Sevilcan YÜCE

Konu: Bayram Selamı!

Hz. Muhammed’e Övgü

Hz. Muhammed’in Şarkısı

 

Kaynaklardan fışkıran,

Şu neşe pınarına bakın,

Bir yıldız çakışı sanki

Bulutlar üzerinde

Yüce ruhlar beslemiş gençliğini,

İçinde koruluktaki kaynakların!

 

Taptaze gençliğiyle,

Sıyrılıp bulutlardan

Raks eder gibi iner mermer kayalara

Haykırır sevincini yine

Sinesinden asumana.

 

Katmış da önüne rengârenk çakılları

Sürüklüyor dağ geçitlerinden aşağı,

Ve bir önder azmiyle

Götürüyor beraberinde,

Nice kardeş pınarları

 

Vadilerden aşağı

Çiçeklerin geçtiği yerler,

Ve çimenler

Soluğuyla yeşerir.

 

Lâkin eyleyemez onu,

Ne gölgeli vadiler,

Ne sevdalı bakışlarla yüze gülerek,

Dizlerine kapanan çiçekler;

Basıp ovayı tâ içlere kadar ilerler,

Sonra döne dolana akar gider.

Yoldaşı oluverir akarsular.

Ve şimdi güneş pırıltılar içinde

Girer ovaya,

Ve onunla pırıldar ova,

Ve ovalardan gelen ırmaklardan

Ve dağlardan inen derelerden

Sevinçle bir ses yükselir: Kardeş!

Kardeş, kardeşlerini de al yanına,

O kadim Yaratana,

Kucağını açıp bizi bekleyen

O ebedi ummana kavuştur,

Ah! O kollar ki beyhude açılmış,

Bağrına basmak için hasret çekenleri;

Zira şu ısız çölün

Haris kumları bizi yiyip bitirecek;

Güneş yukarıdan kanımızı içecek;

Bir Tümsek engel göle ulaşmamıza!

Kardeşler!

Al ovalardan bütün kardeşleri,

Dağlardan bütün kardeşleri al

Eriştir hepsini yüce Yaratana!

 

Haydi, gelin hepiniz!-

Nasıl da coşmakta şevkle;

Bir nasıl ki taşıyor yücelere önderini!

Parlak zaferlerle ilerlerken,

Ülkelere ad verir,

Geçtiği yerlerde şehirler kurulur

Durdurulamaz, muttasıl akar köpürerek

 

Öyle cömert bir fıtrat ki o,

Parlayan kuleleri,

Ve görkemli mermer sarayları

Böylece ardında bırakır gider.

 

Sanki atlas; sedir ağacından gemileri,

Taşıyor devasa omuzlarında,

Ve bir uğultu ki rüzgârda,

Sırtında binlerce yelkenli,

Hep onun ihtişamına şahit.

Ve böyle bütün kardeşlerini,

Evlatlarını, hazinelerini,

Neşe saçan kalbiyle

Götürür bekleyen Yaratana.

 

Nasıl anlamalıyız?

 

Bu şiir Hz. Muhammed’i yüceltmek için yazılmış bir tür na’t, bir kasidedir.

Easen Goethe, bu şiiri Muhammed Dramı’nda Hz. Ali ile Hz. Fatma’nın kıta kıta okumaları için kaleme almış. Ne var ki adı geçen dram tamamlayamayınca, geriye yalnız şiir kalmıştır. Bu eseri kaleme almadan önce Goethe, Avrupa’da o zamana kadar Hz. Muhammed hakkında neşredilmiş tüm kitapları okuyor. Şunu belirtelim ki, şairler prensinin Hz. Peygamber hakkında okuduğu kitapların hemen hepsi maalesef önyargılarla dolu menfi kitaplardır. Daha doğrusu bu kitaplarda Hz. Peygamber, iktidar düşkünü, şiddet yanlısı bir sahtekâr, tiran ve yalancı bir peygamber olarak tanıtılıyor; fakat buna rağmen Goethe, gizliyi yarayan deha kudreti, sezgisi ve müthiş zekâsıyla bu olumsuz kitapların ve önyargıların cürufunun içerisinden “”fışkıran bir neşe pınarı” olan Hz. Peygambere ulaşmayı başarmıştır. İşte bu muhteşem şiir, bu harikulade kaside böyle bir anlama ve algılama merakının eseridir. Doğrusu Goethe, işte bu şiirinde Hz. Peygamberi insanlığın manevi lideri, bir “deha” olarak tanıtmaktadır. Ona göre Hz. Peygamber, insanlığın manevi lideri olarak, onun tabiriyle bir de “dâhisi” olarak, tıpkı kayalardan fışkıran bir pınarın ummana koşması gibi, tüm insanları bir kardeş muhabbetiyle yanına almış, Allah’a eriştirmeye çalışmaktadır.

 

Daha şiirin ilk mısralarında estetik büyüsüyle şöyle bir tablo çıkıyor karşımıza:

 

Kayalardan fışkıran berrak bir pınar…

Beyaz inciler gibi raks edercesine mermer kayalar üzerine dökülür ve parlak bir ufuk huzmesi gibi yukarı sıçrar, tül tül dağılır…

Hayat verici, taze, canlı, serinletici su ve suyun harikulade sesi…

İlk mısralarda irademizi âdeta sihirleşen bu estetik görünüş, bu gümüş parıltı gittikçe büyüyen, açılan ve diğer akarsuları, çayları ve dereleri de bünyesine katmak suretiyle daha da güçlenen, güçlendikçe güzelleşen, büyük görkemli kayalar üzerlerine tül tül dağılan, yayılan ve yeniden toparlanan, sonra daha güçlü olarak akışına devam eden ve zamanla tüm renk ve ışık oyunlarıyla gözü, sesin çeşitli tini ve renklerinden oluşan bir ahenk ve ritimle de kulakları kendine bend eden bir güç, ihtişam ve coşku ırmağı halinde okyanusun derinliklerine iner.

