Neriman ERALP

Fransız klasiklerin babası Balzac romanlarını yazarken sık sık ağılıyormuş. Soranlara:

–          En sevdiğim kahramanlardan birisi öldü. Hâlbuki onu doğurup yetiştirince ne kadar

zahmet çekmiştim, cevabını veriyormuş.

–          Kahramanı yaratan şekillendiren sen değimlisin? O kadar seviyordun da neden

öldürdün, diye takılanlarında, verdiği cevap şu oluyormuş:

–          Yok, ben öldürmedim, olayların akışı öldürdü kahramanımı, diye ağılamaya devam

ediyormuş.

 

Bizim hayatımız da DALGA DALGA. Bir yandan yeni doğarken, bir şey yaratırken sevinip gülüyoruz, aynı zamanda ölüp gidenin ardından matem tutup üzülüyoruz. Her gün her yerde yeni olan bin bir güçlük içinde doğarken, aynı çilelerin bir başka biçiminde zamanı dolan giderek gözlerini yumup aramızdan ayrılıyor. Yine aynı zaman içinde yeni olan günleri dolanın yerini alıyor. Dünya kesintisiz bir süreç yaşıyor. Tüm bu kesintisizliğin içinde, yeni olan gidenden üstündür sözleri baştan aşağı saçmalık. Geçerli olan “gelen gideni aratır” sentezinde gizlidir. Balzac’ın son kahramanları birincilerden daha mı üstündü? Olamaz. Bilinmeyen bir şey varsa, o da, onun her biri için ne kadar ağıladığıdır. Yoksa hep hepsi için mi ağılıyordu!

 

Milli bilince tırmanışı, uyanış sürecimizi, kimliğimizin biçimlenerek gelişmesini ve olgunlaşmasını ele alalım. Ne kadar çok zaman geçmesi gerekmişti.  İçimizde kahraman yaratmak, onu dışarıda bir örnekle beslemek, eski bir zaman kesiminde yaşamış bir kahramanı günümüze dikip baş tacı etmek, emsalini kitaplarda bulduğumuz kahramanı şimdiki hayatımıza orta direk yapmak, bunlar çok zor işler, hatta imkânsızdır. Hele birisi önerdi diye hayatını ona bağlamak. Sayı Ahmet Doğan’ı kim önermişti. Bilen yok. Bunlar çok tehlikeli işlerdir. Örneğin, Doğan’dan ayrıldı diye, Kasım Dala ümit bağlayanlar oldu. Keşke ümitlenmeselerdi. Boş olduğu görüldü. Bu kahramanları yaratanların ağlama zamanıdır. Kimse ağlamıyor, çünkü zamanı dolanlar hapishanelerde otelde gibi yaşamışlar.

 

Her “kahramanın” kendi zamanı vardır. Kimileri zamansız kahramanlardır.

Yirminci yüz yılda Bulgaristanlı Türklerin kahramanları soykırım ve kültürümüzün yok edilmesine karşı mücadelede yetişti. Mücadelemizin ne özünü ne de biçimini bilmeyenler de “kahraman” oldu. Adettendir, düğüne gelen misafirdir. “Hoş Geldiniz,” denir. Kahve ikram edilir. Yemek verilir. Fakat hoşgörü yalnız bizdedir.

 

Tek uluslu bir Bulgar devleti oluşturmak isteyenlerin son hedefini göremeyenler mahpustan sonra başımıza bilirkişi kesildi. Karpuz ile kavun bile aynı tarlada sürünerek yetişir ama birbirinin aynı değildir. Rengi başka, kokusu başka, tadı başkadır. Bunu biliyoruz deyenler,  karışmazlar, karıştırılamazlar, zorla tozlaştırılsalar bile insanların ağzından çıkan söz “tadı kabak gibi” olur. Adamın başka eşeği olmadığında, topal eşeğe bel bağladığı gibi, biz de kabak kafalılara inanmak zorunda kaldık. Anlatanlar anlattılar da, bunu anlamayanlar anlayamadılar. Bir nimet olarak, karpuz karpuz kalmak, kavun da kavun kalmak ister deyenler, ne kadar çok çile çekti, kökleri, çiçekleri, yaprakları ayakaltına alında çiğnendi. Ve biz o zaman bu zaman, dünyayı, kapuzla kavunla, çiçekler, kuşlar ve ağaçlarla anlatmaya devam ediyoruz, çünkü varlıklara anlatıma ilişkin yasal yasak yoktur.

