nejdet özgur Dr. Nejdet ÖZGÜR

Konu:  Hemen çözüm bekleyen sorunlarımızın başında gelen, anadilde eğitimdir.

Kolumuz kaysa, kolsuz kalırız.

Bacağımız kaysa, topal yaşarız.

Dilimizi kaybediyoruz,

Ne yapmalıyız?

Topluluk olarak dilsiz yaşayamayız!

Sorunların çözülememesinin, problemlerin aşılamamasının ana nedeni, suçluların cezalandırılmaktan kaçmayı başarabilmeleridir. Bulgaristan’da, 1984 -1989 yılları arasında, toplam sayıları 1 milyon 250 bin kişi olan etnik Türk Müslümanlardan 60 bin kişi tutuklanmış, sorgulamış, sudan sebeplerle yargılayarak yada yargılamadan, ailesinden ayırmış, sürmüş, “Belene” Ölüm Kampına, cezaevine, hapishanelerine tıkmış, mektuplaşanların mektuplarını okumuş, evlenmelerini, dua etmelerini,  şenlenmelerini, sevinmelerini yasaklamıştır. Yani 20’den biz cehennem inine girmiş, bin bir travma aldıktan sonra sanki serbest bırakılmış, korkutulduğu için göç etmeye zorlanmıştır.

Manevi hayatımızın 1960’lardan beri buruk ve sarsıntılı geçtiğini hepimiz biliyoruz. Kötü gidişin önü alınamadı. Ruhsal yıkımı durdurmaya irade oluşmadı. Zulüm görenlerin içi dışı hiddet ve öfke dolmuş olsa da, Büyük Göç çilesi çekerlerken, onları izleyenlerin raporlarında “hissizleştirildikleri” ve yurtlarından kaçmaktan başka bir isteği olmayan “robotlaştırılmış insanlar” haline getirile bilmişler, diye yazdılar.

Vatanından kim kaçar?

Memleketinden kovuşturulanlar, arananlar, haklarında tutuklama kararı çıkmış olanlar ile yurdunda daha fazla kalmaya yüzü olmayan, cinayetlerin en kötülerini, katliamların en kanlılarını işlemiş katiler. Bir askeri beton yeraltı sığınağında eşi Eva Braun ile birlikte gizlenen ve 1945’te sözde eşiyle birlikte kendini yakan, aslında kayıplara karışan Adolf Hitler de Almanya’dan kaçmıştı. 1962’ye kadar Patagonya’da yaşadı ve orada öldü. Kaçmamış olsaydı 25 milyon Alman vatandaşının ve milyonlarca da Yahudi’nin ölüm kaplarından yakılmasından ve Almanya’nın yerle bir edilmesinden suçlu biri olarak ya linç edilecek, ya da Nürnberg Savaş Suçluları Mahkemesi’nde idam cezası alacaktı.

Savaş suçlularının 2-sı Almanya’da biri de Romanya’da geçen hafta tutuklandı ve yargıya teslim edildi. Almanlarının faşizmden ve faşistlerden, Nazilerden arındırılması kolay olmadı, 70 yıl sürdü ama başarıldı.

1989’dan sonra ülkemizin de totaliter rejimin silahlı katillerinden, infaz imzalarını atanlardan, kendilerini mahkemelerin yerine koyan dere beylerden, avukatı, savcı ve yargıcı hiçe sayanlardan, anayasayı ve yasaları rafa kaldıranlardan, insan haklarından söz ettirmeyenlerden temizlenmesi, arıtılacağı vardı içimizde ama olmadı. İsimler değiştirilirken 42 Türk kadın ve erkek kahraman kurşunlandı, yüzlercesi yaralandı. Katiller aranmadı ve bulunmadı. 12 bin Türk Müslüman hapis yaptı sürüldü. Bu zorbalıktan hesap soran olmadı.

Bu insanların en önemli hakkı olan doğdukları topraklarda yaşama hakkı ellerinden alındı ve vatanlarından kovuldular. Sökülüp sınır dışına atıldılar. Ve katiller ve yardımcıları, dalkavukları, kertenkele gibi renk değiştirdi, barba gibi kılıf değiştirdi, ismini değiştirdi yine iktidar oldular, hükümete çöreklendiler ve bir daha kalkmadılar.

Todor Jivkov dönemi bize Bulgarlık dayatmıştı, 1990’dan sonra sis kalkmadı, hava boğuyor.

