Prof. Dr. Hasine ŞEN

Bağışlasak bile, unutabilir miyiz? Unutmaya çalışsak bile Bulgarlarla aynı şekilde mi unutuyoruz? 

Bulgar komşumun “soya dönüş” sürecinde yaşadığı travma, benim yaşadığım dram ile kıyaslanabilir mi?

1990 yılında Türkiye’ye göç ettiğimde en çok karşılaştığım sorulardan biri “Niye geldin(iz)?” sorusuydu. Travmatik deneyimler anlatılamaz, kelimelere dökülemez, sözcükler hep güçsüz kalır yaşananlar karşısında. Spasov’un gösterimdeki filmi “Çalıntı Gözler”, tarif edilemez bu durumu gerçeklik duygusundan ödün vermeden sinema diline başarıyla aktaran bir film. Ödüller alan bir film. Yönetmenine ve oyuncularına başka ödüller de kazandıracak bir film. Ancak benim ve birçok Bulgaristan göçmeni için bu film isim değiştirme ve göç acılarının bir belgesi, yaşanan travmanın bir anıtı niteliğini de taşıyor.

Bakışın travmatik etkisi

Herkesin herkesten korktuğu bir ortamda karşıdakinin fikirlerini ancak gözlerinden okuyabilirsin. Belki bu yüzden dikkatimi her şeyden önce filmin ismi çekti. Onu seyretmeden önce “çalıntı gözler” tamlaması zihnimde dünyaya başka birisine ait gözlerle bakma, ötekini anlama gibi düşünceler, film konusu bağlamında da isim değişikliği sürecinin bir Bulgar gözüyle anlatımı fikrini uyandırmıştı. Film sonrasında ise Patricia Highsmith’in bir öyküsünü anımsattı başlıktaki bu gözler.

Öyküde sekiz yaşında bir çocuk annesini bıçaklayarak öldürür. Anne akşam yemeği için aldığı bir tür kabuklu su hayvanını daha lezzetli olsun düşüncesiyle canlı canlı kaynar suya atar. Zavallı hayvan tencerenin kapağını aralar ve kendini dışarıya atar, ama anne onu bir kepçe ile alıp yine kaynar suyun içine gönderir. O esnada çocuk hayvanın gözlerindeki çaresizliği görür, işte bu anlık bakış onu bir bıçak alıp annesini öldürmesine neden olur.
Bu bakışı Sloven araştırmacı Zizek “öteki” konumdaki çaresiz kişinin bakışındaki travmatik öğe olarak tanımlar. Bu, etrafındaki vahşete bir anlam veremeyen masum bakışın yarattığı etkidir. Bir hayvanın gözlerinde, bir çocuğun yüzünde gördüğümüz, Zizek’in ifadesiyle hepimizi suçlu konumuna iten bir bakıştır bu.

Bu bakışı “Çalıntı Gözler”de de gördüm, onun yarattığı travmatik etkiyi ve suçluluk duygusunu da. Film, isim değişikliği sürecinde görevlendirilen bir Bulgar gencinin (İvan) yaşadığı ruhsal bunalım üzerinde yoğunlaşıyor. Yaşanan olayları hiçbir şekilde onaylamayan İvan gösteri yapan Türklerin üzerine tankla ilerleme komutu aldığında, ilgi duyduğu Türk kızın bakışıyla karşılaşır. “Çalıntı gözler” onundur. Fakat bu olayın etkisi ile yoğun bir bunalım yaşayan ve akıl hastanesine gönderilen gencin zihninde bir çift göz daha yer eder: Sürdüğü tankın altında kalarak ölen bir kız çocuğunun şaşkın bakışı. Zizek’in ifadesiyle bu noktada kurbanın bakışındaki travmatik etki gücünü gösterir ve tedavi gören genç adam onun yarattığı suçluluk duygusundan kurtulmaya çalışır. Parti üyelerinin istediği ise yaşadıklarını asla hatırlamamasıdır.