 

İnancıma göre, karpuz kalmak isteyen karpuz ve kavun kalmak isteyen kavun kalpsiz değildir. İkisi de kimliklerini koruduğu için sevilir. Onları birbirine katıp ikiden bir, dörtten iki yapmak isteyenler, onları kıskananlardır. Güzeli sevmemek için kalpsiz, çeşitlilikten ilham almamak için ise, aşırı kıskanç, egoist olmak gerekir. Hem kıskançlık, hem kalpsizlik, hem hainlik insanda doğuştan karakter çizgisi midir?, diye sorsanız, Balzac ne cevabı verirdi?

–          Kıskançlığı da, kalpsizliği de, hainliği de yaratan olayların akışıdır mı deyecekti.

Öyleyse bütün hastaneleri yıkalım, iyi yürekli, çok asil, yüksek alınlı, lüle saçlı, mavi gözlü yeni kahramanlar dünyaya gelsin diye kadınlar doğumu bahar aylarında tüm çiçeklerin açtığı çayırlarda yapsın. Dünyaya yeni gelen gözünü ilk açtığında mavi gökyüzünde gülümseyen bereket yüklü bulutlar görsün, sevgilisini sohbete çağıran bülbüller işitsin, ciğerlerinde ekin tarlalarında başaklarla oynaştıktan sonra hafifçe esen umut rüzgarı dolsun, birbirini kovalarken kelebekler saçlarına lüle lüle tasarımlar çizsin…. Ne dersiniz? Zamanla, “çamurda doğduk, bataktan çıkamadık” sözleri de unutulur. Birbirlerine nöbet teslim edenler kötülüklerden söz etmezler. Zaten bahar mevsiminin gelişini doğada hep tüm canlıların uyanması, çiçeklerin açmasıyla simgeliyoruz. Biz gibi etnik toplulukların bahar mevsimi neden gelmesin? Neden tüm azınlıklar da çiçeğe durmasın! Türkler tüm cezaevi hücrelerini istila ettikleri zaman, dünyada tüm çiçekler çiçeğe durmamış mıydı!

Örs ile çekiç arasında sertleşmek, bahar çiçeklerinden en güzel buketi derlemek için mutlaka çile çekmek mi gerek. Çiçeklerin geniyle oynanması, dağların taşların güzelliklerini seralara hapsetmek, şırıldayarak akan o kadar çok berrak su varken, güzellik simgelerini yalnız ilaçlı suyla beslemek mi gerekir!. Bugünkü hainler genleri bozuk politikacılar değil di? Onların Balzac’ın roman kahramanları gibi ölse de doya doya ağlasak…

 

Düşünen Türk aydınlarını “daha iyi adam yapmak” için izleyip ihbar edenler kadar,  çiçeklerin güzelliğini “daha güzel yapmak” için onları “seralara” kapayanlara da içten içe kızıyorum. Ahmet Doğan Pazarcık hapsinde Türk mahkûmlara yıl boyu her cumartesi Şükrü Tahirov”un “”Gerçek” kitabını anlattı. Dinlemek zorunda olanlara “Türklerin Bulgar, ama bir de Bulgarların da Türk” olduğunu söyleseydi, ama söylemedi. Dinleyenler, karpuz kavunsa, kavun da karpuzdur, deye düşünürken, akıllarında “paçayı kurtarmak” vardı.

