşamamamızın resmen tanınması anlamına gelir ki, bu da son derece büyük bir kazanım ve dönüşüm demektir. Bulgar toplumu ancak azınlıkların öz hak ve özgürlüklerini tanıyarak adalet kapısını açabilir, sorumluluk ve tolerans üzerinden hürriyetleri sağlayarak demokratik yapılanmaya adım atabilir. Demokratik toplum kurmak, yabancı turistlere Karadeniz kumsalında, suya basarak ya da ayaklarını ıslatmadan yürüme hakkı tanımak değildir.

Şahsen ben, videoda izlediğim konuşmayı birkaç defa geri sardım. Kısacası küçük dilimi yuttum, başka bir değişle donakaldım. Şimdi önemli olan baltayı taşa vurmadan, bu yola devam etmektir.

Ne de olsa, beni düşündüren “çekiş”, “keser”, “tokmak” ve “balyozun” kim olduğudur. İtenin kim olduğudur. Bu davada çivinin duvara ne kadar derin kakılacağı, yani beklenen dönüşümlerin ne kadar derin, anlamlı, etraflı, özlü yapılacağı, her şeyden önemli olandır.

Bu da topluma çakılacak olan yeni çivinin büyüklüğüne ve kalınlığına da bağlıdır.

Nikola ile fikir alış verişi görüşmelerimizde, bu işlerin Avrupalı Vatandaşlık İçin GERB partisi Başkanı ve Başbakan B. Borisov’la Halk ve Özgürlükler Hareketi (DPS) eski Genel Başkanı L.Mestan arasında Kırcaali’de Türk Kahvesi sohbetinde başladığı görüşünde ısrar ediyor. Orta sol konumlu HÖH partisi seçmen kitlesinin merkez sağ konumlu DOST ‘a kaydırılmasının öyle kolay bir iş olmayacağı ortadadır. İnsanlarımız bazen hatır için iş yapar, ama evinin güneye açılan kapısını kapatıp kuzeye kapı açmaz. Başka bir örnek verirsek, J. Jelev, P. Stoyanov ve R. Plevneliev gibi sağ siyaset adaylarına oy verdik, fakat son 26 yılda hiçbir sağ parti hükümetine katılamadık. Sağ kanat bizi kabul etmedi. Bu 1990’da olabilirdi, ama o zaman oyun kuranlar bizi hem Sosyalist Parti’den, hem de Demokratik Güçler Birliği’nden (CDC) aynı mesafede uzak bir noktada durdurabildiler. Yani çivimiz yarıya kadar çakılmıştı. Yani bir kaderimizi kendimiz belirleyemedik. Çekiç başkasının elindeydi.

Siz de iyi bilirsiniz, çam ağaçları gövdeye kakılan çiviyi yıllar içinde çıkartıp atar ve ondan kurtulurlar. L. Mestan çivisinin Bulgaristan Müslüman Türklük bünyesinden, HÖH-DPS Genel Başkanı olarak yıllar içinde doğal etki sonucu sökülerek dışlanması çok anlamlıdır. Doğallığını korumak isteyen hiçbir bünye, yeni yapılanmada yaralı, dışlanmış ve olumsuzlanmış olanı kabul etmez. O bakıma önümüzdeki ayların, yılların, seçimlerin ve DOST partisinin seçmenle kaynaşmasının olağanüstü anlamlı olacağı görüşündeyim.

Biz, gerek 04 Ocak 1990’da Ahmet Doğan’ın Varna’da kurucu kurultayda Hak ve Özgürlükler Partisi Genel Başkanlığını ele geçirmesine, gerekse daha sonraki yıllardaki tüm etkinlikleri için onu iten gücün, hep komünist partisi kalıtı, gizli polis “DS”, Rusya’nın ülkemizdeki casusluk örgütü KGB ve daha sonra da Rus mali oligarşi menfaatleri olduğunu tekrarlayarak vurguladık. Ne de olsa, 17 Aralık 2016 parti içi darbe olayının ardında bir Rus uçağının düşürülmesi olayının bulunduğuna henüz inanamadık.

Burada üzerinde özellikle durulması gereken önemli gerçek şudur. Duvara çakılan çivi kendisi kendini sökemez. Onu çakıldığı yerden birilerin çıkarması, sökmesi gerekir. 17 Aralık 2015 gecesi A. Doğan’ın L. Mestan ve arkadaşlarını bir hamlede partiden, meclis grubundan, Genel Başkanlıktan vb attığı gibi.

Olay üzerinde beyin fırtınasına siz de katılın lütfen…

Sağlıcakla kalınız.

Reklamlar