Filmin anlatım araçları
Bu noktada film şiddete maruz kalma ve şiddet uygulama durumunda her iki tarafın da zihnindeki hatırlama/unutma ikileminin yarattığı savaşa da gönderme yapıyor. Filmin sembolik anlatımı da övgüye değer nitelikte. Filmde Bulgar hükümetinin “soya dönüş” sürecinde sergilediği müthiş koordinasyonu satranç imgesi ile yansıtılmış. Bir de akıl hastanesi imgesi var. Kuru bir havuzda yüzen delilerle ilgili fıkralara gönderme yapan sahneler bana biraz uzun geldi ama asıl delilerin nerede barındığı sorusunun gündeme geldiği bir ortam için akıl hastanesi oldukça uygun bir mekân ve anlatım aracı doğrusu.

Bu anlatım araçlarına sonbahar ortamını ve özellikle vurgulanan cami-kilise beraberliği karesini de dahil edebiliriz. Kronolojik bir öykü yerine anlatım aracı olarak geçmişe gönderme tekniğinin kullanılması ise “Çalıntı Gözler”e psikolojik derinlik kazandırmış.

Uzlaşma
“Çalıntı Gözler” bana başka bir Bulgar filmini, “soya dönüş” süreci kapsamında okuldan toplu olarak götürüldüğümüz, Türklerin Bulgarları zorla İslamlaştırmalarını gösteren “Vreme Razdelno”/Bölünme Zamanı’ filmini anımsattı. Bu çağrışım, ‘Çalıntı Gözler”in yönetmeni Spasov’un bu yapıtıyla gösterdiği duyarlılığının altında daha farklı bir vicdan azabı nedeni aramama neden oldu. (Bu kötü niyetten çok bir kurbanın yaşadığı şiddete ortak olanların gözlerindeki pişmanlık ifadesinin samimiyetini ölçme çabasıdır herhalde.) Yukarıda sözünü ettiğim ‘Bölünme Zamanının senaryo yazarları arasında onun da ismini gördüğümde kafamdaki belirsizlik netleşmiş oldu. Yönetmeni geçmişteki filminden dolayı suçlamıyorum. Hiç kimsenin hiç kimseyi suçlayamayacağı kadar katı bir dönemdi yaşadığımız. Devletin benimsediği tarihsellikten uzak tarih yazımına karşı çıkma, direnme yerine resmi ideolojiyi alkışlayan (alkışlamak zorunda kalan) sanatçıları bile suçlayamayacağım kadar katı bir dönemdi.

Film de bunu gösteriyor zaten.
Filmin verdiği mesaj yaşananlara rağmen ortak bir geleceğe ve karşılıklı saygı düşüncesine dayanıyor. Filmde anlatılanları şahsen yaşayan birçok Bulgaristan Türkü için bu mesaj bir zamanlar gözünün yaşına bakmayanlara göz yummayı öğrenmek anlamına gelse de, barış ortamının sağlanması, filmin önerdiği gibi politikanın bir nevi bio-politikaya dönüşmesi yoluyla olmasa bile, uzlaşma fikrini gerektiriyor.

Gayet açık bir mesajı olsa da film zihnimde bir sürü soru yarattı: Bağışlasak bile, unutabilir miyiz?
Unutmaya çalışsak bile Bulgarlarla aynı şekilde mi unutuyoruz? Veya Bulgar komşumun “soya dönüş” sürecinde yaşadığı travma benim yaşadığım dram ile kıyaslanabilir mi? Bu film tarafsız mı?
Tarafsız bakış olur mu? Filmdeki İvan’ın yaşadıkları gerçek mi, yoksa bir toplumun vicdan azabını yatıştırmak için sonradan kurgulanan bir özür hali midir?
Ben, gerçek olduğuna inanmak istiyorum çünkü, Milan Kundera’nın sözleriyle ifade etmeye çalışırsam, insanın iktidara karşı verdiği asıl savaş, belleğin unutmaya karşı verdiği savaştır. Bir yönetmen için, daha genel anlamda da sanatçı için, bu çok daha geçerli bir ifadedir.

HASİNE ŞEN Prof. Dr. İstanbul Üniversitesi

Reklamlar