 

Dün, 8 Mart Uluslar arası Kadınlar günüydü. Kız arkadaşımla çiçekçi gezdik. Bayram günü çiçekçilerin önü ardı, etrafları çok çiçekli oluyor ya. Böyle bir güzelliği İstanbul’da dahi her an yaşamak olanaklı değil. Çiçek sevenlerin bayramı. Çiçekler gözlerimi okşuyor, bir parfümeride gibiyiz, her demedin gönül okşayan özelliği farklı. Bakındım da, beyaz gül göremedim. Sordum, “yok” dediler. En çok beyaz gül severim. Dünyada yüzlerce beyaza çalar bulmuşlar da, şu beyazın ne pastelini, ne başka bir ince renk ayarı bulamamışlar. Sarıya ya da ala çalanı, bembeyazı arattır bana. Kendini sordurur.Renklerin birinde olmayan bir bambaşkalıktır o.

–          Neden yok beyaz gülünüz? diye sordum, çiçekçi kıza.

–          Beyazın geni ile oynanırken özü bozulmuş, tam beyaz gelmiyor artık, diye cevap verdi

ve ekledi: “Şu Gönül Çelen” filmi var ya, ondan sonra “Çingene sarısı” moda oldu, elindeki sarı gülü bana uzatarak, buyurun bayanım, bayram hediyem olsun, dedi.

Aklım beyazda, anneannemin bürgüsü, anamın süttü, komşuların yaptığı “beyaz helva” gibi, ak pak beyazda. Yok işte, ölmüş.

Balzac kahramanı öldüğünde ağılıyorsa, ben de “beyaz gülün” pazardan, çiçekçilerden çekilişine ağlamak istiyorum.

Şhakespeare, anlaşılan hepimizden akıllıymış, gevezenin gevezesi kahramanlar yaratırken, 800 sene önce olmuş bitmiş olayları süslü püslü nakışlarken, istediği renkleri kendi seçmiş. Başkaları tarafından canlandırıldıkça yaşıyorlar. Beyaz gül olsalar koklanacaklar. Oysa hepsi yaşayıp ölmüş, arkalarından ağlayanlar da ölmüş ve onların ardından ağlayanlar da. Bizde bir şey bitmiyor, Bulgar kadınlar kabirlere rakı şarap, börek köfte taşıyor. Çingeneler tıka basa yiyip dönmemek üzere gidenlerin ruhunu besliyorlar.

Balzac öyle değil tabii. Romanlarını yazarken, “beyaz saksı, kırmızı saksı” oyunu oynuyordu. Pencereye beyaz açmış saksı koyduğunda, karşı pencereden onu izleyen “gönül eğilencisine” “aman şimdi gelme, çok işim var, kahramanlarım sevişiyor” haberi iletiyordu. Cama kırmızı saksı çıktığında, “yanıyorum, gel söndür ateşimi” diyordu. Dünya işleri. Sevgi işleri renklerle anlatılırken gönle hoş geliyor. Bu, saksı değişti meselesinden öte, yaşamış olan ve yaşamaya devam eden kahramanları anlatabilmek için kullanılan iki simgedir.

Şhakespeare,  bir çiçekle, iki çiçekle değil, güller ozanı Ali Baba gibi bahçe bahçe gülle bile tatmin olmamıştır. Şetlanda vadilerinde en güzel çiçek kilimleri üzerinde ay ışığında olup bitenleri sevgilisini beklerken oya öğren bir kız sabrıyla yazmış ve anlatmıştır.

O,  Balzac gibi, kahramanlarını başkalarından çalmadan hep kendi yaratmış ama öldüler diye arkalarından gözyaşı dökmemiştir, çünkü tarih katlarına sıkışmış çağların içinde onları bulup, rafa dizili kitaplardan birini alır gibi, çekip alırken, bir doktorun hiçbir zaman yapamadığını yapmıştır. Can verdiği ölüleri kahraman yapıp eserlerinde yaşatmıştır.