Çok iyi dikkat etmemiz gereken hususun özündeki ise şudur. Anadilimizin atkısı Türkçemizse, çözgüsü dinimizdir, kültürümüz ve uygarlığımız ise bu ikinin bütünlük ürünüdür. Bu bütünlük bozulduğu an, başka hiçbir şeyin önemi yoktur ve olamaz.

Bin bir travma aldık dedik. Amerikan psikiyatristlerinin not defterlerinden bir örnek alsak, farelerde birkaç dakikalık stresin beyinlerini ömür boyu değiştiği izleriz.

Anneler bilir, çocuklar esnek doğmaz.  0 ile 7 yaş arasında beyinleri büyür ve duyum sistemi gelişirken travma ya da taciz görse açılan yaralar ömür boyu silinmez. Biz Bulgaristanlı Türkler artık üçüncü kuşan travmalıyız dediğimiz zaman,  1950’lerin sonunda rahlelerinin üzerinden Türkçe kitapları, cami odalarından din kitapları toplanan dedelerimizin ve bizim çocuklarımıza kadar uzanan kuşakların bu yaralanmayı devamlı olarak yaşadığını yaşadık ve yaşıyoruz. Anadilimizde yazıp çizmek, eğitim ve öğretim görmek, sanat etkinlikleri yasayı ile birlikte, sokakta ve diğer sosyal alanlarda konuşmak, tartışmak, eğitim ve hizmet dili olarak anadilimizi kullanmak hep imkânsızlaştırıldı.

Türkçe etkinlikte bulunmanın cezalandırıldığı ve daha da sert önlemlerle baskı yapıldığı (Türkçe kitapların yasaklanması, şarkı, türkü kaset ve CD -lerinin yok edilmesi)  ve bunun genel zulmün bir biçimi olarak devlet eliyle uygulandığı dikkate alındığında, olayın son derece ciddi olduğu gün ışığına hemen çıkıyor.

Ciddi baskı ve terörün bıraktığı izler derin ve kapanmaz olmuştur. Okullarda Türk dilinde eğitim programlarının kaldırılması ve anadilimizde kitap basımının yasaklanması sonucu lise, kolej ve üniversite mezunu Türk-Müslüman aydınlar yetişmesi yolu kesildi. Havanın sertleştiğini sezen aydınlarımızın ilk büyük grubu 1976 göçüyle yortan ayrıldı.

1989 göçünden sonra Türk Müslüman doktor, mühendis, sanatçı ve öğretmenleri Bulgaristan’dan gitti. 2007’de Avrupa Birliği’ne girmemizle uzman işçiler, yabancı dil bilenler, ustalar, gençler ve aileleri köylerinden Batı ülkelerine uçtular.  Bu hareketlenin temelinde hangi güncel nedenler ağır basmış olursa olsun, kaşınan travma hep eski yaralardı, anadilimizin yasaklanmış olmasıydı, ısınamadığımız bir yaşam tarzına zorlanmamızdı, özgün kültür ve din haklarımızın tanınmamasıydı. Eğitim olanaklarının daralması, eğitimli ve diplomalı genç aydınlarımız için istihdamsızlık, umutsuzluk vb oldu.

İki dil kılıfı içinde Bulgarca dayatılmasını kabul etmeye devam etmemiz bizim sonumuz olacak, biz kendimiz teslim olmayı kabul etmiş olacağız. Sözde bizim için yapılan her şey aslında bir tuzaktır. Bulgar ulusal devlet bütünlüğünü ve Bulgar sözde etnik modelini kabul etmekle biz Türk Müslüman kimliğimizi, dilimizi, dinimizi, özgün kültürümüzü ve yaşam biçimimizi ret etmiş oluyoruz.  Yarım yüz önce uygulanmaya konan ve tüm tük okullarının devletleştirilmesiyle taçlanan, anadile ayrılan saatler sıfırlanana kadar  “iki dilli eğitime geçiş” projesiyle asimilasyona doğru en büyük ve kararlı adım atılmıştı.