 

İlk bakışta gördüğünüz manzara budur; dağ doruklarında bir ışık seli halinde inen ve bütün diğer dereleri ve küçük nehirleri de kendine katarak hiçbir engel tanımadan okyanusa koşan gümüş bir parıltı.

 

Aynı manzaraya biraz daha yakından bakalım:

 

Dağ doruklarındaki kayalıklardan gür bir ışık sesi gibi fışkıran berrak, pırıl pırıl bir pınar, omuzlarımızdan dökülür gibi, hayat saçarak, susuz gönülleri serinletircesine yüce dağlardan iniyor; kayaların arasından köpük köpük dökülerek, çağlayarak aşağılara doğru akıyor. Bu coşkun akış, bu heybetli geliş esnasında gittikçe güçlenen ve köpüren pınar, dağ çiçeklerinden geçerken rengârenk çakılları önüne katar, kardeş pınarları yanına alır, daha da güçlenerek, kükreyen bir aslan gibi vadilere iner. Onun soluğunu duyan çemen çocukları bir bir seyre çıkarlar; süsenler dillenir, menekşeler titreşir, sümbüller ve laleler yakasını açar, gelincikler el ele tutuşur ve her zaman gözü yaşlı nergis başta olmak üzere tüm yüzler güler. Gelişini hasretle bekleyen, içtenlikle sevinen, kutlayan, bayrak eden bahar çocukları, gidişine üzülür, gözyaşı dökerler; ayrılmasın diye yalvarıp yakarırlar, dizlerine kapanırlar; vadi yemyeşil ipek halılar serer ayağına, güzel kokuyu sevdiği için çiçekler en güzel kokuları taktım ederler ona. Gitmesini istemezler, çünkü onunla iklim değişmiştir, bahar gelmiştir gönüllerine… O ise, ovayı tâ içlerine kadar sulayıp, ışıklandırdıktan sonra kararlı adımlarla yoluna devam etmek ister. Uzun zaman onlarla olamaz, eğlenemez, çünkü hasretle kendini bekleyen kardeşlerini de alacaktır koltuklarına; ovalardan çayları, dağlardan inen dereleri de kardeşçe kucaklayıp bağrına basacaktır. Peki, bütün çaylar, dereler ve küçük akarsular bu ana ırmakla birleşmeye can atarken, kendi başına akıp giden, ana ırmakla birleşmek istemeyen, yanlış yolda olan ve yanlış yöne akan sular çıkmayacak mıdır? Çıkacaktır belki, çünkü kalpleri mühürlü olanlar da vardır. Onlar sapkınlardır, Allah’ın ipine sarılmayanlar, elbette yanlış yola gideceklerdir. Allah’ın ili gürül gürül akan ırmağa benzer; bu ırmak ilahi mesajın taşıyıcısı, ilahi bilgilerin men bağ Hz. Peygamber’dir. Bu ilahı mesajı taşıyan Hz. Peygamberi hiçbir engel durduramaz; o hiçbir yerde eğlenemez. Onun görevi bu ilahı mesajı tüm insanlara ulaştırmaktır.

 

Yaşayan mesaj: Gel, bizi de kollarına al, ummana, yüce Yaradan’a ulaştır!

 

Evet, bu ilahi mesajın taşıyıcısı hiçbir yerde eğlenemez, kalamaz, çünkü kâinatın her yerinde insanlık onu beklemektedir. Dağlardan kopup gelen nice dereler, onun kucağına atlarcasına şelalelerden aşağı bırakan köpüklü sular ve kızgın güneşin altında, parlak kumlar üzerinde sessizce akan çaylar onun sesini duyuyorlar, onu bekliyorlar, ona sığınmak istiyorlar. Ve pek garibana duygularla, “Gel, bizi de kollarına al, ummana, yüce Yaradan’a ulaştır!” diye yalvarıyorlar; Şu ıssız, vahşi çölün, muhteris kumları bizi yiyip bitirecek, güneş yukarıdan kanımızı içecek!” diyorlar. İşte bu yüzden, o nurdan nehir, omuzlarında dehanın ağır yüküyle yoluna devam etmek mecburiyetindedir; zira o, beşeriyetin acılarını dindirmekle görevlidir. İşte bu yüzden o, kırık kalpleri onarmak, üzgün yüzleri güldürmek, geçtiği yerlerde memur medeniyetler inşa etmek üzere yoluna devam istemektedir. O, geçtiği yerlerdeki harabeleri mamur bir medeniyete dönüştürmüş, ardında ışıl ışıl yanan minareler, kuleler ve pırıl pırıl mermer saraylar serpiştirmiştir.

 

Üstünkörü bir bakışla şiirdeki estetik manzara böyle görünmektedir; ancak bu estetik görüntü bizi şiirin anlatmak istediklerini tümüyle vermekten halen çok uzaktır. Şiiri hakkıyla derlendirmek için bütünüyle muhtevaya, yapıya ve teferruata daha yakından bakmak gerekmektedir; ancak evvela neşrinden sonra şiirin yarattığı yankılar çok derin ve görkemli olmuştu. Bu şiirin ilk baskısıyla başlayan kıskançlık kendi kendini yerken, İslam dünyaca büyüdü.

 

Bayramınız kutlu olsun.

Reklamlar