Biz önce sahte kahramanlarla hakiki kahramanları birbirinden ayırma işini bitiremedik. Bildiklerini anlatmayanların hepsinden kuşkulanıyorum. Sofya hapishanesinde Türkler ölüm hücrelerini istila etmişlerdi. Birinden çıt çıkmadı. 1985’te bu cezaevinde Türk asıllı siyasi mahkûmlar yüzleri aşmıştı. Politik bilinci olmayan politik mahkûm olamaz diyeceğim ama nedense diyemiyorum. Çeken daha da bilinçlenir. En nihayet ırkçılık körüklendiği sürece bu ülkede Türk azınlığın sorunları kanamaya devam edecektir. Bugün mücadele alanında olanlar mahpuslarda bilinçlenen kadrolar değil. Ahmet ile Kasım hepsinden üstün çıktı, hepsini ektiler. İnsansız kalmak kahramanlıksa ikisi de kahramandırlar. Ömürlerinde camiye gitmeyen, mihver görmemiş bu “kahramanlar” şimdi ikisi de minare gölgesinde demlenmek hevesindedir. Hepsinin ekmeği meclis fırınında pişiyor. 1989 öncesi ve 1990’dan sonra birbirine omuz verenlerin aynı kuyuya su taşıdığına inanmayan kalmadı. Şimdi Ahmet-Lütfü çetesi Batı Rodoplar’da ve Deliorman’da öğretmenlerle öteki aydınlar sıkıştırıyor. Kasim Dal dilini yutmuş bakıyor. Baksa da görmek istemiyor. Görmek işine gelmiyor. Hırsız hırsızın, hain hainin sırdaşıdır. Bu sözlerinde gerçek arayanlar çoğalıyor. Vuranla tekmeleyen aynı yolun yolcusudur.

 

En kötü şey nedir biliyor musunuz?  Çiçek misaline dönersek, en kötü olan, yeşil denizi içinde çayırın bir köşeciğinde, tam başını kaldırıp yaprak açarken, tam arılar kanatlarına kondu konacak onu rüzgârdan önce sevmek isterken, bütün çayırı kendinin sayan ama ne tapusu ne senedi olan biri gelip ayağındaki çamuru silinmemiş köylü ayakkabısıyla, herkes için kör olan ve nereye çıkacağı belli olmayan bir yolda bir adımcık ilerlemek için, üzerinize hayvan gibi bastığı anda yaşadığınızdır.  Kötü olan  ezilmendir, yetmedi, sülalenin yok edilmesidir. Örneğin vaktiyle Şükrü Tahir’in Ahmet Şerif Şerefli hakkında “ o şiir kitabında ay yıldızlı Türk bayrağı dalgalandırıyor, siz ise, uyuyun!” ihbarında bulunduğu an gibi. Kişisel inancıma göre, çiçekler kendiliğinden açmaz. Doğa onları hayata çağırdığında taşırlar toprak altından toprak üzerine güzelliklerini. Serpilip açan güzellikler ters okunduğunda kahramanlar ölmez, öldürülür. Hainlik noktası bir ihbarla insanı, güzelliği öldürmede düğümlenir. Çünkü o hayatın bittiği noktadır. Tozlaşamayan çiçek tohum bağlayamaz. O vir dava eriyse, onun için bir çile dolu hayat başlar ve bu tırmanışın son noktası bir kurşunla devrilmek, dar ağıcında sallanmak veya hücrede çürümektir. Balzac’ın ağlayarak uğurladığı kahramanı, bizi deli etmiş olan bir sürünmenin ancak başlangıcıdır. Bu kahramanı biz yazmaya çalışıyoruz ama henüz yazamadık.