Buracıkta, şu ince noktaya dikkat etmek zorundayız. 1989’da diktatör Todor Jivkov’un totaliter komünist reji sarsılıp yıkılırken ve bu mücadelede Türk Müslümanların olağanüstü büyük olduğu düşünüldüğünde,  demokratik ortamda özgün haklarımızı ve özgürlüklerimizi mutlaka elde etmemiz gerekiyordu. Totalitarizm – demokrasi didişmesi 26 yıldan beri devam ediyor, kah kızışıyor, kah serinletiliyor, ama oyun bozulmuyor. Kimse anayasaya dokunmak, anayasanın içinde totalitarizmi sökmek, etnik azınlık topluluklarının haklarını tanımak, seçim sistemini değiştirmek, halkın iradesine gerçekten özgürlük tanımak, demokratik insan haklarının tümünü tanımak ve buna göre yasaları da değiştirme maddeleri işlenmiyor.

Etnik Türk Müslüman ropluluğunun milli harcı olan anadilimiz Türkçeyi resmen tanıyan ve ona yaşama hakkı tanıyan maddeler getirmeye çırpınan yok. HÖH –DPS döneminde, meclis oyunlarıyla iktidar partilerine koltuk değneği olma siyaseti sürerken, demokrasi, insan hakları, genel kültürel haklar ve etniklerin özgün kültürel hakları, barış, güvenlik ve özgürlük vb adına bu kavramların haklarını çarpıtmadan uygulama sağlayacak yasal değişikliklere gidilmedi.

HÖH-DPS partisi totalitarizmin özünü ve kabunu karumak için hayata çağrıldığı için tavız üstüne tavız vermek zorunda kaldı, 1992’de yıkılan Bulgaristan ekonomisinin yerine mafya düzeni, oligarşi sistemi, devleti dalavere yaparak soymaktan başka bir şey bilmeyen rüşvet rejimi kurulmasında önayak oldu. Parti halktan tamamen koptu. Ekonomiyi, sosyal yaşamı, kültürel geçmişimizi ve geleceğimizi yıktığı gibi, Türk Müslüman kimliğimizi de ateşe verdi.

HÖH lideri Ahmet Doğan’ın saçmalıktan başka bir şey olmayan yeni “Bulgar milli menfaatleri” siyaseti Bulgaristan milli birliğine bir darbedir, ulusal bütünlüğümüzü baltalamayı, Türk Bulgar dostluğuna travma vermeyi amaçlayan bir tuzaktır. Şu unutulmamalı, bugünkü saldırgan Rusya’nın çıkarları Bulgaristan milli çıkarlarıyla çakışmadığı gibi, Bulgaristan Müslümanlarının menfaatleriyle asla ilintili bile değildir.

Şu iyi bilinmeli, Bulgaristanlı Türk Müslümanların anadil, çzgün kültür ve yaşam tarzı ile din hak ve özgürlükleri bütünsel tanınmadan, tek devlet, tek vatan, tek bayrak ve egemenlik davası başarıya ulaşamaz. Bulgaristan Müslümanlarının ve Türkiye’deki soydaşlarımızın oylarıyla siyasette, ortak, denge faktörü, koltuk değneği ya da yapıcı muhalefet durumuna gelen HÖH-DPS partisi oyunu aldığı insanları yoksullar ve sefiller çizgisi altına iterek milli kimliklerini yok etme, onları sürekli korku ve baskı içinde yaşatma siyaseti yürütmeye devam edemez.

Bu gidiş partinin beşinci defa parçalanmasının çok yakın olduğuna sinyal veriyor. Parti etnik zümrecilik, din adamlarını yalıt lama, gençlerin umudunu çalma ve vatanımızın utkunu karartma siyasetinden vazgeçmelidir. Bulgar demokratik kamuoyu HÇH-DPS partisi bir mafya-mason-oligarşi yapılanması olarak bakıyor ki, bu gidiş uçurumadır. Milli sorumluluk milli bütünlüğü esas almalı ve etnik grupların haklarına konma siyasetinden kesinlikle uzaklaşmalıdır. Vatanımızda yaşayan Bulgaristanlı Türkler bu memleketin en az Bulgar kavmi kadar efendisi ve sahibidir ve bu durum korunduğunda aşılamayacak durum olmayacaktır.

Başta HÖH troykası olmak üzere, kendilerini Müslüman olarak kabul ettirmeye çalışan siyasetçiler de “ateizm” ve başka yerlere kendileri yamama anlayışıyla vedalaş-malıdırlar.

Din ile siyaset ateşle su gibidir, yaratan onları birbirinden uzak kalsınlar diye yaratmıştır.

Bu sözler, Bulgarcılık siyaseti için de geçerlidir.

Reklamlar