 

Bu bir bakıma, Balzac’ın cama yamanmış ve kırmızı çiçekli saksıyla işaret bekleyen kıza, “dur şimdi, bekle” ifadesi gibi bir şey ve beyaz açmış saksı göstermesinden çok fecidir. Toplumda bu “sen değil, ben olayım” hırsından doğan sonu olmayan bir kavgadır ve bu acımasız çatışmada ezilenler mi, açmadan yolunan goncalar mı, kırılan umutlar mı, sürgünler mi, hapisler mi, vatandan kovulmalar mı, ne istersen bol bol var. Var da var.

Bu bakıma Shakespeare bir az dağa çoğulcu, “nerde çokluk, orda bolluk”, “birinden birine, illaki birinden bir şey olur” umuduyla yazmış çizmiş. Şanslı olacak, insanlar erişemediği meyveleri hep tatlı sanıp ağız sulandırdığı gibi, o da tarihin derinliklerinde kimsenin cesaret edip inemediği derinliklerden incileri birer birer çıkarmış, gün ışığına sererken,  romantik çizgilerle ay ışığında Şetlant çayırlarını anlaşmıştır.

 

Biz yitirdiklerimizin hep cennete gittiklerine inandığımızdan, arkadan pek fazla ağlayıp sızlayan bir millet değiliz. Hayatımız zaten dalga dalga, kâh alçalıyor, kâh yükseliyoruz, şöyle böyle bir sebeple yükselemesek de, dibe çökerken de hareket zevki yaşadığımızdan, hep hareket halinde olmanın sefasını beraberce yaşıyoruz. Bu, dünya dönerken hareket ettiğimizi fark edemediğimiz gibi bir şey. Bir de hem kendi eksenimiz etrafında hem de güneşin etrafında dönüyormuşuz ki, bu iki hareketi şimdilik birbirinden ayırmak, halen bizim işimiz değil. Beni düşündüren başka bir incelik var. Eski ortamlarda bir insanın ilerleyebilmesi için asla ayırım yapmadan birinin üzerine basıp onu yalnız hafifçe ezmesi yetmiyordu. Makine harekete geçtiğinde suyunun suyu çıkanlar bilir, bu işler şimdi de öylemidir dersiniz, yoksa çiçekler seralara girdiğine ve sera içinde asfalt patikacıklardan yüründüğüne göre, yenidünyanın güzellikleri birbirini ezmeden yaşamayı becerebiliyor mu!

Genleri değiştirilince hepsi tamamen yok olma korkusu içinde yaşadığından belki her şey birbirlerine bir az daha bağlanmıştır. İnanamıyorum. Bu kadar gaddarlık olur mu? Baksanıza, tezgâhtaki güller pazarın kraliçesi ben olayım hırsıyla en sevdiğim beyaz gülümü çöpe atıp unutmuşlar. Ben aramasam, ne arayan ne soran var. Beyaz gül benim temizlik ve dürüstlük simgemdir. Kıstas değişti mi? Temizin temizi, pakın pakı, beyazın pür beyazı, tüm renklerin esası sertifikasını hangi renk aldı? Faşizan gençler kahverengiyi, kimileri de karayı seçtiler. Tarihi karıştırıp, renk arayanlar çoğalıyor. Onlarınki de pek kolay değil, çünkü kahverengi ile kara dürüstlük ve şerefli olma kıstası olsa, temel renk olurdu, uydurma renkler oldukları için, artık bir defa  tarih çöplüğüne gömüldüler! Benim kahramanlar kahramanım, güzeller güzelim, ak pak beyazım… Sen öldün de, ne kimse iki satır yazdı, ne mevlidin okundu, ne de mezarına taş dikildi. Keşke seni yaratan Balzac olsaydı. Hem ağalar hem de klasik birkaç cilt daha yazardı. Sorum şudur. Acaba karşı pencerede bekleyen kız o zaman ne yapacaktı? Bundan böyle beyaz yerine şeffaflık kıstası kirli beyaz mı oldu? Kirli beyaz aşk sinyali olabilir mi?  İşin yoksa düşün! Ama nereye kadar! Her şey dalga dalga.

 

Reklamlar